6 Nisan 2012 Cuma

Tür Kavramı Karşısında Evrimin Açmazları (Bilim 'Yaratılış' Diyor -18)

Tür Kavramı Karşısında Evrimin Açmazları (Bilim 'Yaratılış' Diyor -18)






Canlılardaki Değişme Potansiyeli

Evrimcilerin inandıkları şekliyle "türden türe geçme veya bir türden başka bir türe dönüşme" olarak ifade edilen bir hâdisenin tabiî seleksiyon ve mutasyonlar gibi akılsız, şuursuz kavramlarla izah edilemeyeceği çok açık delillerle ortaya konulmasına rağmen, evrimcilerin bu inançlarında neden direndiklerinin üzerinde durulması gerekir.


Bu problemin en temel faktörlerinden birisi, gerek Darwin'in ve gerekse takipçilerinin çok önemli bir biyolojik gerçeği doğru tespit etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu biyolojik gerçek, türlerin zaman içinde gerçekten değiştikleridir. Bu zâviyeden bakıldığında evrimin ilk tespiti olan "Her canlı değişmektedir." temel esası doğru olduğu için, bu bir doğrunun arkasından yüzlerce mübalağaya, yalana ve çarpıtmaya kapı açılmıştır. Aslında insanlar yüzyıllardan beri türlerin değiştiğini, sadece kendi aileleri içerisinde değil, aynı zamanda evcil bitki ve hayvanlarda da müşahede etmektedir. Bir tür içerisindeki varyasyonlar ve modifikasyonlar ile çeşitlenme çok açık olarak görülen bir vakıadır. Ancak tür -belki de cins- sınırları içinde kalması gereken bu çeşitlik ve zenginliği, tür sınırları dışına taşıyarak takım, sınıf ve hattâ şube seviyesinde tatbik etmek Darwinizm'in en büyük hatasıdır. Tabiatta müşahede ettiğimiz ise, canlılardaki değişikliğin sadece tür içinde sözkonusu olduğudur; böylece türün genetik zenginliği kapasitesine bağlı olarak çeşitlenme ile yeni varyeteler ve ırkların (alttürler) yaratılması şeklinde tezahür etmektedir.


Şayet Darwin Mevcut (yaratılmış) Türler Zaman İçerisinde Nasıl Değişmiştir başlıklı bir kitap yazmış olsaydı, bu fazla dikkat çekmeyecek ve dünyayı bu kadar meşgul eden bir hâdise olmayacaktı. Fakat Darwin, Tabiî Seleksiyondan kaynaklanan bir güçle türlerin hiç yoktan, kendi kendine ortaya çıkışına ait bir kitap yazmıştır. Darwin'in bütün teorisi, biyologların "türleşme/çeşitlenme" olarak adlandırdığı hâdisenin, yani yeni türlerin mevcut olan türlerden nasıl meydana geldiğini/menşe aldığını açıklama üzerine inşa edilmiştir. Hayvan sistematiğinin en alt birimi olan alttürlerin (veya ırkların) meydana gelmesi, mevcut genetik mekanizmalar, iklim ve coğrafik şartlar hesaba katıldığında hem ilmîn ve mantığın kaideleri açısından, hem de gözlemler ve gerçekler bakımından mevcut vakıaya mutabık düşmektedir. Ayrıca herhangi bir inanç problemi de teşkil etmemektedir. Fakat evrimciler değişmenin keyfiyetini türden türe geçiş seviyesine yükseltince birçok açıdan problem çıkmaktadır.


Darwin Türlerin Menşei Üzerine yazdığı eserinde, bir türün bir başka türe dönüşmesinin evrimin en temel problemi olduğu gerçeğinin farkındaydı.1 Ancak Darwin "esrarın esrarı" olarak adlandırdığı bu sırrı asla çözememiştir.2 Mayr'e göre; "Darwin'in, bu problemi çözmekte başarısız olmasının sebebi, türlerin zaman boyutundaki modifikasyonlarını göstermesine rağmen, asla, bir türün nasıl ikiye ayrıldığı ve çoğaldığı problemini çözmeye dâir detaylı bir analiz yapmaya ciddi olarak teşebbüs edememiş olmasıdır."3


Bu temel eksikliğin farkına varan evrimci biyolog Keith Stewart Thomson 1977'de, şöyle yazmıştır: "Biyologlar için bitirilmesi gereken, ama bitmemiş olan iş, evrimin tartışılmayacak derecede apaçık görünen, henüz dumanı üzerinde tütecek kadar taze delillerini tespit etmektir." ..."Evrimin en tartışmasız delili ise belli bir bölgedeki küçük adaptasyonlar ve populasyonların farklılaşması konusunda değil, türleşme hakkında olmalıdır."..."Darwin'den önce de insanlar sun'î seçimle yüzyıllar boyunca yaptıkları ıslah çalışmalarında, işlerine yarayan koyun, inek, köpek gibi türlerin belirli sınırlar içerisinde değişebileceğini göstermişlerdi. Darwin ise, bu sınırların kırılabileceğini göstermek zorundaydı ve biz de göstermek mecburiyetindeyiz."4 Darwin'in günümüzdeki temsilcileri, yaşayan varlıkların evrimi hakkındaki çok geniş muhtevalı ve bir dünya görüşüne temel olabilecek kadar büyük iddialarını haklı çıkarmak için, önce tamamen bilimin bir meselesi olarak, türlerin herhangi bir iradeye ve takdire bağlı olmadan, sadece başıboş, maddî sebeplerle nasıl vücuda geldiklerini izah etmeleri gerekir.


Ancak iş göründüğü kadar basit değildir; çünkü biyologlar şimdiye kadar asla "türün" bir tek tarifi üzerinde anlaşmaya varamamışlarıdır. Evrimci biyologlar Jerry A. Coyne ve H. Allen Orr 2004'te yayımladıkları Türleşme adlı kitaplarında, "türün" yirmiden fazla tarifi olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu durumda türün gerçek bir tarifini nasıl seçeceğiz? Adı geçen yazarlara göre; "Biyologlar, tür kavramının birçok gâye için kullanışlı olmasını istemektedirler; fakat bu gâyeler farklılık göstermektedirler." Biyolog Coyne ve Orr'a göre tür tarifinde şimdilik beş önemli hedef esas alınmıştır: Tür eğer "1- Biyologlara organizmaları sınıflandırmakta yardım ediyorsa; 2- Tabiattaki varlıklara gerçekten karşılık geliyorsa; 3- Bu varlıkların nasıl meydana çıktığını anlamamıza yardım ediyorsa; 4- Canlılar tarihini doğru yansıtıyorsa; 5- mümkün olabildiğince çok organizmaya tatbik edilebiliyorsa" faydalıdır. Coyne ve Orr, "hiçbir tür kavramının, bu hedeflerin tamamını hattâ çoğunluğunu bile başaramayacağını" kabul etmiştir. Ancak, şunu hissetmişlerdir: "Bir tür kavramı üzerinde karar verirken, öncelikle, bir kişi, kendisine ait 'tür probleminin' tabiatını iyice teşhis etmeli; daha sonra, bu problemi çözecek en iyi kavramı seçmelidir."5


Darwinist evrimcilerin büyük çoğunluğu gibi, Coy­­ne ve Orr da, Ernst Mayr'in Biyolojik Tür Konseptini (BSC) tercih etmektedir ki, bu tarife göre tür; "Kendi aralarında çiftleşebilen ve benzer diğer gruplardan çoğalma açısından izole olmuş, tabiî populasyon gruplarıdır." Coyne ve Orr bu tür tarifini, neden diğer tariflere tercih etmektedir? Onlara göre; "Biyolojik Tür Konseptinin en önemli avantajı, kendi tanımladığı türlerin varlığını açıklamak üzere hemen bir araştırma programı fikrini vermesidir." Zîrâ istendiği takdirde herhangi iki farklı populasyona ait fertlerin bir araya geldiklerinde üreyip üreyemedikleri kontrol edilebilir, üreme açısından birbirlerinden tecrit olmuşlarsa (yani çiftleşemiyor veya çiftleşseler bile cinsî açıdan verimli -kısır olmayan- yavrular elde edemiyorlarsa) bunlar türleşme sürecini tamamlamış iki ayrı türdür.



Maalesef, Biyolojik Tür Konsepti sadece yaşayan ve cinsi (seksüel) olarak üreyebilen canlılara tatbik edilebilir. Bakteriler gibi cinsî olarak üremeyen (aseksüel, bölünerek üreyen) organizmalara uygulanamaz. Bu gibi türler birbirinden, morfolojik ve biyokimyevî temellere göre ayrılır. Biyolojik Tür Konsepti ölü organizmalara, meselâ fosillere de uygulanamaz. Fosiller arasındaki tür ayrımı da sadece morfolojik özelliklerine göre yapılır. Bu yüzden, Biyolojik Tür Konsepti evrimci biyologların ilgilendikleri birçok organizma için geçerli değildir ve kendini sadece canlıların, evrimin tartışmasız delilini sunma ihtimali en çok gibi görünen bir yönü ile sınırlandırır.


Biyolojik Tür Konseptinin şu anki eksiklikleri bir yana, Darwincilerin öncelikli olan tür tarifi hakkındaki görüşlerinin hayata geçirilmesi sırasında, temel bazı yanlışları vardır. Geçmişte başarısızlığa uğramış ve terk edilmiş birçok teori, Batlamyus'un Dünya merkezli kâinat anlayışı gibi gözlemlere ve deneylere imkân veren araştırma programı olarak değerlendirilmiştir. Ancak sonunda bunların ölü yanlışlar olduğu ispat edilmiştir. Bilimin ortaya koyduğu bir kavramın, kendi başına araştırmalara imkân sağlayabilme kabiliyeti, bu araştırmaların neticede tabiat hakkında doğru kavrayışlar sağlayıp sağlamayacağı hakkında kesin bir şey söylemez. Evrimcilerin bu tür tarifi çerçevesinde yaptıkları, "caddenin geri kalanı karanlık olduğu için, sokak lâmbasının altında bir şey arayan" adama benzer. Eğer adamın aradığı şey sokak lâmbasının altında yoksa onun bütün araştırması boşa gider. Hâlbuki caddenin aydınlatılmamış büyük bölümünde çok önemli hakikatler bulunmaktadır. Türleri tanımlamak için Biyolojik Tür Konseptini seçmekle, Coyne ve Odd da aynı hatayı yapmaktadırlar.


Çoğalma yönünden izole olmuş populasyonlar mânâsında türler











Mayr'in tür tarifine göre bir tür sadece "kendi arasında çiftleşebiliyorsa ve üreme bakımından diğer populasyonlardan izole olmuşlarsa" tür sayılır. Bu takdirde yeni türlerin ortaya çıkması için, başlangıçta bir arada yaşayan fertleri daha sonra birbiriyle çiftleşemez duruma getirecek engellerin durumu önem kazanır. Üremeye mâni engellerin en başında, bir türün iki populasyonunu birbirinden ayıran ve fizikî olarak üremelerini engelleyen sıra dağlar veya geniş su kaynağı gibi coğrafik engeller vardır (Şekil–1). Zaman geçtikçe, iki populasyon genetik olarak birbirinden uzaklaştığında, coğrafik bariyer ortadan kaldırılsa bile iki populasyon artık birbiri ile çiftleşemeyecek dereceye gelebilir. Bu teori allopatrik türleşmedir (allopatrik kelimesi Yunancada farklı anavatan mânâsındadır.)


Allopatrik türleşme teorisinin doğrudan bir ispatı yoktur. Bunu ispatlamak için birinci populasyonun ikinci populasyon ile çiftleşebildiği, ikincinin üçüncü ile üçüncünün dördüncü ile çiftleşebildiği fakat dördüncünün birinci ile çiftleşmesinin çok düşük ihtimalli olduğu veya mümkün olmadığı üreme zincirinin varlığını göstermek gerekir (Şekil–2). Bu durumlarda, ikinci ve üçüncü populasyonlar, birinci ve dördüncü populasyonlar arasındaki allopatrik türleşme sürecinin ara basamaklarını temsil eder. Bu teorik iddiayı ispatlamak için binlerce veya yüz binlerce yıl geriye giderek bugün ayrı tür kabul edilen ve dolayısıyla çiftleşemeyen canlıların geçmişte çiftleşebildiklerini göstermek gerekir. Bu ise mümkün değildir.




Allopatrik türleşme, son zamanlarda, evrimci biyologlar arasında en popüler olan teori olmakla beraber tek değildir. Simpatrik türleşme teorisine göre (simpatrik kelimesi Yunancada aynı anavatan mânâsındadır), iki populasyon, coğrafik bir engel olmadan da üreme açısından birbirinden izole olabilir. Bunun için de belli şartlara bağlı olarak bir delilden bahsedilebilir. Meselâ, iki yüzyıl önce, Kuzey Amerikan elma kurtçuk sineği Rhagoletis pomonella, sadece alıç ağacı üzerinde yaşayan fertlerden meydana gelirdi. Dişiler ağustosta alıç ağaçlarının üzerine yumurtalarını bırakır ve eylül sonunda yumurtadan çıkan lârvalar, kırmızı alıç meyveleri ile beslenirdi. Yıllar sonra elma ağaçları, Amerika'ya getirilince, bazı sinekler yumurtalarını bu ağaçların üzerine bıraktı ve lârvalar da elmalarla beslendi. Elmalar, alıçlardan önce olgunlaştığı için, şu anda elmada yetişen sinekler, alıçla beslenenlerden bir ay önce üremektedir. Çiftleşme takvimlerindeki bu bir aylık farklılıktan dolayı, bu iki çeşit sinek tabiatta birbirleriyle çiftleşmemektedir. Allopatrik türleşmenin tersine, bu durumda iki sinek çeşidinin bir araya gelmesini engelleyen mânia coğrafyaya bağlı değil, üreme zamanlarının çakışmamasına ve davranışlara bağlıdır.7


Fizikî şartlara veya zaman farklılığına dayanan bir mânianın, bir türü ikiye ayırması çok vakit alır. Teoriye göre, üreme açısından birbirinden tecrit edilmiş iki populasyon, farklı genetik değişmeler geçirir ve muhtemelen bir noktada genetik olarak artık birbirleriyle çiftleşemez duruma gelir. Çoğalma açısından tecrit olmuş populasyonların genetik açıdan nasıl farklılaşacağını açıklamak üzere çok sayıda mekanizma öne sürülmüştür. Tabiattaki ekolojik dengenin veya gıda zincirinin bir neticesi olarak bazı canlılar diğerlerini yakalayıp yerken, İlâhî seleksiyonla, populasyonların farklı çevre şartlarına uyum göstermesi için zemin hazırlanır; böylece sebepler açısından bazı genler desteklenir ve bazılarının hayat sahnesinden çekilmesi sağlanır. Bu sırada hayatta kalan ve izole olan populasyonlardan birisi çok küçük ise, gen frekansları İlâhî iradenin tercihi ile değiştirilmiş olur. Böylece bir populasyonda farklı karakterler (renk, büyüklük, hızlılık v.s) ağırlıklı iken, diğer gruptakilerde ayrı karakterler hâkim duruma geçer ve böylece iki ayrı alttür (veya ırk) meydana gelmiş olur ki, buna evrim veya türleşme değil, biyolojik değişim veya ırklaşma demek daha doğru olur.


Büyük ana gruptan kopan küçük populasyonlar sadece, farklı gen oranlarına sahip olma eğiliminde olmayıp (bu kurucu tesir olarak bilinir), aynı zamanda, başlangıçtaki genetik özellik dağılımlarının frekansı ne ise ondan da kolaylıkla "ayrı düşme" eğilimindedir (beklenen gen frekanslarındaki bu tarz değişme sapmaları "genetik sürüklenme" olarak bilinir). Ata kabul edilen ilk populasyonun gen frekanslarından bu ayrılma eğilimi, istatistikî olan genetik prensipler neticesinde çıkar; böylece, ihtimaliyet kaidelerine uyulur. Meselâ, bir siyah deney faresi beyaz bir deney faresi ile çiftleştiğinde, genetik prensiplere göre, kesin olarak beyaz yavru çıkma yüzdesi ile siyah yavru çıkma yüzdesi belirlenebilir. Ancak, herhangi bir çiftleşme neticesinde bütün yavrular siyah veya beyaz olabilir. Bunun sebebi nedir? İhtimaliyet kanunlarına göre, örnek sayısı ne kadar az olursa, beklenen neticelerde önemli sapmaların ortaya çıkma ihtimali o kadar daha fazla olur.


Bir parayı attığınızda, bu paranın ihtimal hesabına göre yazı veya tura gelme ihtimali eşittir. Bu sebepten, yazı tura attığınız zaman, aynı sayıda tura ve yazı gelmesini beklersiniz. Ancak, sadece dört kere para atsanız, netice ne olur? İhtimal hesabına göre beklenen netice iki yazı, iki tura gelmesidir. Fakat bu gibi az sayıdaki örnekle yapılan denemelerde ortaya çıkan neticenin, beklenenden farklı çıkma şansı yüksektir. Hattâ böyle bir örnekte, üst üste dört kere tura veya yazı atabilirsiniz. Beklenen neticeden bu kadar büyük ölçüde sapılmasının sebebi deneme sayınızın son derecede küçük olmasıdır. Fakat bin kez yazı tura atarak büyük bir deney yapsaydınız, o zaman attığınız turaların yazılara nispeti, beklenen % 50 - % 50 neticesine çok yakın olacaktı. Bu durumda daha büyük sayıda hâdise veya denemede neticeler ihtimal hesaplarına daha çok uyarken, az sayıdaki vaka veya denemede, ihtimal hesaplarından sapma ihtimali daha yüksektir diyebiliriz.


Yukarıda para atma misâli ile açıkladığımız prensip, büyük ana topluluktan kopan, küçük ve tecrit olmuş tâli veya küçük topluluklar için de geçerlidir. Bu küçük alt populasyonlar kendi içlerinde çiftleşmeye mecbur kalırlar. Bu yüzden böyle bir populasyon içerisinde nötr bir mutasyon (ne zararlı ne de faydalı olan bir mutasyon) bile çok yaygınlaşabilir. Buna alternatif olarak, büyük ana populasyon içerisinde zaten var olan ama çok yaygın olmayan bazı genler, bu populasyondan kopmuş küçük populasyonlarda tamamen baskın olarak görülebilir. Geçmişte ulaşım imkânlarının zor olduğu dönemlerde, Anadolu'nun belli bölgelerindeki dağ köylerinde hep kendi içlerindeki evlenmelerden dolayı, bir müddet mikro ırklaşma süreci yaşanmıştır. Belli morfolojik (burun, dudak şekli v.s. ) karakterler belli bölgelerde hâkim duruma geçince o bölge insanının tipik bir görüntüsü teşkil edilmiştir. Fakat daha sonraları ulaşım imkânları artınca her bölgenin insanı diğer bölgedekiler ile evlenebilir olmuş ve belli özelliklerin baskın olma durumu ortan kalkmaya başlamıştır. Böylece bu mikro ırklaşma süreci de bozulmuştur.



Meselâ, anne veya babalarından birisi albino (beyaz) olan biri dişi biri erkek, iki gri deney faresinden meydana gelen bir alt populasyon düşünelim. Genetik prensiplere göre bu hayvanlar heterozigotturlar (Gg). G, dominant gri renk özelliğine, g de resesif albino özelliğini belirlemektir. Bu gri deney farelerinin (Gg) çiftleştiğinde dört yavru meydana getirdiğini düşünelim. Mendel prensiplerine göre her bir anne veya baba deney faresi biri sadece G, diğeri sadece g genlerini taşıyan iki cins cinsiyet hücresi üretecektir. Mendel prensiplerine göre bu cinsiyet hücrelerinden (Şekil–3), üç tane gri yavru (GG, Gg ve gG), bir tane de beyaz yavru (gg) üretilmelidir. Fakat teorik olarak, olması gereken bu durum gerçek dünyada böyle olmayabilir ve bütün yavrular albino (gg) olarak doğabilir. Bu nesilden sonra, G alleli kaybolduğu için populasyonda sadece albino deney fareleri doğar.


Bir genin karşısındaki allelinin kaybolması ile diğer genin populasyon içerisinde yerleşmesi sürecine sabitleme denir. Sabitlemenin olması küçük populasyonlarda daha muhtemeldir; çünkü tesadüfî hâdiselerin tesiri küçük populasyonlarda daha büyük olmaktadır. Kurucu grubun dâhil olduğu bu küçük örnek, sadece şans ile kendilerinin geldikleri daha büyük gruptakinden farklı yeni bir gen frekansı elde eder. Kurucu tesirinin bir misâli olarak, Pensilvanya'daki Amish'leri verebiliriz. Menşeleri sadece 200 kişilik bir grup insandan geldiğinden ve kendi aralarında evlenmeye eğilimli olduklarından dolayı, Pensilvanyalı Amish'ler, kısa parmaklılık, kısa boyluluk, altıncı parmak ve belirli bazı hastalıkların genlerini taşıma açısından Amerika'daki bu genlerin ortalama bulunma nispetinden daha yüksek yüzdeye sahiptir.



Kurucu tesirine benzer olarak, darboğaz/şişe boynu tesiri de vardır. Darboğaz tesiri, bazı çetin çevre şartları populasyonun büyüklüğünü büyük ölçüde azalttığı zaman görülür. Bu tarz çetin hâdiseler, buzullaşma (muhtemelen Neanderthal'ler durumunda olduğu gibi), kuraklık veya çetin bir kış olabilir. Bu zorlu şartlarda hayatta kalmayı başaranlar yeni populasyonun kurucuları olur. Kurucu fertler az sayıda olduğu için, genetik sürüklenme, gen frekanslarını çabukça değiştirir. Ayrıca, hayatta kalanların gen frekansları zaten ilk safhada da ait oldukları orijinal populasyonun gen frekansından oldukça farklı olabilir (genel populasyonda nadir olarak bulunan bazı genetik faktörler, bu genleri taşıyan az sayıdaki fertte ise avantaj meydana getirerek, hayatta kalmalarına yardımcı olmuş olabilir). Bu yüzden, hayatta kalan küçük populasyonun gen frekansları, orijinal populasyonunkinden çok farklı olabilir. Böylece, hayatta kalanların sayısı artıkça ve yeni bir populasyon meydana getirdiklerinde, bazı karakterler bakımından kendilerinden ayrıldıkları orijinal populasyondan çok farklı olabilirler (Şekil–4). Fakat bu yeni bir tür meydana gelmesi demek değildir. Aynı türün farklı desenlerinin ortaya çıkması demektir. İlk atalarımız olan iki insandan; zenciden beyaza, Kızılderili'den sarı ırka ve Aborijinlere kadar bütün insan ırkları, sebep olarak yaratılan aynı genetik mekanizmaların işletilmesiyle çeşitlenmiş ve Allah'ın (celle celâlühü) güzel isimlerinin tecellisi olarak bütün dünyaya yayılmışlardır. Evrimcilerin teorik düşüncelerine göre ise bu ırklar henüz tam evrimleşmemiş olduklarından, belki birkaç yüz bin yıl sonra bu ırklar kendi aralarında evlenemeyecek ve çocuk meydana getiremeyecek kadar farklılaşacak ve yeni hayvan (primat) türleri hâline geleceklerdir.


Üreme açısından tecrit olma ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni türlerin meydana gelmesi, şu ân için spekülatif bir iddia olarak kalmaktadır. Çünkü bütün iddialar, türlerin menşeini açıklamayan Darwinci süreçlere dayandırılmıştır. Bu tarz teoriler tartışmalı olmaya devam edecektir; çünkü bu teorilerden herhangi birinin doğru olduğunu ispatlayan bir delil mevcut değildir. Türleşmenin nasıl olduğuna dâir evrimcilerin oluşturduğu senaryolar bildiğimiz gerçeklerle doğrulanmamıştır. Bilhassa, üreme açısından izolasyon ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni bir türün meydana gelmesine dâir itibar edilecek bir rapor mevcut değildir.


Dipnotlar


- MAYR, E. (1982): The Growth of Biological Thought (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.403

- DARWIN, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Reprinted Cambridge, Mass.: Harward University Press, 1964, s.1

- MAYR, E. (1963): Animal Species of Evolution (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.12.

- THOMSON, K. S. (1997): Natural Selection and Evolution's Smoking Gun. American Scientist 85:516-518.

- COYNE, J.A. and ORR, H.A. (2004): Speciation. (Sunderland, Mass.: Sinauer Associates, p.25-26.




Karada Canı Sıkılan Balina Masalı (Bilim 'Yaratılış' Diyor-17)

Karada Canı Sıkılan Balina Masalı (Bilim 'Yaratılış' Diyor-17)



Karada Canı Sıkılan Balina Masalı



Bazı evrimciler, kafalarında kurguladıkları balina evrimi senaryosu için, fosil delillerinin çok başarılı çalışmalar neticesinde ortaya konulduğu ve meselenin birçok örnekle ispatlandığı iddiasındadır. Aslında gösterilen delillerin hiçbirisi inandırıcı değildir. Balinaların karada yaşayan memelilerden evrimleştiğini düşünen Darwinistler, bu iddialarını ispatlayacak eksik geçiş fosillerini 100 yıldan fazla zamandır aramalarına rağmen bulamamışlardır. Darwin'in Türlerin Menşei (1859) isimli kitabını yayımlamadan önce bile, yunus benzeri dorudonlara ve yılan benzeri basilosaurlara ait fosiller bilinmekteydi. Ancak balinanın karada yaşayan atası farz edilen bu canlıların, tamamen suda yaşayan hayvanlar olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır.


Pakistan'da (Pakicetus) balina benzeri bazı özelliklere sahip ancak karada yaşayan bir memelinin kafatası 1983 yılında bulunmuştur.1,2 Karada yaşayan memeli bir hayvanın, suda yaşayan bir memeliye dönüşebilmesi için geçirmesi gereken anatomik ve fizyolojik değişmeleri ele almaya kalkışsak, çok uzun bir liste ile karşı karşıya kalırız. Kara hayatı ile su dünyası arasındaki büyük farklılığa uyum gösterebilmek ve hayatta kalabilmek için gerekli bütün doku, organ ve sistemlerin bir bütünlük içinde ortaya çıkması şarttır. Bu kadar çaplı ve geniş değişiklikler için ya yüzlerce mutasyon şok bir şekilde âniden ortaya çıkmalıdır veya her bir değişikliğin ayrı ayrı temsil edildiği geçiş fosilleri sıralı bir şekilde bulunmalıdır.


Fosillerle alâkalı tartışmaya geçmeden önce şu hususu belirtmekte fayda vardır: Bugün denizde gördüğümüz 25 metre boyundaki bir balinaya benzer büyüklükte karada hiçbir memeli fosili bulunamamıştır. Tabiî ki evrimcilerin buna karşı cevabı hazırdır: Balinanın atası karadayken bu kadar büyük değildi, daha küçük, sırtlan veya su aygırı kadar bir hayvandı; denizde yüzmeye hazır hâle geldikten sonra suya geçti ve ortam şartları uygun olduğu için bol gıdayı bulunca da devleşti ve balina oldu(!) Ne kadar kolay bir ifade değil mi? Bütün bunları, sanki her şey gözlerinin önündeki bir tiyatro sahnesinde olmuş gibi anlatıyorlar! Acaba bu ifadelerin ilmî bir yönü var mıdır? Bunun için bazı sistemlerde olması gereken değişiklikleri kısaca özetleyelim.




Boşaltım sistemi: Kara memelileri ile deniz memelileri arasında boşaltım sistemi bakımından hayatî bir fark vardır. Kara hayvanlarının yaşadığı dış ortam hava olduğundan bunlarda su kaybı oldukça fazladır. Hem vücut yüzeyinden, hem solunum organlarından, hem de sindirim artıkları ve azotlu atıklarla fazla miktarda su kaybetme riski dolayısıyla kara hayvanlarının boşaltım mekanizmaları değişik hususiyetler gösterir. Kaybolan suyun yerine konulması, besinlerle veya özel olarak alınan su ile olur. Ayrıca su kaybının önlenmesi için vücut örtüsünde, hayvanın bulunduğu sınıfın özelliklerine göre pul, tüy veya kıl gibi yapılarla bir korunma meydana getirilir.


Denizde yaşayan birçok omurgalının iç ortamları deniz suyuna nazaran biraz daha düşük yoğunluktadır (hipotonik). Bu sebepten suda yaşamalarına rağmen su, vücutlarından dışarı kaçar ve içeriye de tuz sızar. Bu hayvanların hem sahip oldukları suyu korumaları, hem de içeriye tuz girmesini önlemeleri gerekir. Onun için bunların vücutları suya karşı kısmen geçirgen olmayan bir deri ile örtülmüştür. Balinalar kaide olarak su içmez, su ihtiyaçlarını yedikleri besinlerden karşılar. Buna rağmen beslenirken istemeden alınan deniz suyu içindeki fazla tuzu, çok yoğun idrarla dışarı atarlar ve suyu muhafaza ederler. Su miktarı balinalar için çok önemlidir ve bundan dolayı develerde olduğu gibi terlemezler. Böbrekleri, üreyi çok yoğunlaştıracak ve böylece balinaya su kazandıracak şekilde ayarlanmıştır. Böbreklerdeki süzücü birimlerin (glomerulus ve tüpçükler) karada olduğundan daha farklı hızda ve miktarlarda osmotik dengelere uygun biyokimyevî şartlara hazırlanması akılsız ve şuursuz tabiat kuvvetlerinin yapacağı bir iş değildir. Suyu korumaya yönelik başka bir değişiklik de, dişi balinanın sütündeki yağ nispetinin ayarlanmasıyla yapılmıştır. Yavrusunu peynir kıvamındaki çok yoğun bir sütle besleyen dişi balinanın bu sütü, insan sütünden on kere daha yağlıdır. Yağlı süt, yavru tarafından alındıktan sonra kimyevî olarak işlenirken yan ürün olarak su açığa çıkar. Böylece en az su kaybıyla yavrunun su ihtiyacı giderilmiş olur. İki farklı ortama ait boşaltım sistemlerindeki farklı özelliklerdeki kompleks biyokimyevî metabo-lizmaların da tesadüfen gelişme şansı yoktur.



İşitme sistemindeki farklılık: Kara memelileri, dış dünyadaki sesleri kulak kepçeleri ile toplar, bu sesler ortakulak kemikçikleriyle kuvvetlendirilip dengelenerek içkulağa iletilir ve buradaki corti organında sinyallere çevrilir. Deniz memelilerinin ise kulakları yoktur. Sesleri alt çenelerindeki titreşimlere hassas alıcılarla alırlar. Bu iki işitme sistemi arasında hiçbir kademeli evrim yoktur. Kendi içinde mükemmel bir duyma sisteminden, tamamen farklı bir yapıya sahip bir başka sisteme kademeli evrimle geçilmesi mümkün değildir. Çünkü bu, ara safhalar eksik ve kusurlu olduğundan işe yaramayacaktır. Kulaklarıyla duyma kabiliyetini yavaş yavaş kaybeden, çenesiyle duyma kabiliyeti ise henüz tam olarak gelişmemiş bir canlı avantajlı değildir.



Gözlerdeki farklılık: Kara memelilerinde toza ve darbelere karşı korunmak üzere göz kapağı bulunur. Balinaların gözleri ise derinlerdeki basınçtan korunmak için sert bir tabakayla kaplanmıştır. Ayrıca gözlerinin kırılma indisi, suyun altından üzerine âni çıkışlar için uyum gösterecek şekilde ayarlanmıştır. Bu canların göz retinasındaki çubuk hücreleri ile koni hücrelerinin nispeti, su altındaki çok az ışığı bile fark edecek seviyede ayarlanmıştır; ışığı kuvvetlendiren fosforlu tapetum sayesinde bu canlılar, derin denizlerin karanlıklarında görebilirler.



Doğum ve emme mekanizması: Kara memelileri doğum yaparken, yavrunun önce baş kısmı, daha sonra gövde ve arka ayaklar çıkar. Deniz memelileri de aynı şekilde doğum yapsaydı, doğum esnasında akciğerlerine su dolacağından yavru ölecekti. Fakat rahmeti ve ilmi sonsuz Rabb'imiz deniz memelilerinin doğum şeklini tam tersine çevirmiş ve yavrunun önce kuyruk kısmı en son baş kısmı çıkacak şekilde hazırlamıştır. Doğumdan sonra, yavru balina annesini emerken hem sütün ziyan olmaması, hem de ağzına deniz suyu kaçmaması için, yavrunun ağzı sızdırmaz contalı musluklar veya vantuzlu askılar gibi annesinin memesine sıkıca tutunacak biçimde yaratılmıştır.



İskelet ve genel anatomi: Gerek dişli balinalar gerekse dişsiz (balenli) balinaların kafataslarının şekil ve büyüklükleri vücutlarının diğer organları ve hareket sistemleri ile uygun bir yapıya sahiptir. Bazılarının haberleşmede kullandıkları kafataslarından çıkarılan yüksek frekanslı sesler ile deniz altında yer belirleme için kullandıkları diğer seslerin üretimine uygun anatomik yapıların kafatasındaki yerleşme durumları özel bir plân gerektirir. Gövdedeki hareket için kullanılan kasların bağlantı ve destek noktası olarak güçlü bir kafatasına ihtiyaç vardır ve kafatası kemikleri buna göre yapılandırılmıştır.



Nefes için sadece burun yolunun kullanılması: Karadan denize geçen bir hayvanın diğer önemli bir problemi de nefes alıp-verme hâdisesidir. Karada burun deliklerinden alınan hava ağızdan kolaylıkla verilirken, denizde yaşayan akciğerli bir canlı için en büyük risk, burun ve ağızdan akciğerlere kaçan su sebebiyle boğulmaktır. Bunun için her şeyi tedbirli yaratan ve her varlığın ihtiyacını bilen müdebbir-i hakiki Allah (celle celâlühü), balinanın burun deliklerini kara memelilerinden farklı olarak kafanın ön kısmı yerine enseye doğru koymuştur. Böylece hayvanın daha iyi nefes alması mümkün olurken, burun deliklerine takılan büzücü kaslar ve özel kıvrımlı burun yolu ile de deniz suyu çekerek boğulması engellenmiştir. Ayrıca ağızlarından nefes almayan balinaların nefes boruları (trake) ile yemek boruları (özofagus) kara memelilerine göre daha geniş ve özel bir kıkırdak parça ile birbirinden ayrılmıştır.



Evrimcilerin diğer bir acayipliği ise kendi kendileriyle tenakuzlarıdır. Pakicetus'a "yürüyen balina" ismini verdikten sonra, "Fosil, karaya ait özelliklerini koruyor." demektedirler. Bu durum bir balığı fare ilân edip, sonra da denize ait özelliklerini koruyor demek gibi mantıksız bir önermedir.


Fosilleri zorlama ve çarpıtmaPakicetus'tan sonra, 1944'te paleontolog Hans Thewissen ve arkadaşları, kara memelisi ile balina arasında özelliklere sahip bir fosil bulduklarını rapor ettiler. Buldukları fosili Ambulocetus natans (yüzen yürüyen balina) olarak isimlendirdiler3,4 (Şekil-1). Aslında bir kara canlısı olduğu anlaşılan bu hayvanın da doğrudan kulaklarıyla işittiği düşünülmektedir. Yani bu fosilde de "balina kulağına doğru bir evrimleşme" durumu yoktur. Diğer dört ayaklı kara memelilerinde olduğu gibi Ambulocetus'ta da omurganın bel (lumbar) bölgesinden sonra sacral omurlar ile leğen (ilium) kemiği eklemlenerek kalça kemerini teşkil eder ve bacaklar bu kemere bağlanır. Balinalarda ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz. Nitekim Ambulocetus'tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı iddia edilen Basilosaurus bu tip bir anatomiye sahip olduğundan tipik bir balina kabul edilir. Fakat bir kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında hiçbir "ara veya geçit formu" yoktur. Böyle bir geçiş formunun yaşamış olması imkânsızdır. Evrimcilerin öne sürdükleri mutasyonlarla hiçbir canlıya kompleks bir organ eklendiği görülmemiştir. Dolayısıyla deniz memelilerinin son derece kompleks işitme sistemlerinin mutasyonla ortaya çıktığını ileri sürmek, mantıkla telif edilemez.


Birkaç ay sonra, Philip Gingerich ve çalışma arkadaşları, Thewissen'in bulduğu ile modern balina ortasında bazı özelliklere sahip az daha genç bir fosili Rodhocetus kasrani olarak isimlendirerek yeniden inşa etmişlerdir5 (Şekil-2). Ara form olduğu iddia edilen diğer fosiller daha sonra bulunmuştur. Rodhocetus ve günümüz balinasının burun yapıları, aynı serinin ara formları olarak kabul edilemeyecek kadar farklıdır. Burun deliklerinin başın önünden enseye doğru "yürümesi", ancak hususi bir ilim ve bu bilgileri genetik şifreye yazacak geniş anatomi bilgisi olan bir irade ile mümkündür. Bunun da rastgele mutasyonlar yoluyla ortaya çıktığını söylemek çok ciddi bir hayal kurma kabiliyeti gerektirir. Nitekim bunun böyle sağlandığına inanmak, hayal kurmaktan başka bir şey değildir. Meşhur Fransız zoologu Pierre Grasse evrimcilerin bu tip hayallerine karşı şöyle veciz bir ifade kullanmaktadır: "Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur; ama bilim bu işin içine dâhil edilmemelidir."6



Ardı ardına dizilen bu fosil serisi gerçekten, atadan oğullara süren bir seriyi yansıtmakta mıdır? Berkeley'de paleontolog Kevin Padian'a göre, balina serisindeki fosillerin hepsinin "taşımaması gereken özellikleri sebebiyle, bilinen diğer balinaların ataları olduklarını söyleyebilmek çok zordur."7


En eski örnek, nesli tükenmiş, Mesonychian olarak adlandırılan sırtlan benzeri memeli grubuna benzerlik gösteren sadece kafatası ve dişlerden meydana gelen bir fosildir. Chicago Üniversitesi'nde evrim biyoloğu Leigh Van Valen 1960'larda, modern balinaların Mesonychian'lardan türediğini öne sürmüştür. Ancak, 1960'larda, yapılan moleküler çalışmalar, balinaların genetik açıdan sırtlanlara benzemediğini, ille de bir şey yakıştıracaksak suaygırlarının daha yakın olduğunu belirtmiştir.8



Bazı evrim biyologları, balinaların suaygırından geldiği hipotezine, diğer bir tabirle "hippo" hipotezine şüpheyle bakmışlardır. Bu konuda, 1999 yılında Science dergisinde yayımlanan bir makalesinde Jhon E. Heyning: "Önceki tecrübelerimiz, evrimle alâkalı münasebetlere ait utanç verici provokatif hipotezlere karşı bütün kalbimizle, ihtiyatlı olmamız gerektiğini söylemektir. Çoğu defa, bu tür tartışmalı iddiaların başlangıçta zayıf destekleri olduğu ve daha detaylı analizlerle incelendiğinde çelişkili olduğu bulunur."9 demektedir. "Hippo" hipotezi tek bir fosil ve moleküler delil üzerine kurulmuştur. Bu konuda fosil benzerlikleri ile moleküler benzerlikler birbiriyle çelişmektedir. Fosil benzerlikleri, suaygırlarının, domuz ve deve gibi diğer geviş getiren toynaklı memelilere daha yakın olduğunu, moleküler açıdan ise suaygırlarının, balinalarla yakın olduğunu göstermektedir. Eğer orijinal fosil benzerlikleri, ortak ata için bir delil teşkil etmiyorsa, o zaman aynı mantıkla, moleküler benzerlikler de delil olmak mecburiyetinde değildir. Bu teorilerin herhangi birini kabul etmek için inandırıcı bir sebep yoktur. Aslında, her iki hipoteze de inanmamak çok daha doğrudur. Çünkü yaratılışta pek çok benzer karakter mozaik şekilde dağılma gösterebilir. Ortam şartlarına bağlı olarak belli fizyolojik hâdiseler, belli organlarla ve bunların sahip olduğu biyokimyevî süreçlerle yerine getirilir. Dolayısıyla o biyokimyevî süreçlere ait genetik bilgi kodları da benzer olabilir. Tıpkı farklı iki kitaptaki belli kelimelerin veya cümlelerin aynı olması, o iki kitabın birbirinden türediğini göstermediği gibi, oksijen taşımakla vazifeli hemoglobin molekülünün veya kaslardaki bir proteinin farklı canlılarda benzer moleküllere sahip olması da onların birbirinden türediğine delil olamaz. Tam aksine ilmi, iradesi, kudreti ve hikmeti sonsuz Yaratıcı'mız bazen aynı malzemeyi kullanarak hem benzer fonksiyonlara ait kimyevî süreçleri hem de bunları kodlayan genetik bilgiyi yaratmış, bazen de bu malzemelerde küçük tasarruflar ve değişikliklerle daha farklı sistemlere ve plânlara sahip canlılar yaratmıştır. Zîrâ bütün yaratılmışların üzerinde aynı ilmin ve kudretin mührünü görmekteyiz. Akl-ı selim ve mantığımız da bu mu'cizevî işlerin evrim ve tabiat gibi mefhumlarla izah edilemeyeceğini söylemektedir.





Dipnotlar

1. Benton, M. J. (1997): Vertebrate Palaeontology, 2nd ed. (London: Chapman and Hall). J.G.M.

2. Thewissen and E. M. Williams (2002): "The Early Radiations of Cetacea (Mammalia): Evolutionary Pattern and Developmental Correlations," Annual Review of Ecology and Systematics 33 (2002):73-90

3. Thewissen, J.G.M. Hussein, S.T. and Arif, M. (1994): Fossil Evidence fort he Origin of Aquatic Locomotion in Archaeoceta Whales. Science 263:210-212

4. Berta, A. (1994): What is Whale ?. Science 263:180-181.

5. Gingerich, P.D., Raza, S.M., Arif, M., Anwar, M., and Zhou,X. (1994): "New Whale from the Eocene of Pakistan and the Origin of Cetacean Swimming". Nature 368:844-847.

6. Grassé, P. P. (1977): Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, p. 103) ."

7. Padian, K. (1997): The Tale of the Whale. Reports of the National Center for Science Education (NCSE) Volume 17 Issue 6, November-December. p.26-27. http://www.ncseweb.org/resources/rncse_content/vol17/2010_the_tale_of_the_whale_12_30_1899.asp (son güncellenme 3 Ocak 2007).

8. Van Valen, L.(1968): "Monophyly or Diphyly in the Origin of Whales". Evolution 22:37-41.

9. Heyning, J.E. (1999): "Whale Origins-Conquering the Seas". Science 283:943, 1642-1643.





Fosillerin Kötüye Kullanılması (Bilim 'Yaratılış' Diyor-16)








Fosillerin Kötüye Kullanılması (Bilim 'Yaratılış' Diyor-16)



Fosil delillerini temel alarak yapılan Darwinci evriminin bütün yorumlama örneklerinde temel üç problem vardır. Birincisi, herhangi bir özel faraziyeyi iddia etmek için fosil verileri seçici olarak kullanılmak zorundadır; ikincisi, fosil veya yaşayan organizmalardaki benzerlikler ortak atadan kaynaklanmıyor olabilir; üçüncüsü ise, prensipte fosiller biyolojik bir yakınlık inşa edemez.


1- Fosil delillerini seçici olarak kullanmak
Daha çok memeli benzeri fosiller, fosil kayıtlarında, daha az memeli benzeri fosillerden nasıl daha önce meydana gelebilir? Fosil kayıtlarını temel alarak evrimin izini sürüyorsanız, yapı bakımından memelilere daha çok benzeyen therapsid'lerin, daha az benzeyenlerden daha sonra hayat çizgisine girmesi gerekmez mi? Evrimin, her şeye rağmen, zaman göstergesini takip etmeye ihtiyacı olduğundan, hiçbir zaman yavrular ebeveynlerini doğuramaz!


Benzer bir problem, yapı bakımından birbirine yakın olduğu düşünülen fosil organizmaların, coğrafik olarak birbirinden çok uzak olması durumunda da ortaya çıkar. Eğer, coğrafik ayrım çok büyük ise, bir organizma diğerinin nasıl atası olabilir? Her şeye rağmen, üremek için iki organizmanın birbirine yakın olması gerekir. Dünyanın iki ayrı tarafında bulunan anne ve baba, bir oğul veremez.



Zaman bakımından ve coğrafik açıdan uyuşmama problemi çok geniş bir mevzudur. Bu probleme dâir Darwincilerin buldukları yol, organizmaların aslen yaşadıkları tarihten çok sonra veya aslen bulundukları yerden çok uzakta bulunduklarını varsaymaktır. Ancak bu faraziye tamamen keyfî ve işe geldiği şekilde ileri sürülmüş, ispatı olmayan bir ad hoc hipotezdir. Kiraz ağaçlarından iri ve olgun kirazları seçerek toplama gibi bir durum söz konusudur. Yeterli derecede veri ve malzemenin olduğu bir ambardan sadece düşünülen senaryoya uygun malzemeleri seçerek ve çeşitli yollarla evirip çevirip farklı yollarla kombine ederek, çarpıcı herhangi bir iddiayı şekillendirmek mümkündür. Fosil kayıtlarında bulunan yapı bakımından birçok ilerleme, seçilmiş "kirazlardan" başka bir şey değildir. Bir başka tabirle, bunlar, fosil verilerinin yeteri derecede farklı yollarla kombine edilmeye çalışılması neticesi meydana gelen istatistikî sun'îliklerdir. Fosil verilerinin miktarı uçsuz bucaksızdır. Sadece senaryoya uygun verileri seçerek yeterli derecede farklı yollarla kombine etmekle ve benzerliklerin sadece belli özellikleriyle ilgilenmekle, mantıklı gibi görünen uzun fosil dizileri üretmek mümkündür.



İstatiğin en iyi bilinen iki aldatıcı kullanımını burada görebiliriz. Bunlardan birincisi yaş günü paradoksudur. Bir yılda 365 gün olmasına rağmen, bir insan topluluğunda en az iki insanın aynı yaş gününü paylaşma ihtimalinin yüzde elliden fazla olması için rastgele seçilen 23 insan yeterlidir.1 Bu 23 insandan ikisinin ortak yaş gününü paylaşabilmeleri için 253 ihtimal vardır. Bu yüzden 23 insan içerisinde aynı yaş gününe sahip olma ihtimalinin, sahip olmama ihtimalinden daha büyük olması tesadüfî değildir; çünkü 253 rakamı 365'in yarısından daha büyüktür. Bu yüzden, fosil kayıtlarında, altında yatan herhangi bir sebep olmadan, kolaylıkla verilen bir benzerlik özelliğine sahip fosilleri bulabiliriz. Diğer bir istatistik yanılgısına sebep olan husus da, dosya çekmecesi tesiri olarak bilinir. Farz edelim ki, bir parayı on kere atıyorsunuz ve her seferinde tura geldiği için, attığınız paranın bir şeyin tesirinde kaldığını iddia ediyorsunuz. Paranın herhangi bir faktörün tesirinde kaldığına dâir iddianızda ne derecede haklı olduğunuzun göstergesi, üst üste on kere tura attığınızı söylemeden önce, kayda geçirmediğiniz para atma sayınızdır. Dolap çekmecesi tesiri, araştırmacılıların başarısız çalışmalarının rapor edilmediği ve içinde çürüdüğü, dosya çekmecelerine izafeten verilen bir isimdir.2 Daha büyük dosya çekmecesi, daha çok sayıda rapor edilmeyen başarısız çalışmayı, bu durum da dolayısı ile en sondaki başarı raporunun daha az inandırıcı olmasını gerektirir. Doğruluğundan emin olduğunuz bir para ile sadece birkaç bin atıştan sonra bile, üst üste on kere tura getirmeyi garanti edebilirsiniz. Tabii dolap çekmecenizde, rapor edilmemiş binlerce para atışı bulunuyorsa, üst üste on kere tura attığınızı rapor etmeniz, paranın herhangi bir dış tesirle böyle geldiğini tasdik edemez.





Benzer şekilde, fosil kayıtlarındaki (sürüngenden memeliye doğru bir ilerleme iddiasında olduğu gibi) her "başarılı" fosil serisi için, evrimcilerin "çekmecesinde" rahatlıkla rapor edilmemiş ve çürümeye bırakılmış, çok fazla sayıda "başarısız" fosil serisi vardır. Meselâ, farklı hayvan şubelerini birbirine bağlayan, benzerlik üzerine kurulmuş diziler nerededir? Eğer evrim teorisi doğru ise bu dizilerin var olması gerekirdi. Paleontologlar ve evrimci biyologlar tarafından yürütülen fosil kayıtlarına dair çok sayıda araştırmaya rağmen, böyle bir dizi bilinmemektedir. Netice olarak, "başarılı" olduğu iddia edilen fosil serilerinin evrimcilerce yorumlanmasının arkasında çok büyük çarpıtmalar, istatistik yanılgılar ve şüpheler mevcuttur.


2- Benzerlik, ortak atadan dolayı olmayabilir
Evrim teorisi, benzer seçici baskının uygulandığı benzer çevre şartlarında, benzer yapıların, kendi kendine üretileceğini öne sürer. Ortak bir tek atadan gelmeden ziyade, tamamen aynı veya yüksek oranda benzer yapıların, birbirinden bağımsız evrim mekanizmalarıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul eder (convergensi veya yakınsama). Dev panda ile kırmızı pandalardaki "başparmağın" durumunu bu hususa örnek gösteren evrimcilerin bu açıklaması, sathî bir bakışla bile muhtemel bir şey değildir. Evrimcilerin anlattıklarına bakılırsa, bu mekanizmalara gizli bir ilim ve irade izafe edilmektedir. Çünkü fırsatları kollayan akıllı(!) bir mekanizmadan bahsedilmektedir ve bu mekanizmalardan, geniş ölçüde birbirinden ayrı çevre şartlarında, tamamen aynı kompleks yapıları üretecek mükemmel ve uygun farklılaşmalar beklenmektedir. Birçok benzer özelliğe sahip organizmaların farklı atalardan geldiği hâlde sadece benzer çevre şartlarıyla, benzer organlara sahip olduğunu hiçbir şekilde kesin olarak doğrulayamayız. İki fosil tarafından sahip olunan benzer özelliklerin, ortak atadan mı yoksa yakınsamadan mı kaynaklandığı konusunda asla emin olamayız. Aslında, bu benzerlikler, Darwinci evrimden dolayı değil, kudreti ve ilmi sonsuz Yaratıcı'nın, bütün çevre şartlarını bildiği için canlıları bu şartlara uygun ve hikmetli yaratmasındandır.



Darwinci evrime yönelik tenkitlere cevap vermeye çalışan Tim Berra, fosil kayıtlarının, modifikasyonlarla türemeye nasıl delil olduğunu göstermek için, çeşitli Corvette marka arabaların resimlerini kullanarak şöyle demiştir: "Önce 1953 ve 1954 model Corvette'leri yan yana getirip karşılaştırırsanız, daha sonra bir 1954 ve bir 1955 modeli karşılaştırdığınızda ve bu şekilde devam ettiğinizde, modifikasyonlarla türeme açık bir şekilde görülecektir."3 Ancak, Berra'nın burada ısrarla gözden kaçırdığı husus, arabaların akıllı ve ilim sahibi mühendisler tarafından tasarlanarak yapıldıkları ve birbirinden kendi kendine türemedikleridir. Berra aslında, kendisinin başlangıçta niyet ettiği şeyin, tam tersini ispat etmiştir, benzerlik serileri Darwinci evrimi değil, ilmi ve kudreti sonsuz bir Yaratıcı'nın takdirini göstermektedir.



Eğer bilim insanları, sadece tahmin etmek yerine makroevrimi üreten mantıklı bir mekanizma gösterebilselerdi, Darwinci evrim için durum büyük ölçüde güçlenebilirdi. Ancak, şu âna kadar bunu yapamadılar. Therapsid'lerden memelilere sıralanma gibi yapı bakımından bir ilerlemenin, evrimin bir ürünü olduğunu varsaysak bile, bunu meydana getirebilecek bir mekanizmayı bilmediğimize dâir gerçek değişmemektedir. Elbette, evrime inanan bir kişi Darwinci mekanizmaların nasıl böyle ilerlemelere sebep olabileceği hakkında bir hikâye anlatabilir; ancak bu tamamıyla, hayal ürünü bir hikâye olacaktır.



Memeli kulaklarının, sürüngenlerin çenesinden evrimleşmesini ele alalım. Sürüngen çenesindeki bu iki kemik tam olarak nasıl memeli kulağına "göç etmiştir?" Bu anlatım ve ifade içerisinde "göç etme" kelimesi ilmî bakımdan boş bir kelimedir. Ne gibi genetik değişmeler ve seçici baskı, bu süreçte iş görmüştür ve bilhassa böyle bir evrim yolunu nasıl meydana getirmiştir? Bunlar ve benzeri detaylar bilinmemektedir. Bu süreçlerin teferruatına ait hiçbir bilgiye sahip olmadan, Darwinci mekanizmalarının, memeli kulağının evrimleşmesinden sorumlu olması şöyle dursun, bunun nasıl olduğunu belirlemek için hiçbir yol yoktur. Bu durumda ancak sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı'nın bir gayeye yönelik hikmetli ve mükemmel yaratmasından söz edebiliriz.


3- Fosiller, prensipte, ata-oğul münasebetini kuramaz




Aynı bölgede iki insan iskeletinin bulunduğunu ve birinin diğerinden açık şekilde otuz yıl daha yaşlı olduğunu hayal edin. Bu durumda, yaşlı olan, genç olanın babası mıdır? Sadece iskeletlere bakarak, kimse bunu söyleyemez. Bağımsız bir delil olmadan (meselâ, genetik bilginin elde edilebileceği, dişe ait veya moleküler bir delil), bu soruya cevap vermek mümkün değildir. Hâlbuki yukarıdaki örnekte, aynı türe ait ve birbirinden sadece bir nesil uzak iki iskeletle uğraşmaktayız. Bu durumda eğer, sürüngenler ile memeliler arasındaki her nesli ve her ara formu temsil edecek fosillere sahip olsak ve herhangi bir eksik halka olmasa bile yine de prensip olarak, ata-oğul münasebeti kurmak mümkün olmazdı.


New York'ta Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi Fosil Uzmanı Gareth Nelson 1978'de şöy­le yazmıştır: "Biri­nin fosil kayıtlarına girip, araştırmalar yaparak, türlere cinslere ailelere veya herhangi birisine dair bir ata-oğul serisi oluşturabileceği fikri şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da tehlikeli bir illüzyondur."4


Nature dergisinin bilim yazarı Henry Gee, kendisi de bir evrimci olmakla birlikte modifikasyonlarla türeme yorumunun fosillerden çıkarılamayacağını kabul eder ve 1999'da "Hiçbir fosil, doğum sertifikası ile gömülmemiştir." der. Gee ayrıca şunları söyler: "Sanki beklentilerimizdeki ata oğul zincirleri gerçekçi bir obje imiş ve sanki eksik halkalar gerçekte; insanların önceden sahip olduğu yargılarla uyumlu olarak şekillendirilmiş tamamen insan icadı olarak ortaya çıkmış bir şey değilmiş gibi, yeni fosil buluşlarını, eksik halkalar olarak adlandırabiliriz; fakat bir fosil dizisini ele almak ve bunun bir evrim çizgisini temsil ettiğini iddia etmek, test edilebilecek bilimsel bir hipotez değildir. Ancak bir iddia olarak, uykudan önce anlatılan masallar ile aynı geçerliliğe sahiptir. Eğlenceli, belki eğitici bile olabilir, ancak bilimsel değildir."5 Kısacası, fosiller Darwinci evrimi ispatlayamaz.


Dipnotlar


1. Feller, W. (1968): An Introduction to Probability Theory and Its Applications. 3rd ed. Vol.1 (New York, J. Wiley) p.33.

2. Iyengar, S., Greenhouse, J. (1988): Selection Models and the File Drawer Problem (with Discussion). Statistical Science 3:109-135.

3. Berra, T. (1990): Evolution and the Myth of Creationism (Stanford, California: Stanford Univ. Press, p.117-119.

4. Williams, D. M. and Ebach, M. C. (2004): The reform of palaeontology and the rise of biogeography – 25 years after 'ontogeny, phylogeny, paleontology and the biogenetic law' (Nelson, 1978) Journal of Biogeography Volume 31, Issue 5, p. 709, May 2004

5. Gee, H. (1999): In Search of Deep Time (New York: Free Pres, 23, 32, p.116-117,




Fosilden Senaryo Üretme (Bilim 'Yaratılış' Diyor -15)







Fosilden Senaryo Üretme (Bilim 'Yaratılış' Diyor -15)



Fosilden Senaryo Üretme


Evrimcilerin en iyi yaptıkları iş, noktaları birleştirip çizgiler çizerek senaryo üretmektir. Onlar boşluktaki iki noktayı işlerine geldiği şekilde birleştirerek bir çizgi çizerler ve sonra da bu çizgiyi gerçek kabul edip üzerine bir sürü plân inşa ederler. Bulunan fosilleri nokta kabul edersek, bu noktaları birleştiren çizgiler, evrimcilere göre soyun evrimci menşeini belirler. Tabiî ki bu noktaların mantıklı bir şekilde bağlanması gerekmektedir ve en önemlisi bu çizgi üzerinde çok sayıda noktanın (veya fosilin) bulunması lâzımdır. Bu yüzden, fosil kayıtlarındaki boşluklar ve eksik halkalar, evrim için problem oluşturmaktadır. Evrimci bir biyolog olan Douglas J. Futuyma'ya göre: "Memelilerin menşei sürüngenlerden gelmektedir. Sürüngenlerle memeliler arasındaki boşluk, memeli benzeri sürüngenlere ait fosiller tarafından kesin olarak doldurulmuştur ve burada herhangi bir boşluk yoktur. Memeli benzeri sürüngenlerin incelenmesi (Futuyma'nın hüsn-ü şehadetiyle) özelliklerin nasıl yüksek derecede değişime uğrayıp yeni fonksiyonlara hizmet edebildiğini göstermektedir."1


Futuyma zihninde kurguladığı peşin hükümle geçiş formu olarak iddia ettiği memeli benzeri sürüngenlerin (therapsid'lerin), 150 milyon yıllık bir süreç içerisinde iskelette, anatomide, harekette, sindirimde, yeme alışkanlıklarında ve genel hayat tarzlarında gösterdikleri yavaş değişmeleri tarif ederken, bilhassa sürüngen çenesindeki kemiklerin, memelilerin orta kulaklarındaki hassas işitme kemiklerine dönüştüğünü söylemektedir. Ancak burada her şey, Futuyma'nın iddia ettiği gibi kesin çizgilerle ve kolay anlaşılır şekilde ortaya konulmuş olmadığı gibi, birçok biyolojik bilgi de göz ardı edilmektedir. Therapsid olarak isimlendirilen çok sayıda omurgalının Permian periyodunun ortasından Trias döneminin ortasına kadar yaygın bir şekilde görüldüğünü biliyoruz (Resim–1). Evrimci biyolog James Hopson, sekiz therapsid kafatası serisini kendine göre öyle bir dizmiştir ki, dokuzuncu sıraya da, ilkel memeli kabul ettiği Morganucodon'u yerleştirmiştir.2



Hopson bu seri içerisinde, memeli vücut plânına doğru gelişiyormuş gibi görünen bacakların birleşme biçimini, kafanın hareketliliğindeki artışı, damaktaki birleşmeyi, çenedeki kas yapılarını ve sürüngenin çenesinin arkasındaki oynak ve dört köşeli kemiklerin, orta kulak kemikçikleri oluşturmaya doğru gittiğini gösterecek şekildeki çok sayıda karakteri incelemiştir. Hopson, kafataslarını öyle hesaplı seçerek dizer ki, hepsinin eş zamanlı meydana geldiği ve bu çok sayıda özelliğin memelilere doğru devamlı bir seri hâlinde değiştiği düşünülür. Hâlbuki fosillerin hiçbirisi geçmişte yaşamış bu canlıların üreme, solunum, boşaltım veya dolaşım gibi sistemlerinin veya bezlerinin ve diğer yumuşak dokularının nasıl olduğu hakkında hiçbir bilgi vermez.



Daha doğrusu bunlar bir menşe ve orijin bildirmeyen, sadece kemik yapılarına ait serilerdir. Hâlbuki yapılan sadece eldeki kafataslarının kısmî dış benzerliklerine göre dizilmesinden ibarettir ve hiçbir zaman jeolojik zamanlardaki sıralandırmaya uymamaktadır. Bu iki seri arasında hem zaman bakımından hem de morfolojik açıdan çok sayıda uyuşmazlık vardır. Hopson'un seri olarak sıraladığı ilk üç therapsid, iki ayrı takıma bağlıdır ve aynı zamanda yaşamıştır. Bundan daha önemlisi, bazı evrim biyologları bile Hopson'un listesindeki bazı therapsid'lerin gerçekten memelilerin ataları olup olmadığını tartışmaktadır. Ayrıca, yapı bakımından kısmî benzerliklerin zaman bakımından da uyuşuyor gibi gözükmesi için tamamen keyfî bir şekilde kaydırmalar yapılmıştır. Geçişlerin mümkün olduğunca yumuşak olması için fosiller yapılarına göre yan yana dizilirken, zaman açısından sıralama bozulmuştur. Meselâ; dördüncü kafatası, beşinciden günümüze daha yakın zamanda yaşamıştır ve son sıradaki therapsid, atası olduğu farz edilen memeliden (Morganucodon) daha sonra yaşamıştır. Fosil kayıtları; eksiklikler veya yetersiz araştırmalar yüzünden, sorgulanan organizmanın ilk ne zaman ortaya çıktığını göstermekte başarısızdır. Evrimcilerin böyle bir faraziyesi, tamamen bir ad hoc hipotezdir, yani önceden olmasını istedikleri şekilde bir şeyin olacağını farz etmektir. Bunun da hiçbir ilmî değeri yoktur.



Kafataslarının morfolojik seriler hâlinde benzerliklerine göre dizilmesi, genetik akrabalık hakkında hiçbir şey ifade etmediği hâlde, problemi basit bir şekilde ele alıp bunların tek bir orijinden ortaya çıktığını ileri sürmek mantıklı değildir. Fosil kayıtlarında çok sayıda therapsid türü vardır. Aslında, Futuyma da bir taraftan çok fosil olduğunu ve sürüngenler ile memeliler arasında eksik halka kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan tevilli bir itirafta bulunarak "Therapsid sürüngenlerden, memelilere kademeli geçişin her mertebesi, bulunan tür grupları ile o kadar bol miktarda belgelenmiştir ki, hangi therapsid türünün, modern memelilerin gerçek atası olduğunu söylemek imkânsızdır."3 demekte ve asıl iddiasıyla çelişmektedir. İstendiği takdirde therapsid fosillerinden çok sayıda fosil seçilerek, sadece bir şekilde değil çok sayıda evrimci seriler oluşturulabilir. Ancak fosillerin bu farklı şekilde düzenlenmiş hâllerinin çok büyük kısmı, çözdükleri problemlerden daha çok problem üretir.



Meselâ, eğer memeliler bu soylardan sadece birinden meydana geldiyse, o zaman diğerleri kimin atası olacaktır. Eğer çok sayıda birbiri ile alâkasız tür, aynı memeli benzeri özelliklere sahip olarak "gerçek ata" kabul ediliyorsa, bu özelliklerin atalığa ait bir delil olması nasıl inandırıcı olabilir? Memeli benzeri özellikler, ortak ata ile ilişkili olmadan ortaya çıkamaz mı? Benzer veya ortak özellikler, ille de bir Darwinci yorum mu gerektirmektedir? Yoksa, Darwinci bir yorumu göstermek için hususen mi seçilmiştir? Bazı evrimcilerin iddia ettiği gibi, memeliler birçok kere çok sayıda farklı therapsid'den türemişse, tesadüfî ve gelişigüzel ortaya çıkan mutasyonların, kertenkelenin kafa kemiklerini bir heykeltıraş gibi yontarak memeli kulağında harika şekilde bir araya getirilmiş orta kulak kemikçiklerini birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkarması imkân hârici bir durumdur.


Memeli kulağının öne sürülen evrimine daha yakından bakalım. Therapsid'lerin kafatasının ve alt çene kemiğinin, ilk memelilerinkine benzer (homolog) olduğu söylenir. Sürüngenlerin alt ve üst çeneleri, memelilerde bulunmayan iki kemikle birbirine eklemlenir. Darwin teorisine göre, bu iki kemiğin yeri modifikasyonların aktarılması sırasında, memelilerin orta kulağı olarak değişmiştir (Resim–2). Darwinciler bu hâdiseyi sürüngenlerin çene kemiklerinin, memelilerin kulağındaki yeni yerine "göç etmesi" olarak ifade ederler. Ancak, böyle hayret verici bir sürece dâir hiçbir fosil kaydı yoktur. Neo-Darwinci tabiî seleksiyon mekanizmasının da, tesadüfî genetik değişmeler üzerinde çalışarak, bu kemiklerin ne şekilde hareket ettiğine, çok özel yeni şekiller aldığına ve yeni bir yere en uygun biçimde yerleştiğine dâir hiçbir delil ve ikna edici izahı yoktur. Şöyle bir fikir yürütelim: bu değişimi yapmak için, önce bu kemiklerden birisinin, alt çene kemiğinden kafatasının orta kulak kısmına, çene eklemini atlayarak geçmesi gerekmektedir. Daha sonra ise, Neo-Darwinci akıllı ve şuurlu bir mekanizmanın(!) bu kemikleri yeniden şekillendirerek, yüksek derecede özelleştirmesi lâzımdır. Zîrâ bu orta kulak kemikçikleri son derece ölçülü, hesaplı ve plânlı inşa edilmiştir. Sesin iç kulağa en verimli şekilde iletilmesi için ayarlanması bu kemikler vasıtasıyla yapılır (Resim–3). Bu derece hassas ve hususi yapıların kendi kendine, herhangi bir akıl, ilim ve irade gerektirmeden, tesadüfen ve birden çok kereler meydana geldiğini iddia etmenin ideolojik bir saplantıdan başka bir izahı olabilir mi? Bu yüzden, memeli kulağının, sürüngen çenesinden evrimleştiğine dâir deliller çok zayıftır; dolayısıyla evrimin sürüngen çene kemiklerini, memeli kulağına nasıl göç ettirdiğine dâir hiçbir delilin olmadığını söyleyebiliriz.





Meselâ dev ve kırmızı pandaların her ikisi de, teknik olarak önkola ait "radial sesamoid" isimli bir kemiğe sahiptir (Resim-4). "Panda başparmağı" olarak isimlendirilen bu genişlemiş bilek kemiği her iki panda türü tarafından da tercih edilen bir yiyecek olan bambuları soymak için kullanılır. Evrimci teorisyenler, şu an bu iki pandanın birbirinden ayrı atalardan türediğinde hemfikir olmasına rağmen, bu atalardan hiçbiri bu tür bir kemik yapısına sahip değildir. Bu yüzden, "panda başparmağı", bir kere dev pandada, bir kere de kırmızı pandada olmak üzere ayrı ayrı iki kere evrimleşmiş olmak zorundadır. Ancak, eğer "panda başparmağı" gibi son derece belirlenmiş hususi bir yapıyı paylaşmak, evrim bakımından bir münasebete işaret etmiyorsa, o zaman neden sürüngenlerin çene kemikleri ile memeli kulağındaki kemik sayılarının birbirine yakın olması, evrim açısından bir münasebeti göstermek zorunda olsun? Aynı mantığı birbirine zıt iki şekilde kullanamayız. Eğer panda başparmağı gibi çarpıcı benzerlikler evrim bakımından bir yakınlığa işaret etmiyorsa, eşit kemik sayısı gibi küçük benzerlikleri temel alarak, nasıl evrimci bir münasebetten bu kadar emin olabiliriz?


Dipnotlar
1. Futuyma, D. J. (1998): Evolutionary Biology, 3rd ed. Sunderland, Massachusetts: Sinauer, p.146

2. Hopson, J. A. (1987): The Mammal-Like Reptiles: A Study of Transitional Fossils. American Biology Teacher 49 (1):16-26

3. Futuyma, D. J. (1982): Science on Trial: The Case for Evolution. New York: Panteon, p.85.




Aniden ortaya çıkış (Bilim Yaratılış Diyor -14)






Aniden ortaya çıkış (Bilim 'Yaratılış' Diyor -14)




Fosil eksikliğini izah için ortaya atılan bir iddia: Aniden ortaya çıkış




Fosil kayıtlarındaki boşlukların açıklanmasında zorlanan evrimcilerin, kayıtların eksikliği, araştırmalardaki yetersizlik ve sıçramalı denge dışında, çıkış için müracaat ettikleri dördüncü bir açıklama tarzı da, birden bire ortaya çıkıştır. Tabiî böyle bir açıklamaya müracaat etmek, fosil boşlukların gerçek olduğunu ve dolayısıyla fosil kayıtlarındaki devamsızlıkların hayatın tarihçesindeki devamsızlıkları temsil ettiğini kabul etmektir. Bu aynı zamanda, sadece büyük hayvan gruplarını birbirine bağlayan geçiş fosillerinin eksik olduğunu söylemenin dışında, geçiş bağlantılarının hiçbir zaman var olmadığını söylemektir.



Âniden ortaya çıkış, fosil kayıtlarının dış görünüşüne dayalı bir yorumdur. Buna rağmen, bu açıklama hemen beraberinde bir soru getirir: ilk olarak yeni bir biyolojik form nasıl meydana gelmiştir (birden bire mi yoksa başka bir türlü mü)? Biyolojik evrim için öne sürülen materyalist teoriler, maddî mekanizmaların yeni biyolojik formları ortaya çıkardığını söyler. Hâlbuki bu tarz mekanizmalardaki (bilhassa, Darwin'in tesadüfî varyasyon ve tabiî seleksiyon mekanizmalarındaki) problem, ister teorik olarak, isterse lâboratuvar deneyleri açısından, bu mekanizmaların biyolojik sistemlerde var olan fonksiyonel bilgiyi ortaya çıkaracak güçte, yeterli sebep-netice bağlantısı ortaya konulmamasıdır.



Geçiş formlarındaki kıtlık, bilhassa filum (şube) gibi büyük taksonomik grupların birbirine bağlanmasında görülen eksiklikler, evrim teorisine çıkış arayanlar için çok büyük sıkıntı teşkil etmektedir. İddia edilen evrim mekanizmaları, vehmedilen bütün güçleri ile gerçekten biyolojik evrimi ilerletme konusunda, sebep-netice münasebeti açısından yeterli olsaydı, hem geçiş formları var olurdu hem de fosilleşirlerdi. Nitekim sıçramalı denge çıkışı da, tür ve cins seviyesindeki geçişlerin fosil kayıtlarında neden olmadığını açıklayabilir; ancak yüksek seviyede geçişlerin, meselâ, filum seviyesindeki (eklembacaklılardan-yumuşakçalara veya omurgalılara) geçişlerin niçin olmadığını açıklamaz.



Farz edelim ki âniden ortaya çıkış sadece fosil kayıtları ile ilgili değil, aynı zamanda, hayatın tarihi ile ilgili bir gerçek olsun ve farz edelim büyük organizma grupları arasındaki geçiş formları asla var olmamış olsun. Bu durumda, çok zengin ve çeşitli sanatlı organlara sahip biyolojik formları ortaya çıkarmak için ne gibi hâdiseler meydana gelmiştir? Biyolojik komplekslik ve çeşitliliğin altında yatan sebep veya sebepleri izah için evrimcilerin işine gelebilecek ve kullanabilecekleri dört ihtimal vardır:



1. Biyojenik olmayan ortaya çıkış: Canlı organizmalar, diğer organizmaların doğrudan sebep-netice bağlantısı olmayan bir şekilde kendi kendine oluşmuşlardır, yani cansız varlıklar (elementler) canlılığa sebep olmuştur.



2. Simbiyojenik yeniden organizasyon: Farklı türlerden farklı canlılar bir araya geldiği ve kendilerini yeni bir organizma olarak yeniden organize ettiklerinde yeni organizmalar meydana gelebilir.



3. Biyojenik yeniden icat olma: Organizmalar hayat akışlarının ortasında kendilerini yeniden icat ederler(!) Hayatlarının belli bir noktasında belirli morfolojik ve genetik özelliklere sahip olan canlılar, başka bir zamanda bu özelliklerin büyük ölçüde değişmiş hâllerine sahip olabilirler.



4. Üretici dönüşüm veya transmutasyon: Organizmalar, nesillerini sürdürmek için üreyip çoğalırlarken, kendi özelliklerinden büyük ölçüde farklı yavrular üretebilir(!)



Bu ihtimaller herhangi bir mantık ölçüsüne vurulmadan ilk bakışta göründüğü kadar tuhaf gelmeyebilir. Biyojenik olmayan (abiyogenesis), ortaya çıkışın en azından hayatın başlangıcında bir kere bile olsa ortaya çıktığını iddia edenlerin bu iddiası ilk ve ortaçağlarda kalmış bir görüş olup, yüzlerce kere çürütülmüş ve cansızdan kendi kendine veya tesadüfen bir canlının çıkmayacağı kesin olarak gösterilmiştir.






Simbiyojenik yeniden organizasyon, Lynn Margu­lis'in çalışmalarında savunduğu bir iddiadır. Bu görüşünü savunacak bazı deliller ortaya koymakla birlikte bunların yorumunda çok peşin hükümlü ve yanlı bir tavır sergilemektedir. Gerçekten bazı organizmalar farklı iki organizmanın bir kombinasyonudur. Meselâ, ağaçlar ve kayalar üzerinde gördüğümüz likenler, aslında bir mantar ve fotosentez yapan bir yeşil algin ortaklığından meydana gelmiş, hususi bir terkiptir. Likeni karanlıkta tutarsak, sadece mantar kısmı hayatta kalır. Eğer likeni su içine yerleştirirsek, mantar kısmı ölür ve sadece yeşil alg büyür ve gelişir. Fakat bu sadece çok sınırlı bir örnek olup, âniden ortaya çıkmaya örnek olamaz. Yaratıcı'nın farklı iki canlıya verdiği hususi bir imkân dâhilinde, yine sınırsız bir ilim ve kudretin eseri olarak sergilediği yeni bir görünümdür.



Biyojenik yeniden icat'ı ileri sürenler, belirli organizmaların hayat devrelerinin bir safhasından bir diğerine geçtiklerinde tamamen tanınamaz bir hâl almalarını buna delil gösterirler. Meselâ, bir kelebek metamorfoz geçirip tırtıl hâlinden ergin bir kelebek hâline gelirken çok farklı bir şekle bürünmektedir. Gerçeği bilmeyen birisi o tırtılın, kelebek olacağını aklına getiremez. Bu mânâda belki de tırtıl, yeni bir hayvana dönüşmüştür denebilir. Fakat bu tarz yeni bir canlıya dönüşme tamamen aldatıcı bir dış görünüştür. Çünkü bu durum, aynı organizmanın hayat devresinin içinde meydana gelmiştir. Bu, aynı türün genetik programı dâhilinde cereyan eden bir gelişme sürecidir. Hiçbir zaman organizmaların nesilleri boyunca devam eden ve bir organizmanın belirli bir noktadan sonra farklı bir organizmaya döndüğü, sonra da o yeni bir organizma olarak hayatını sürdürdüğü ve onun da bir müddet sonra başka bir canlıya dönüştüğü tarih boyunca ne görülmüş, ne de duyulmuştur.



Son olarak, ele alacağımız ve bir zamanlar evrimci literatürde hararetle tartışılan üretici transmutasyon ismi verilen hâdise nasıl bir şeydir? Evrimcilerin beklentisine göre temelde bir biyojenik yenilik üretme yoludur. Bu beklentiye göre organizma üreme durumundayken genleri yeniden karılır ve bütün genetik programlar kendi kendine yerli yerine oturur ve kendisinden çok farklı yavrular üretilir. 1930'larda, paleontolog Otto Schindewolf, fosil kayıtlarında eksik olan ara formların eksik olmasının sebebinin henüz bulunmamış yahut bulunamıyor olmalarını değil, aslında hiç var olmadıklarını iddia etmiştir. Schindewolf, evrim adına ortaya çıkan bütün büyük değişmelerin tek bir büyük adımda meydan geldiği, sıçramalı bir görüş ileri sürmüştür. Bu şekilde, meselâ, yumurtlayan bir sürüngenin yumurtasından bir kuşun çıkması gibi sürüngenden kuşa evrimci bir dönüşümün meydana geldiğini teklif etmiştir (aralıklı dengedekinin aksine, buradaki sıçramalar büyüktür).



Genetikçi Richard Goldschmidt, bu olmayacak ihtimali 1940'larda düşünmüş ve transmutant olan yavruyu "ümit veren canavar veya ucube" olarak isimlendirmiştir. Goldshmindt, Schindewolf'un öne sürdüğü büyük evrim değişmelerine sebep olabilecek bir mekanizma bulmak istemiş ve aradığı cevabı embriyolojik ucubelerde bulmuştur. Nadiren de olsa, hayvanlar iki kafalı, bacakları eksik veya fazla, bazı diğer çarpıcı deformasyonlara ve anomalilere sahip yavrular üretir. Zigot veya embriyo döneminin herhangi bir safhasında çeşitli iç veya dış tesirlerle mutasyona maruz kalan organizmanın genomundaki ileri derecedeki bozulmalarla ortaya çıkan bu tarz ucubeler genellikle üreyecek kadar hayatta kalmazlar. Bu yüzden hilkat garibeleri de diyebileceğimiz bu mutant organizmalar aslında "ümitsiz ucubelerdir." Evrimcilerin beklentisi ise, bu hilkat garibeleri arasında bazılarının hayatta kalmayı ve üremeyi kolaylaştıran faydalı özelliklere sahip olmalarıdır. Çünkü ancak bu tür "ümit veren ucubeler", Schindewolf'un fosil kayıtlarındaki boşlukları izah için gerekli sıçramaları yapabilir. Fakat Goldshmindt'in ümit veren ucube teorisini destekleyecek hiçbir ciddi delil yoktur ve çoğu evrimci bile ilk öne sürüldüğü zamanlar bu ümit verici ucubeler teorisiyle dalga geçmiştir.




Bu beklentilerin hepsi de âniden ortaya çıkışa ait kurgulanmış süper senaryolar olarak takdir alabilir; ama biyolojik gerçeklerle asla uyuşmamaktadır. Bu senaryolara göre belirli bir ânda çalışmaya başlayan bir bilgisayar programı gibi, organizmalar bir nesilde âniden değişmektedir. Bir zamanlar belli bir tarihte aktif hâle geçecek şekilde programlanan bilgisayar virüsü gibi, canlıya ait biyolojik bilginin kodlandığı genlerin de bir gün kendiliğinden faaliyete geçerek ait olduğu programdan çok farklı yeni yavrular üretmeye başlaması ümit edilmektedir. Meselâ, Fransız paleontolog Anne Dambricourt Malassé, üretici transmutasyonun insan türünü meydana getirdiğini ve bunun belirli bir zamandaki farklı maymun türlerinin çaprazlanması neticesi meydana gelmesinin programlandığını iddia etmektedir.1 Programlama ise sonsuz bir ilim ve kudrete sahip bir programlayıcıyı veya daha açık ifadesiyle bir Yaratıcı'yı gerektirir.



Muhal farz yukarıdaki dört ihtimalden biri gerçekleşmiş olsaydı, bu durum fosil kayıtlarında büyük hayvan grupları arasında geçiş formlarının olmamasını açıklayabilirdi. Bu takdirde demek ki, bu fosiller eksiktir ve hiçbir zaman da var olmamışlardır. Bütün bunlara rağmen, bu dört ihtimalin, hayatın menşeine ve daha sonra gelişmesine dâir evrimci beklentilerle uyuşması son derecede zor ve muhaldir. Her şeyden önce simbiyojenik yeniden organizasyon dışında, bu ihtimallerin üçünün gerektirdiği, organizmalardaki âni ve plânlı değişimleri tesadüfle açıklayacak hiçbir maddî mekanizma bilmemekteyiz. Bir Yaratıcı'nın ilim ve kudretine ihtiyaç duymadan bu üç ihtimalden herhangi birinin meydana gelmesi için çok büyük derecede iyi şanslar gerekmektedir. Gerçekleşmesi muhal veya gayrimümkün olan böyle bir şansı anlatabilmek için astronom Fred Hoyle'un kullandığı benzetmeyi zikredersek; "Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi, metal ve plâstik yığını bir hurdalıkta esen bir kasırganın kendi kendine bir Boeing 747 oluşturmasını beklemek gibidir."



Schindewolf ve Goldschmidt'in görüşleri biyoloji camiası tarafından büyük çoğunlukla kabul görmemiştir. Sonsuz bir ilim ve kudret sahibi Yaratıcı'nın takdiri dışında, organizmaların bir nesil içerisinde -bir sürüngenin bir kuşa dönüşmesi gibi- büyük değişmeler yaşayabileceğini gösteren hiçbir delil yoktur.



Simbiyojenik yeniden organizasyon iddiası yukarıdaki diğer üç ihtimalden biraz daha uygun bir tercih gibi görüldüğü için bazı biyologlar, son zamanlarda âniden ortaya çıkma görüşüne bu zâviyeden yaklaşmaya başlamışlardır. Bu biyologlara göre, eğer bir organizma, bir başka organizmanın genomik bilgilerini elde edebilirse, âniden büyük bir değişim geçirebilir. Bu tarz simbiyojenik yeniden organizasyon veya melezlenme, Lynn Margulis'in çalışmalarının temelini teşkil etmektedir.2 Margulis simbiyojenik yeniden organizasyon durumları için, mevcut bazı canlılardaki güzellikleri kendi yorumlamalarıyla değerlendirerek birçok enteresan delil sunduğunu söylemektedir. Fakat bunların hiçbiri oluş safhasında veya işleyen bir süreç içinde gözlenen durumlar değildir. Mevcut duruma bakıp "şöyle.. şöyle olmuş olabilir..." gibi bir iddiadan öte bir şey değildir ve bu sürecin âniden meydana çıkış problemine nasıl bir çözüm oluşturduğuna dâir hiçbir elle tutulur gerekçe sunulmamaktadır. Simbiyojenik yeniden organizasyon, en iyi ihtimalle, yaratılmış olan mevcut özelliklerin bir karışımı olabilir; ancak yeni bir özellik yaratamaz. Canlı gruplarında sergilenen (solungacın akciğer olması, yüzgecin bacak olması gibi) büyük yenilikler ise, böyle farklı genomların karışmasıyla ulaşılabilecek şeyler değildir. Hâlbuki bu tip büyük yenilikler gerektiren orijinal organ ve yapıları izah etmek için, âniden ortaya çıkış teorisi ortaya atılmıştı; fakat tam aksine çıkmaz bir sokağa girilmiş olmaktadır.



Simbiyotik Yeniden Organizasyonun Aşamadığı Problemler

Âniden ortaya çıkışın açıklanması problemine genel bir çözüm olarak öne sürülen simbiyotik yeniden organizasyon iki ciddi problemle karşı karşıyadır:


1. Bu iddiayı geçici bir müddet doğru kabul ederek neticesini ele alırsak; bu iddia, en iyi ihtimalle var olan yapıları yeniden organize edebilir. Fakat kendi başına yeni yapılar meydana getiremez. Allah'ın ilim ve kudretiyle, hikmetli bir şekilde yaratmasının dışında, simbiyotik yeniden organizasyon, uyumlu organizmalar değil, başarısız modeller veya canavarlar üretir. Efsanelerde bahsedilen bu canavarlar, hayalî ve karmakarışık yaratıklardır. Homer'in İlyada destanındaki, önde aslan, arkada yılan ve ortada dişi keçiden yapılmış üç bedenli canavar gibi mahlûklar hiçbir zaman yaşamamıştır.


2. Mevcut yapıların yeniden organizasyonunda, var olan parçaları koordine etmek, onları mânâlı bir bütünlük, ideal bir fonksiyonellik, hikmetli ve estetik bir güzellik içinde birleştirmek için küllî bir ilme ve muhit bir hikmete sahip olmak gerekir. Lynn Margulis'in örneklerinden biri olan bir dizüstü bilgisayar, bir televizyon ekranı, bir yazı klavyesi ve diğer aksamla birlikte kombine eden sentetik bir bütündür. Ancak, bu terkibin sentetik bir bütün olarak çalışır hâle gelmesi için, parçaları birbirleri ile dikkatle düzenleyen/koordine eden bir bilgiye ihtiyaç vardır. Bilgisayar programları, yazılımı ve donanımı hakkında hiçbir bilgisi olmayan birisi, bu âletin hiçbir parçasını diğerleriyle uyumlu ve fonksiyonel şekilde birleştiremez. Margulis, simbiyotik yeniden organizasyonun biyolojide başarılı olabilmesi için gerekli olan adaptasyonu ve koordinasyonu yapan bir Yaratıcı'yı kabul etmemek için, birçok evrimcinin yaptığı gibi bu güç ve iradeyi "tabiî seleksiyonda" aramayı tercih eder. Ancak, tabiî seleksiyonun, bu tarz bir sebep-netice münasebetine bağlı gücünü göstermek yerine, sadece bunun böyle olduğunu iddia etmektedir. Canlılar dünyasının her yerinde kendini gösteren ve hassas bir şekilde hazırlanmış, hem sanatlı ve hikmetli, hem de kompleks olmakla beraber uyumlu ve âhenkli yapılar (meselâ, ribozomlar, genetik kod, indirgenemez komplekslik gösteren mitokondri gibi biyokimyevî makineler ve her yerde bulunan çok çeşitli proteinler), hiçbir şekilde akılsız ve şuursuz simbiyotik yeniden organizasyonun birer neticesi olamazlar.



Bizim varlıkların yaratılışını sonsuz bir ilim ve kudretin tecellisi olarak görmemiz, onları tamamen fizikî ve tabiî sebeplerden bağımsız, hattâ fizik kanunlarına aykırı bir şekilde, perdesiz ve apaçık ortaya çıkmış mu'cizeler şeklinde görmemizi gerektirmez. Canlılar tarihi de izi sürülebilir ve bazı ipuçlarından hareketle tahminlerde bulunulabilir tabiî bir yaratılış sürecine sahip olabilir. Fakat bu fizikî ve tabiî süreçler, yaratılış mu'cizesini perdelemek, imtihan sırrını bozmamak için konulmuş basit perdelerdir. Bu perdelere takılırsak, sonsuz ilim ve kudret sahibi, hikmetli yaratan Allah'ı (celle celâlühü) gözden kaçırabiliriz. Yaratılmış her varlık başlı başına bir mu'cize olmakla beraber, insan aklının hakkının verilmesi ve imtihanda kullanması için fizikî, kimyevi ve biyolojik prensipler yaratılış mucizesine perde edilmiştir. Gerçek bilim adamı bu perdelere takılmadan arkadaki gerçek faili gören ve onu hakkıyla tanıyan, tanımanın gereğini yerine getiren olmalıdır.


Dipnotlar:Malassé, A. D., Debenath, A. and Pelegrin, J. (1992): On New Models fort the Neanderthal Debate. Current Anthropology 33 (1): 49-54.

Margulis, L., and Sagan, D. (2002): Acquiring Genome: A Theory of the Origins of Species. New York, Basic Books.




Sıçramalı Dengenin Açmazları(Bilim 'Yaratılış' Diyor -13)







Sıçramalı Dengenin Açmazları




Fosil kayıtlarındaki "eksiklik" ve "yetersiz araştırma" gibi iddialarından bir netice alamayan evrimciler, Darwin'in yavaş ve tedrici değişmeyle evrimleşme görüşünün çıkmaza girmesi karşısında, ister istemez onun bu hususta hata yaptığını kabul ve itiraf etme durumuna gelmişlerdir. Aralıklı denge, kesintili denge veya sıçramalı denge gibi üç farklı şekilde ifade edilebilen yeni bir anlayışa sığınma ihtiyacını görmüşlerdir. Aralıklı denge, fosil kayıtlarındaki boşlukların açıklanması için çoklukla atıf yapılan bir görüştür. Aralıklı dengeye göre, küçük populasyonlarda görülen ve evrime sebep olacak büyük değişmeler, geleneksel evrim teorisinde öne sürüldüğü biçimde, milyonlarca yıl sürecek kadar yavaş bir şekilde değil, jeolojik zaman açısından ancak göz kırpmak kadar kısa bir süre içerisinde, sadece birkaç bin veya on bin yıl içerisinde hızlı bir şekilde meydana gelir.



Benzetme yaparsak, bu görüşe göre evrim, sürüklenerek ve emekleyerek ilerlemek yerine, kesik kesik ve sıçrayarak da ilerleyebilir(!) Sıçramalı denge iddiasına göre, bilhassa büyük organizma grupları arasında köprü inşa ederken, fosil kayıtlarında boşluklar olmasını beklemeliyiz; çünkü yaşayan şeyler o kadar hızlı evrimleşir ki(!) ancak (eğer varsa) çok az sayıda geçiş formu, fosil kayıtlarında korunabilir.



Darwin, evrimi dalları yavaşça büyüyen bir hayat ağacıyla temsil etmiştir. Buna alternatif olan bu görüş, evrimi sıçramalı bir süreç olarak görür. Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould tarafından teklif edilen, sıçramalı denge teorisi evrimi, dalları dik olarak ilerleyen ancak kritik bir ânda birden bire yan tarafa bir çıkıntı yapan bir ağaç olarak temsil etmektedir (Şekil?1). Şekildeki dik kolonlar, sakin ve dengede giden, yani türlerin uzun zaman süreçleri boyunca oldukça kararlı kalmaları gerçeğini temsil eder ki bu bölüm, "sıçramalı denge"nin "denge" kısmıdır. Bunun tersi olarak, büyük hayvan gruplarını birbirine bağlayan noktalı çizgiler, evrime yol açan değişmenin, fosil kayıtlarında iz bırakmadan geçen çok hızlı safhasına işaret eder ki, bu da "sıçramalı denge"nin, "sıçrama" kısmıdır.







 Sıçramalı denge teorisine göre, denge ve kararlılık, teorinin birer düsturu olmasına rağmen, küçük populasyonlarda bu denge ara sıra evrime sebep olabilecek hızlı değişmeler ile kesintiye uğrayabilir. Böylece, yeni türlerin, ana populasyondan ayrılmış, izole olmuş bölgelerde evrimleştiği iddia edilir. Sıçramalı denge, geleneksel Darwinizm'den (organizmaların adım adım avantajlı özellikleri biriktirdiği evrimin kademeli ve yavaş formundan ziyade) daha gelişigüzel bir evrim formu tarif etmektedir. Sıçramalı denge teorisinde, küçük bir populasyon, fosilleşebilecek derecede kararlı bir populasyonu geliştirme kapasitesine sahip yeni bir tür olmadan önce, çok sayıda geçiş "deneme" türleri ile evrimleşecektir (Şekil?2'deki yatay kısa noktalı çizgilerle gösterilir).


Teori, bu tarz geçiş türlerinin bir ânda meydana geldiğini iddia ederken, kendi içinde iki çelişki ortaya çıkarır. Öncelikle, bu hızlı evrim periyodu boyunca, ana (tür) ile âniden ortaya çıkan yavru (tür) arasında çok önemli bir değişiklik olmadığını söyler (meselâ, bir kurt, bir kuzu doğurmaz veya tam tersi olmaz), böylece yavruların hâlen ebeveynlerine benzediğini, farklılıkların nesilden nesile kademeli ve yavaş ilerlediğini belirtirler. Daha sonra organizmaların sadece, jeolojik açıdan kısa süren periyotların başında ve sonunda evrime sebep olan yoğun aktiviteler neticesinde önemli değişikler geçirdiğini kabul ederler. Bu bakımdan önce bir klâsik Darwinci gibi yavaş ve denge durumunda kalan bir süreç, ikinci süreçte ise tam tersi bir anlayış ortaya koyarlar. Geçiş türlerinin, evrimci patlamanın yapıldığı bu aktif süreçte ortaya çıktığını ve az sayıda olmaları sebebiyle de geçiş içinde bulundukları zamanın kısa olmasından dolayı, fosil olarak geride bir iz bırakmadığını söylerler. Onlara göre geçiş formları çok hızlı bir şekilde evrimleşerek çevreye uyum sağlamaya çalışır ve bunların birçokları "deneme" türleridir, çok uzun süre o çevreye tutunamazlar. Diğer türler devamlı olarak onlardan evrimleşir ve onların üzerine üstünlük kurarlar. Netice olarak bu "deneme" türlerinin çoğunun nesli çabuk tükenir. Sonunda, orijinal türden önemli derecede farklı bir veya iki yeni tür, başarılı bir şekilde çevreyi doldurur. Sadece bu serpilmiş, dayanıklı türler fosilleşir.



Sıçramalı denge, evrimin akışını önce uzun süre birinci viteste giden bir araba gibi görürken, nadir durumlarda bu arabanın hızlanarak beşinci vitese çıktığını ve âniden savrularak yeni bir yola geçtiğini kabul eder. Diğer bir deyişle sıçramalı denge, farklı bir ritimde ilerleyen yine bir Darwinci evrimdir. Ancak geleneksel Darwinistlerden farkı, iki şeyin bir arada olmasını istemesidir. Hem, Darwin'in düşüncesine göre kendi teorisi ile bağdaşmayan hızlı değişmeleri, hem de aynı zamanda, Darwinizm ile uyum içerisinde olan evrim için mekanik bir açıklamayı birlikte ister. Bunun en birinci sebebi hem değişim istemeleri, hem de bu değişimin geride evrime dâir bir kayıt kalmayacak kadar jeolojik açıdan çok kısa bir süre içerisinde olmasını istemeleridir. Kısacası sıkıştıkları noktada yeni bir argüman ortaya atarak hedef saptırma yoluna giderler.




Ancak, bu evrimleşme faaliyetini açıklama kapasitesinde olan mekanik bir mekanizmaya dâir, deneylerle doğrulanmış lâboratuvar bulguları gibi, sıçramalı denge teorisini destekleyecek hiçbir pozitif delil yoktur. Sadece fosil kayıtlarındaki eksikliği ve sessizliği aşmak için ortaya attıkları ve doğruluğu kendilerinden menkul bir anlayıştır. Gerçekte ise, burada derin bir ironi vardır. Sıçramalı denge, kendisini delillendirme açısından ana desteğini, geçiş fosillerinin olmamasında arar. Ancak sıçramalı denge teorisinin elinde, şu âna kadar bütün organizmalarda var olan fonksiyonel bilginin kaynağını yeterli şekilde açıklayacak hiçbir mekanizmanın teklif edilmediği gerçeğini göz ardı ederler. Bu açıdan bakıldığında bütün evrimci görüşlerin malûl olduğu aynı sakatlığı taşıyan bir görüştür. Çünkü gerek hücre, gerekse doku ve organ seviyelerindeki mükemmellik, plân, tasarım, hassasiyet, ahenk ve düzen gibi bütün güzellikler sonunda akılsız ve şuursuz tabiatın seçimine havale edilmiştir.


Sıçramalı denge hayatın tarihini, yukarıda izah edildiği şekliyle yorumlarken Neo-Darwinizm'in kullandığı mekanizmanın tamamen aynısını kullanır ve bu açıdan bakıldığında, sıçramalı denge, Neo-Darwinizm'in bir çeşididir ve temelde kendi başına yeni bir teori değildir ve burada öne sürülen senaryo, tamamen teorik olup, temel olarak delil eksikliğine dayanır.


Gerçeği hisseden fakat kabul edemeyen Stephen Jay Gould
Sıçramalı denge teorisinin kurucularından biri olan Stephen Jay Gould, evrimci olmasına rağmen kariyerinin çeşitli dönemleri boyunca hep Darwinizm'in eleştirilerine dikkat çekme eğiliminde olmuştur. Bilhassa Darwinizm'in, eleştirisel bir bakışa tâbi tutulmadan çağdaş disiplinler tarafından alınmasını ve kabul edilmesini tenkit etmiştir. Sıçramalı denge teorisini ileri sürerken de, asıl niyeti Darwinizm'in yanlış gördüğü yanlarının düzeltilmesiydi. Ancak buna rağmen, 2002'de ölümünden az önce, tabiî seleksiyonun, evrimin temel mekanizması olarak tanımlamasında Darwin'in tam olarak doğru düşündüğünü kabul etmiştir.



Gould'un çok sayıda kitabından sonuncusu, 1400 sayfalık Evrim Teorisinin Yapısı adlı büyük bir kitaptır. Gould bu kitabında el yordamıyla fakat kalbinin ve vicdanın sesine kulak vermeden yol almaya çalışırken, maalesef başarılı olamamıştır. Bu kitapta "organize olmuş adaptif kompleksliği" veya kendi adlandırmasıyla, "organizmaların anlaşılması güç karmaşık ve mükemmel tasarımlarını" açıklamaya geldiği zaman, tabiî seleksiyondan başka bir alternatifi yoktur.1 Gould bu durumu şöyle belirtir:



"Ben, ne organize olmuş adaptif kompleksliğin (çevre ile vücut yapıları ve organlar arasındaki uyumun mükemmelliğini) önemini ve ne de ona duyulan merakı inkâr etmiyorum. Organizmaların bu tarz özelliklerinin menşeini açıklayacak, alışılagelmiş tabiî seleksiyondan başka, canlılara ait olması gereken seviyede hiçbir mekanizma bilmediğimizin farkındayım. Bütün güzel biyomekanik tasarımların ortaya çıkması, bunların kompleks ve mükemmel olmasının bir açıklamasını yapmaya teşebbüs etmek, başka seviyelerdeki aktif süreçlerin bir yan sonucu olan rastlantılara dayanan bir üretimi veya tesadüfen ortaya çıkan bir orijin ihtimalini elbette imkânsız bırakır."1



Gould vicdanında susturamadığı fakat bir türlü de tam teslim olamadığı bu noktaya kitabında tekrar temas ederken, maalesef Dawkins gibi bir ateistle aynı çizgide olmayı kabul eder:

[Biz], organizmal seleksiyonun ne gücü ve faaliyeti ne de büyük ehemmiyeti ile uğraşmıyoruz. Daha önce tartışıldığı gibi, ben, Dawkins (1986) ve "organizmanın yaptığı şeyleri"? özellikle de tabiî dünya hakkındaki merakımızı artıran hayret verici tam donanımlı organizmik adaptasyonları ve Darwin'in en ünlü satırlarında (1859, sayfa 3) "takdirlerimizi harekete geçiren yapılardaki ve ko-adaptasyonlardaki mükemmelliği"? açıklamak için türlerin seleksiyonu gibi daha yüksek seviyedeki güçlere başvuramayan diğerleri ile tamamen hemfikirim.2



Enteresandır ki, ölümünden yirmi yıl önce, Gould, tabiî seleksiyonun evrimdeki önemi ve önceliği konusunda Oxford'daki ateist evrimci olan Richard Dawkins'le karşı görüşteydi. Tartışmaları o kadar sertti ki, Biyoloji ve Felsefe dergisi editörü, Kim Sterelny, bu konu üzerine, Dawkins Gould'a karşı: Güçlü olan Hayatta Kalır başlıklı bir kitap bile yazmıştır.3 Nitekim Dawkins, Gould'un son kitabında belirtiklerinden hareketle onun da kendisi gibi tam mânâsıyla ateizme teslim olduğunu söylemiştir. Gerçekten Gould, Dawkins'in biyolojik yapıları ?menşelerini, fonksiyonlarını, kompleks ve mükemmel oluşlarını ve çevreye mükemmel uyumları bakımından önemlerini- düşünürken gerçek mânâda önem verdiği şeyin, tabiî seleksiyonun bir ürünü olduğunu kabul etmiştir. Bu açıdan Gould da, en az Dawkins kadar Darwincidir.


Çıkmaz sokak: akıl, irade, şuur ve kudretten mahrum tabiatSıçramalı denge teorisinin en büyük sıkıntılarından birisi, yeni bir ekolojik ortamda yeni bir hayat tarzıyla karşılaşan organizmanın hemen ilk başlangıçta ve büyük adaptasyonları ortaya çıkaracak kadar hızlı değişmenin hangi akıllı ve şuurlu irade ve kudretle ortaya çıkacağı problemidir. Çünkü bu yeni ortam şartlarındaki uyum süreci hızlı ve yerli yerinde olmazsa organizma, daha iyi uyum sağlamış diğer rakip organizmalar tarafından yerinden edilmek ve elenmek tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hâlbuki tabiatta böyle akıllı ve her şeyi yerli yerinde yapacak irade ve kudret yoktur.



Sıçramalı dengedeki ikinci zorluk da aynı bakış açısından kaynaklanmaktadır. Tesadüfî bir evrimle ortaya konulan ilk değişmelerden sonraki iyileştirmeler teoriye göre muhtemelen daha küçük ve yavaş meydana gelmelidir. Genler sabitlendikçe, populasyonlar daha az çeşitlilik sergilemeli ve giderek adaptasyon yapma kabiliyetlerini kaybetmelidirler. Aslında bu husus İlâhî iradenin canlılar âlemini bir yaz-boz tahtası gibi değiştirirken ortaya çıkardığı İlâhî icraatın sebepler perdesinde görülen yüzüdür. Kudreti Sonsuz Yaratıcı her canlıya ihsan ettiği genetik programına uygun, esneklik veya darlık sınırlarını da belirlemiştir. Genetik bir sigorta gibi işleyen bu mükemmel adaptasyon neticesinde bir populasyon tabiattaki rakipleri tarafından tehdit edilmek açısından çevre şartları ile son derece uyumlu olmasına rağmen, yine de, yaşadıkları ekolojik saha, İlâhî takdir ile değişmeye uğratılırsa, nesil tükenmesi açısından "kolay elenen bir hedef" olacaktır. Dinozorların soylarının tükenmesinin sebebi hâlâ bir tartışma konusu olsa da, bazı deliller, bunun, kuşlar veya memelilerle rekabet edememekten çok, dar sınırlı (esnek olmayan) yaratılmış genetik uyum programları sebebiyle çevre şartlarındaki değişmelere uyum gösterememekten kaynaklandığını düşündürmektedir.


Dipnotlar1. Gould S. J. (2002): The Structure of Evolutionary Theory. Cambridge, Mass.; Harvard University Press.

2. Age, s. 886.

3. Sterelny, K.(2001): Dawkins vs Gould: Survival of the Fittest. Cambridge, UK:Icon Books.