16 Eylül 2012 Pazar

Sistematik Bir Problem Örneği: Pandalar (Bilim 'Yaratılış' Diyor-22)

Sistematik Bir Problem Örneği: Pandalar (Bilim 'Yaratılış' Diyor-22)







Evrimcilerin sistematiğe soktukları homoloji ve analoji kavramlarının sun'î ve peşin hükümlü bir ideolojik anlayışla değerlendirilmesi, tabiatta mevcut tek gerçek kategori "tür" kavramının tarifinde de sıkıntılara sebep olmuştur. Evrimcilerin inanç dünyasını sarsan ve içinden çıkılmaz bir duruma sebep olan önemli bir karışıklık, dev pandalar ve daha küçük olan kırmızı pandaların sistematiğinde ortaya çıkmıştır. Her iki panda da, Çin'in güney batısındaki bambu ormanlarının yerli hayvanlarıdır (Şekil–1). Bir yüzyıldan fazla süredir bu iki pandayı inceleyen bilim adamları, bu pandaların, ayıların ait olduğu familyaya mı, yoksa rakunlar ailesine mi ait olduğu konusunda müşterek bir hükme varamamış ve bir karar verememişlerdir. Bu hayvanları sınıflandırmaya yönelik 1869 yılındaki ilk ciddi teşebbüsten bu yana, bu sistematik problem üzerine kırktan fazla büyük çalışma yayımlanmıştır. İşin en hayret verici yanı ise, bu çalışmaların neredeyse yarısında pandaların ayılardan; diğer yarısında ise, rakunlardan olduğu neticesine varılmasıdır. Bu problemin çözülmesindeki başarısızlığı, bir bilim adamı, bir o tarafabir bu tarafa gitme mânâsında "taksonomik pin pon oyunu" olarak tarif etmiştir.




















Daha sonra 1964 yılında, Chicago'daki Tabiat Tarihi Müzesi'nde, Omurgalı Anatomisi Müdürü Dwight Davis, tartışılan bu konuda geniş ölçekli kabul gören ve çoğu biyoloğu tatmin eden bir yayın yapmıştır.1 Davis, dev pandaların rakunlarla alâkasının olmadığını ve ayılarla aynı aileden olduğunu, kırmızı pandaların da tam aksine ayılarla değil, rakunlarla aynı soydan oldukları neticesine varmıştır! Daha sonraki zamanlarda biyokimyaya ait biriken bilgiler, dev pandalar ile ayılar arasındaki benzerlik listesini daha da uzatmıştır.



Peki, o zaman, neden biyologlar uzun zaman iki pandanın yakın akrabalar olduğuna, aynı aileye dâhil olduklarına inanmışlardır? Bunun bir sebebi coğrafîdir. Eğer, kırmızı pandalar rakunlara, dev pandalar da ayılara dâhil ise, o zaman, kırmızı pandalar Amerika kıtası dışındaki tek rakun soyudur. Ancak tek kalmış bir rakun soyunun bulunacağı yer açısından Çin, akla en uzak yerdir ve çoğu biyolog için ihtimal dâhilinde değildir. Daha muhtemel olan şey ise, hem dev pandaların hem de kırmızı pandaların rakunlardan olmadığı yahut her ikisinin de rakun olduğudur.



Aynı coğrafik bölgede bulunmalarının yanı sıra, dev ve kırmızı pandalar davranış ve fizikî bakımdan çok sayıda ortak özelliğe sahiptir. Meselâ, her birinin ağız ve burun gibi üst çene bölgeleri benzerdir (Şekil–2). Her ikisinin de burunları kutup ayılarına göre daha kısadır ve çene kemikleri kafalarının arkasına doğru keskin bir şekilde genişlemektedir. Her iki panda da, iri küçük azı dişlerine ve bu özelliklerle koordineli çalışan gelişmiş çiğneme kaslarına sahiptir.























Bu benzerliklerin bazıları dışarıdan çok kolay görülen özellikler olmakla beraber, diğer bazı benzerlikler bu kadar bariz değildir. İki panda da, açıktan görülmeyen çok sayıda bazı özellikleriyle ayılardan farklılık gösterir. Meselâ, iki pandanın da mideleri, sindirim sistemleri ve karaciğerleri birbirine benzer; fakat ayılarınkinden önemli derecede farklılık gösterir. Evrimciler bu benzerliklerin sebebini, kısmen her iki pandanın da bambu ile beslenmesine bağlar. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Genetik olarak, dev pandalar, ayılar ile daha çok anatomik ve fizyolojik benzerliğe sahip olmalarına rağmen, genetik olarak dev pandalar kırk iki kromozoma sahiptir ve otuz altı kromozomlu kırmızı pandalara daha yakındır, ayıların çoğu ise yetmiş dört kromozoma sahiptir.



Zoologlar arasında, dev pandalar, en çok "başparmakları" ile tanınır ki, bu başparmak, onlara diğer ayılarda olmayan bir el mahareti kazandırır. Bu yapı, aslında gerçek bir başparmak olmamasına ve diğer parmaklarla kısmen karşılaşmasına rağmen, bir parmak gibi çalışmaktadır (Şekil–3 ve Şekil–4). Aslında bu yapı, bir parmak kemiği olmayıp, radial sesamoid kemik olarak bilinen, bilek kemiklerinden birinin genişlemiş şeklidir. Bu kemik, pandanın bileğindeki diğer kemiklerle uyumlu çalışır. Pandanın pençesinin açma, kapama, dönme vurma ve benzeri bütün hareketlerinde, bu kemiklerden birçoğu çalıştırılır. Dev pandaların bambuları tutma ve soymadaki mahareti gerçekten dikkat çekicidir. Bu faaliyet, pandanın gününün büyük kısmını alır ve genişlemiş radial sesamoidler, pandaların beslenme faaliyetinin başarısında anahtar role sahiptir.





























Kırmızı pandaların başparmakları, dev pandalarınki kadar belirgin olmasa da, onlar da benzer yapıda genişlemiş radial sesamoid kemiklerine sahiptir. Her iki pandada sadece bu yapılar değil, bunların destekledikleri diğer yapılar da benzerdir. Meselâ, dışa çeken kaslardaki kirişlerin (tendonların) radial sesamoidlere bağlanma şekilleri ve bilek kemikleri arasındaki çalışma yeri, her iki pandada da aynıdır. Buna ek olarak, dev ve kırmızı pandalar, davranış özellikleri bakımından birçok benzerliğe sahiptir. Meselâ, diğer birçok ayı türünün tersine, her ikisi de kış uykusuna yatmaz.





















Her iki panda, öyle benzer özelliklere sahiptir ki, bunlara bir liste hâlinde bakınca her ikisinin de ortak bir atadan geldiğine dâir inandırıcı deliller varmış gibi görünür. Gerçekten de, zoologlar başlangıçta, bu detaylı benzerlikleri homoloji olarak düşünmüşler ve onları ortak ataya sahip olmalarının bir neticesi olarak yorumlamışlar ve bütün pandaları bir ailenin içinde sınıflandırmışlardır. Zoologlar arasında ağır basan, iki pandanın ayrı ailelere mensup olduğu, paylaştıkları ortak özelliklerin de homoloji değil, analoji olduğu görüşünü (convergensi) bir an için kabul edelim. O zaman bu faraziye, bu iki pandanın paylaştıkları özellikleri kendi atalarına ait ailelerden almadıkları ve panda başparmağı (genişlemiş radial sesamoid) gibi çok özel ve seçilmiş yapıların, gelişmelerinin en başından itibaren ayrı ayrı yollardan aynı neticeyi verecek şekilde iki kere evrimleştiği mânâsına gelir. Daha basitleştirirsek, birbirinden çok farklı iki soya ait iki tür, farklı yollarda aynı kaderi yaşamıştır. Bu ise akılların alamayacağı kadar muhal bir tesadüfü teklif etmek demektir. Bunun gibi üst üste gelen iki tesadüf (ki canlılar dünyasında bunun nice benzerleri vardır) şöyle bir problemi akla getirir: Demek ki, benzer özelliklere sahip olmak, evrim ve akrabalık açısından güvenilir bir bilgi değildir! Hayatta kalmaları için hayvanlara verilen bazı özellikler, sadece onların ait oldukları gruba veya aileye verilmeyebilir. Diğer bir tabirle, önemli olan hayatını sürdürmek için işe yarayan bir âlete sahip olmaksa, bu âlet soyları farklı olsa da, benzer şekilde beslenen ve davranan ailelerde ortak bir yapı olarak bulunabilir. Biz panda türlerinin ayılardan mı, yoksa rakunlardan mı evrimleştiği kavgasını yapma yerine, bu hayvanların yaratılışındaki hikmetleri, organlarındaki estetik uyum ve mükemmel sanatı tefekkür etsek daha faydalı olmaz mı?


Darwinizm'in homoloji aldanması


Darwin, "Türlerin Menşei" adlı kitabında, homolojiyi açıklamanın en iyi yolunun, modifikasyonlarla birbirinden türemesiyle olması gerektiğini iddia etmiştir: "Eğer, bütün memeliler, kuşlar ve sürüngenler için hâlen mevcut olan yapılarına uygun bacaklara sahip bir ilkel ata –veya arketip farz edersek o zaman, bir insanın elindeki, bir yarasanın kanadındaki, bir yunusun yüzgecindeki ve bir atın bacağındaki vs. benzer kemik yapılarının, yavaş ve küçük modifikasyonlarla birbirinden türediğiyle açıklanacaktır."2 Darwin, homolojiyi evrim için önemli bir delil olarak görmüş, "sayısız türlerin, cinslerin, ailelerin ve bu dünyayı dolduran insanların hepsinin, her birinin ortak anne babadan kendine ait sınıf veya grup içinde türediği" hususunu bir gerçek gibi kabul etmiştir.3



Ancak, bazı benzer yapılar, keseli ve plasentalı memeliler örneğinde gördüğümüz gibi ortak ata yoluyla elde edilmemektedir. Bunu, biraz önce pandaların başparmağı örneğinde de gördük, zoologlar artık dev panda ile kırmızı pandanın başparmaklarının birbirleri ile ortak ata bağlamında münasebet içinde olduğunu düşünmemektedir. Benzer şekilde, bir ahtapot gözü ile bir insan gözü dikkat çekici şekilde birbirlerine benzemektedir; ancak zoologlar insanların ve ahtapotların atalarının böyle ortak bir göz yapısına sahip olduğunu düşünmemektedir. Tabiî ki bu durumda Darwinistlere tek çıkar yol olarak, bu tarz benzerliklerin "yakınlaşan evrim"in bir neticesi olduğuna inanmak, yani farklı yollardan aynı tesadüfî neticenin ortaya çıktığı gibi bir muhalin nasıl olacağını düşünmek kalmaktadır.



Sadece ortak bir atadan verasetle geçen yapıların, "homolojik" olarak adlandırılmasını garantiye almak için, Darwin'i takip edenler, homolojiyi, ortak atadan kaynaklanan benzerlik mânâsında yeniden tanımlamışlardır. NeoDarwinizm'in prensip mimarlarından biri olan Ernst Mayr'e göre: "1959'dan sonra biyolojik olarak bir mânâ ifade eden tek bir homoloji tanımı vardır: iki organizma, ortak atanın birbirine denk gelen özelliklerinden türediği zaman, bu iki organizmaya homoloji atfedilir."4



Homoloji yeniden tanımlandıktan sonra bile, birbirinden farklı organizmalarda son derece benzer homolog özelliklerin görülmesinin sebebini açıklayacak bir mekanizma olmadan, Darwinci açıklamalar hep eksik kalacaktır. NeoDarwinizm 193040'larda ortaya çıkmaya başladığında, bu problemi çözeceğini iddia etmişti. Onlara göre; "homolog özellikler ortak bir atadan verasetle geçen benzer genlerin bir sonucuydu." Ancak, biyologlar on yıllardan beri, homolog özelliklerin birbirine benzemeyen genlerden kaynaklanabileceğini ve tam aksine benzer genlerin, homolog olmayan özelliklerin temelini oluşturabileceklerini bilmektedirler. Bu yüzden, homolojileri üreten mekanizma bilinmez olarak kalmaya devam etmektedir.



Buna ilâveten, eğer homoloji ortak atadan kaynaklanan benzerlik olarak tanımlanırsa, o zaman, totolojik bir fasit daire şeklindeki bu sebepnetice münasebeti, ortak ata için delil olarak kullanılamaz. Darwin'in omurgalıların ortak atadan gelmesine delil olarak gösterdiği, omurgalıların ön bacaklarındaki benzer kemik yapıları örneğindeki gibi, ön bacakların homolog olup olmadığına karar vermek isteyen bir NeoDarwinist, ilk önce omurgalıların ortak bir atadan gelip gelmediğine karar vermelidir. Diğer bir tabirle, bacakların homolog olarak adlandırılmalarından önce, ortak ata için bir delil bulunması mecburidir. Ancak, tam bu noktada geri dönüp, homolog bacakların ortak ataya işaret ettiğini söylemek bir fasit daire meydana getirir ki, bu durumda ortak ata, homolojiyi, homoloji de ortak atayı belirlemektedir.



Birçok biyolog ve felsefeci, bu totolojinin ve fasit dairenin (kısır döngünün) farkına varmış ve bunu eleştirmektedir. 1945 yılında J. H. Woodger, homolojiye dayanan yeni evrim tanımının "attan önce, arabayı inşa etmek / işi tersinden yapmak" olduğunu yazmıştır.5 Alan Boyden: "Sanki bize yol gösteren benzerlikler olmadan ortak ataları bilebilirmişiz gibi!"6 diyerek, NeoDarwinci homolojinin "ilk olarak atayı bilmeyi, daha sonra da buna göre birbirine karşılık gelen organ veya parçaların homolog olduğuna karar verilmesini" gerektirdiğine dikkati çekmiştir. NeoDarwinci paleontolog George Gaylord Simpson, evrim akrabalığı mânâsını çıkarmak için homolojiyi ortak ata münasebeti olarak kullanmaya çalıştığında, bu totolojik düşünce (devridâimci düşünme) tarzından dolayı Robert Sokal ve Peter Sneath, tarafından eleştirilmiştir.7



Buna rağmen birçok NeoDarwinist, sebepnetice devridaimi suçlamasına aldırmadan, homolojiyi kullanmalarını savunmaya çalışır. Hâlbuki tanımın dayandığı mantık tam bir dogmatik totolojidir. Kendisi de bir evrimci olan David Hull'a göre, evrimci biyologlar, türlerin ilk çıkış kaynağı ile ilgili belirli bir faraziye ile işe başlarlar ve daha sonra benzerlikleri bu hipotezi netleştirmek için kullanırlar. Ancak, ne hikmetse işin ilginç yanı(!) bu metot, sadece ortak ata kavramını doğru sayarak çalışır. Eğer Darwin teorisinin başlangıçta doğru olup olmadığı sorusunu sorarsak, o zaman Hull'un başarılı gibi görünen tahmin yürütme metodu sadece bir başka "totolojik devridaim (kısır döngü)" olur.9



Biyoloji felsefecisi Ronald Brady, açık sözlü bir NeoDarwinizm eleştirmeni olarak şöyle bir gözlemde bulunmuştur: "Açıklanması gereken şartları tarif ederken bunların içerisine, kendi (ideolojik) açıklamalarımızı koyarak, ilmî hipotezler değil, inançlarımızı ifade etmiş oluruz. Açıklamalarımızın doğru olduğuna o kadar inanmışız ki, artık onları açıklamaya çalıştığımız durumdan ayırma adına herhangi bir ihtiyaç görmemekteyiz. Bu tarz dogmatik hevesler, eninde sonunda bilim alanını terk etmek zorunda kalacaktır."10



Bu açıdan bakıldığında bir evrimci, homolojiyi ortak ata inancıyla kabul edebilir; fakat buradan evrime bir delil çıkaramaz. Nitekim buna inanan David Wake: "Ortak ata, homolojinin olmasıdır" demiştir; ona göre "Homoloji, evrimin olması tahmin edilen ve beklenen bir neticesidir, fakat homoloji evrimin delili değildir."11



Homoloji, yapı bakımından ortak bir plâna göre yaratılmayı tarif etmek için kullanılabilir; ama bu kavramın "ortak bir atadan" gelme mânâsında kullanılmasının hiçbir ilmî geçerliliği olmayacaktır.


Fosiller homolojiyi gösterebilir mi?


Bazı zoologlar, homolojinin izlerini belirlemenin en iyi yolunun, iki veya daha fazla organizmadaki benzerliklerin izinin, kesintiye uğramamış fosil organizmalar ile bu organizmaların muhtemel ortak atalarına kadar sürülmesi olduğunu iddia ederler. Ancak, maalesef, fosilleri karşılaştırmak, canlı numuneleri karşılaştırmaktan daha kolay değildir. 1963 yılında, Sokal ve Sneath'in de işaret ettiği gibi, "Fosil delilleri elimizde olsa bile, bu delillerin öncelikle, benzer özelliklerin karşılaştırılması ile yorumlanması gerekir." "Fosillerin arasındaki ortak atadan kaynaklanan homolojiyi temel alarak yorumlamaya dair herhangi bir deneme, içinden çıkmanın mümkün olmadığı bir kısır döngü meydana getirir."7



Aslında, fosil kayıtlarından homoloji münasebeti yorumlamasını yapmak, canlı numunelerden daha zordur; çünkü fosil kayıtları parça parçadır ve fosillerde gerekli olan bütün özellikler korunmaz, yani fosiller normal olarak canlı organizmalardan daha az özelliğe sahiptir.


Kaynaklar
1. Davis, D. D.(1964): The Giant Panda: A Morphological Study of Evolutionary Mechanisms Chicago: Field Museum of Natural History.

2. Darwin, C. (1872): On the Origin of Species, 6th ed. London: John Murray, 383420.


3. Aynı eser: s. 403.

4. Mayr, E. (1932): The Growth of Biological Thought (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1932), 232, 465.

5. Woodger, J.H. (1945): On Biological Transformations, in W. E. Le Gros Clark and P. B. Medawar (eds.), Essays on Growth and Form Presented to D'Arcy Wentworth Thompson. Oxford, Clarendon Press, p. 109.

6. Boyden, A. (1947): Homology and Analogy. American Midland Naturalist 37: 648669.

7. Sokal, R. R. and Sneath, P. H. A.(1963): Principles of Numerical Taxonomy. San Francisco: Freeman, 21. 5657.

8. Hull, D. L. (1967): Certainty and Circularity in Evolutionary Taxonomy. Evolution 21: 174189.

9. Colless, D. H. (1967): The Phylogerietic Fallacy. Systematic Zoology 16: 289295.

10.Brady, R. H.(1985): On the Independence of Systematica. Cladistics 1: 113126.

11. Wake, D.B.(1999): Homoplasy, Homology and the Problem of 'Sameness' in Biology. Homology, Novartis Symposium 222. Chichester, UK: Wiley 45: 27.




Benzerlikleri Yorumlama (Bilim 'Yaratılış' Diyor-21)

Benzerlikleri Yorumlama (Bilim 'Yaratılış' Diyor-21)






Biyologlar Aristo zamanından beri, farklı organizmaların, farklılıkları yanında bazı benzer yönlerinin de olduğunu müşahede etmekteydi. Canlıların benzerliklerine ve farklılıklarına bakarak yapılan sınıflandırma çalışmaları ile taksonomi bilimi ortaya konulmuştur. Taksonomistler, canlıları sınıflandırma yanında, yaptıkları yorumlarla bu farklılıklardaki düzen ve hiyerarşinin ne mânâya geldiğini de izaha çalışırlar.



Paylaşılan benzerlikler arttıkça, sahip olunan ortak özelliklerin derecesi artar, bu tip benzer hususiyetleri paylaşan organizmaları birbirine daha yakın sınıflandırırız. Bir köpek, bir tilkiden çok, kurda benzer; bunun neticesi olarak, köpekler ve kurtlar aynı cins içerisinde (Canis) sınıflandırılır; tilkiler ise farklı bir cins içinde kabul edilir. Ancak, bir köpek, bir tilkiye, bir kediye benzediğinden daha çok benzemektedir; bu yüzden, köpek ile tilki aynı aile (Canidae) içinde sınıflandırılırken, kediler de başka bir aile içinde (Felidae) sınıflandırılır. Ancak bir köpek, bir kediye, bir ata benzediğinden daha çok benzer; bu yüzden bunlar da aynı takıma (Carnivora) yerleştirilirken, at başka bir takıma dâhil edilir. Buna rağmen yine de bir köpek, bir ata, bir balığa benzediğinden daha çok benzer; bu yüzden ilk ikisi aynı sınıfa (Mammalia) yerleştirilir ve balık da başka bir sınıfa (Osteichthyes) kaydırılır. Fakat bir köpek, bir balığa, solucana benzediğinden daha çok benzer; bu yüzden köpekler ve balıklar aynı filuma (Chordata) alınırken, solucan tamamen başka bir filuma (Annelida) dâhil edilir. Ancak, bir köpekle bir solucan arasında, bir köpekle bir zeytin ağacı arasında bulunandan daha fazla ortak nokta vardır; bu yüzden köpekler ve solucanlar aynı âlemden kabul edilirken (Animalia), zeytin ağacı tamamen farklı bir âlemin (Plantae) türü olur.




Darwin için benzerlik, ortak atadan gelmenin bir neticesidir. O, benzerlikleri, "aile benzerliği, akrabalık ve birbirinden türeme" olarak yorumlar. Evrimcilere göre iki organizma benzerse onlar ortak bir atadan türemişlerdir ve benzerlik derecesi, organizmaların ortak bir ata ile ne kadar yakından alâkalı olduğunu gösterir. Meselâ, bütün memeliler ortak bir vücut plânı üzerine inşa edilmişlerdir (Şekil-1). Evrimciler bu durumu, memelilerin, başlangıçta bu vücut plânına sahip ortak bir atadan türediği mânâsına geldiği şeklinde yorumlar. Böylece, memeliler arasındaki farklılıklar, temel vücut plânının, tabiî seleksiyon baskısı altında, her türde nasıl adaptasyona uğradığını gösterdiği söylenir.


Yaşayan organizmalar olmadığı için, fosilleri ata-oğul münasebeti kurmak için kullanamayız. Yakın zamanda gömülmüş iki insan iskeletini bile mezarlarından çıkararak tanımak istediğinizde tanıtıcı işaretler veya yazılı kayıtlar olmadan, bu iskeletlerin birbiri ile ne kadar yakından alâkalı ve ne derece akraba olduklarını söyleyemeyiz. Sadece onlardan aynı DNA'yı elde ettiğimiz takdirde ikiz olduklarını söyleyebiliriz. Aynı türe ait ve yakın zamanlarda gömülmüş iki iskeletin bile birbirine ne kadar yakın olduğunu söyleyemiyorsak, farklı türlere ait tarih öncesi fosillerin birbirleri ile ne kadar münasebet içinde olduğunu da söyleyemeyiz.



Bu sebepten paleontologlar, evrimci bir akrabalık münasebeti inşa etmek için, benzerlikleri temel almaya girişirler. Darwin'in teorisine göre, iki organizma arasında ne kadar çok sayıda benzerlik varsa, aralarındaki akrabalık bağı da o kadar kuvvetli olmalıdır. Ancak, bu benzerlikleri gerçek mânâsında ve hakikatine uygun yorumlamak çok kolay değildir. Bütün kuşların tüylerinin, balıkların büyük çoğunlukla kemik pullarının veya memelilerin kıllarının olması gibi bariz benzerliklerin ötesine geçildiğinde, hangi organizmaların birlikte sınıflandırılacağına karar vermek zor bir karardır. Sistematik kategoriler arasındaki hem dikey, hem de yatay seviyedeki benzerlikler, her birinden bir parça taşıyan mozaik bir desende görünmektedir.




Yavruları tam gelişmeden doğan keseli memeliler (marsupialia) ile embriyoları gelişmelerini annelerinin rahminde tamamlayan, plasentalı memeliler dikkat çekici tarzda birbirlerine benzer (Şekil-2). Örnek verecek olursak, iskelet yapıları açısından, Kuzey Amerika kurdu ile şuan nesli tükenmiş olan Tasmanya kurtları birbirine çok benzerdir. Çene ve diş yapıları gibi bazı özellikleri bakımından, bu iki kurt neredeyse birbirinden ayırt edilemez (Şekil-3). Ayrıca iki kurdun hayat tarzı ve davranışları da, birbirine oldukça benzemektedir.
































Ancak, bu iki hayvan, embriyonik gelişme gibi çok temel bir özellik bakımından birbirinden ayrılır. Bu yüzden taksonomistler bu gelişme farkı sebebiyle, iki kurdu iki ayrı alt sınıfa dâhil ederler. Kuzey Amerika kurtları köpeklerle birlikte ele alınırken, Tasmanya kurtları kangurularla birlikte sınıflandırılır. Darwincilere göre üreme mekanizmasındaki bu farklılık, iki tip kurdun birbiri ile uzaktan akraba olduklarını gösterir ve her birinin diğerinden bağımsız olarak evrimleştiğini gösterir, bu durum yakınlaşan evrim olarak isimlendirilir. Birbirinden ayrı evrim yollarının, benzer çevrede benzer taleplere uygun olarak, birbirinden bağımsız şekilde, benzer özellikleri ortaya çıkardığı iddia edilir. Darwinci faraziyeye göre, Kuzey Amerika kurdunun ortaya çıktığı, seçici rejim ve çevre şartları, Avustralya'dakine öyle çok yaklaşmıştır ki; benzer çevre şartlarına adaptasyon içerisinde, geniş çapta birbirinden ayrılmış iki kurt, neredeyse aynı olacak kadar birbirlerine gittikçe benzemişlerdir(!)



Ancak bu mantık silsilesi içerisinde iki problem vardır:



1- Her iki kurdun geçmişindeki çevreye ait taleplerin benzer olduğu varsayımını deliller desteklememektedir.

2- Çevre talepleri benzer olsa bile, farklı kıtalarda birbirinden ayrı olarak evrimleştiği farz edilen iki organizmanın, tesadüfen bütün bu kadar benzerliği yanında, çok farklı bir üreme sistemine sahip olması da tesadüfle izah edilemez.




Ancak, evrimcilerin eş zamanlı tesadüf beklentileri burada bitmez. Keseli kurtların yanı sıra, Avustralya'da daha bir sürü keseli hayvan yaşamaktadır. Keseli kediler, sincaplar, yaban domuzları, karıncayiyenler, köstebekler ve farelerin hepsinin de plasentalı benzerlerinden farklı görülmeleri, iki ayrı kıtada birbirinden bağımsız, aynı morfolojik tiplerin her birinin, benzer özelliklere sahip bütün bir alt sınıf olarak birlikte evrimleşmiş olmasını gerektirir. Takdir edici, seçici ve tasarruf edici irade sahibi bir Yaratıcı olmadan, yakınlaşan evrimin gerçekleşmiş olması, saflığı zorlayacak kadar tesadüf üstüne tesadüfe ihtiyaç duyar.



Analoji ve homoloji




Keseliler, taksonomi açısından evrimcileri sıkıntıya sokan bir soru ortaya çıkarır: Eğer, sınıflandırmanın temelini benzerlikler oluşturuyorsa, benzerliklerden ibaret bir karakter dizisi diğeri ile çatıştığı zaman ne yapmalıyız? Tasmanya kurdu, çoğu özellikleri açısından çarpıcı şekilde Kuzey Amerika kurduna benzemektedir. Ancak, Tasmanya kurdu bir keselidir ve bu önemli özelliği bakımından kangurulara da benzemektedir. Peki, sınıflandırma şemamızı hangi benzer özelliklere dayandırarak inşa edeceğiz?



Biyolojide, benzer özellikler fonksiyonlara ait veya yapıya ait olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkar. Meselâ, kuş kanadının da, sinek kanadının da uçmak için kullanıldığını biliyoruz. Her ikisinin fonksiyonu da aynı şekildedir: Hava akımı, yukarı doğru kanatların yüzeyine çarparak hayvanı havalandırırken, kanat çırpma da ileri doğru itme kuvveti sağlar. Ancak, bir kuş kanadı ile bir sinek kanadının içyapıları birbirinden çok farklıdır. Kuş kanadı, kan damarı ağlarıyla döşenmiş böylece oksijen ve gıda ihtiyacı karşılanan bir etten (kaslardan) meydana gelmiştir. Kanat yapısının sağlamlığı, içerisindeki kemikler ve üzerini örten kaslardan kaynaklanmaktadır. Öte taraftan, sinek kanadı ise, ne kemik ne de damar ihtiva eder. Bir uçurtmanın iskeletini yapan çıtalar gibi, kitin tellerden yapılmış bir ağın üstüne sıkıca gerilmiş olan ince kitin bir zardan meydana gelmiştir.




Kuş kanadı ve sinek kanadı, benzer fonksiyonlar yerine getirmelerine rağmen, farklı anatomik yapıya sahiptirler. Burada, benzerlik, yapı yerine fonksiyondadır. Ancak bu tek imkân ve ihtimal değildir. Tam tersine yapı benzerliği ve fonksiyon farklılığı olan durumlar da yaygındır. Meselâ, yarasa kanadındaki kemik yapısı, kabaca yunus balığının yüzgecindekine veya atın ayak iskeletine benzemektedir; fakat kanat, uçmak için kullanılırken, yüzgeç yüzmek için, bacaklar da koşmak için kullanılır.


Peki, biyolojik sınıflandırma açısından hangi tip benzerlik daha önemlidir: Yapı mı, yoksa fonksiyon mu? Modern taksonominin kurucusu ve evrime de karşı olan Carolus Linnaeus, bu problem ile 1700'lü yılların sonlarında karşı karşıya kalmış ve organizmaları, fonksiyon benzerliği yerine, yapı bakımından benzerliklerini temel alarak sınıflandırmayı tercih etmiştir. Böylece, Linnaeus, vücut yapılarındaki benzerliklerinden dolayı, uçan sinekleri kuşlarla birlikte sınıflandırma yerine, uçmayan diğer böceklerle birlikte sınıflandırmıştır. 1840'larda, İngiliz anatomici Richard Owen fonksiyon benzerliğini, "anoloji", yapı benzerliğini de "homoloji" olarak adlandırmıştır. Owen da sınıflandırmasında Linnaeus gibi fonksiyon yerine yapıya önem verirken, analojinin dış şartlara bağlı olarak birbirinden bağımsız yapılan adaptasyonlarla ortaya çıktığını düşünmüş; homolojinin ise, daha derin bir yapı münasebetini gerektirdiğini ileri sürmüştür. Her iki bilim adamı da organizmaların sınıflandırılmasında yapı benzerliğinin daha güvenilir bir yol gösterici olduğunu düşünmüştür.

























Homolog yapıların klâsik örneği olarak sunulan yarasa, yunus, at ve insanın ön bacaklarındaki kemik yapısının benzerliği (Şekil-4), sıcakkanlılık, süt üretimi gibi diğer fizyolojik benzerlikler ile birlikte düşünüldüğünde, dış karakterleri açısından gösterdikleri farklılıklara rağmen, bu dört türün memeliler olarak sınıflandırılmasını makul göstermektedir.



Darwin öncesi devirde yaşamış diğer biyologlar gibi, Owen da, homolog özelliklerin ortak bir yapıdan veya "arketip/ilk örnek"ten kaynaklandığını düşünüyordu. Ancak, bir arketip, Eflatun'un idealist ve ruhanî bir düşüncesi şeklinde anlaşılabileceği gibi, Yaratıcı'nın ilmindeki bir plân Aristocu anlayışla tabiatın yapısındaki bir kalıtım formu veya prototip bir organizma, yahut daha başka şekillerde anlaşılabilir. Hem Owen, hem de Darwin, arketipi, prototip bir organizma olarak düşünmüş olmalarına rağmen Owen bir evrimci değildi ve organizmaların, Yaratıcı tarafından ortak bir plân üzerine inşa edildiği görüşündeydi. Darwin ise, organizmaların kendi kendine ortak bir atadan türediğini düşünmekteydi.




Binalar, mimarî plânlar üzerine inşa edilmektedir. Tek katlı bir gecekondu, iki katlı bir ev, beş katlı bir bina, on katlı bir apartman ile seksen katlı bir gökdelende kullanılan kum, çimento, demir, ağaç ve cam gibi temel inşaat malzemeleri aynıdır; fakat her biri farklı bir plâna ve mimarî özelliğe sahiptir. Fizyolojik ortak bir ihtiyaç olarak ısınmak için hepsinin de ayrı ayrı sistemi vardır. Sırasıyla her biri, kendi yapısına uygun olarak tezek, odun, kömür, doğalgaz veya güneş enerjisi ile ısınır. Fakat aklı başında hiç kimse bu binaların kendi kendine, tesadüfen birbirinden türeyerek evrimleştiğini ve tek katlı evin gökdelene dönüştüğünü söyleyemez. Hepsini de bir mimar, kendi kafasındaki plâna, estetiğe ve ihtiyaçlara göre çizmiş ve inşa etmiştir.



Darwin'e göre, homoloji, evrim açısından ortak atayı destekleyen delildir. Evrimcilere göre, omurgalıların kemik yapısındaki benzerlikler, bütün omurgalıların ortak bir atadan geldiğini gösterir. Bir insan kolu ile bir köpeğin ön bacağına bakalım. Her ikisi de çok benzer tipte kemiklere sahiptir ve her ikisinin kemikleri de bu mantık sahipleri tarafından aynı isimlerle adlandırılmıştır (Şekil-5). Kemik yapılarının da birbirine benzemesine rağmen, ferdî olarak kemikler şekil ve fonksiyon açısından birbirinden oldukça farklıdır. Bir köpek, parmakları ile bir objeyi kavrayamaz veya başparmağını diğer ayak parmaklarının tersine tek başına veya yumruk yapılmış olarak dik tutamaz. İnsan eli ise, üzerinde yürümek veya uzun süre üstünde durmak için yapılmamıştır. Bu sebepten insan kolları ile köpek ön bacakları arasındaki benzerlik, fonksiyonellikten bağımsızdır. Darwinistlere göre ise bunların benzerliği, aynı temel kemik düzenlemesine sahip bir ortak atadan gelmelerindendir.


























Nedir bu ortak ata? Darwincilere göre, ortak ata böcek yiyen hayvanların (insectivora) (köstebekler, kirpiler ve sivri burunlu Farelerin dâhil olduğu memeli takımı) bir çeşididir. Bu böcek yiyici memelilerin sırasıyla önce, yarı sucul bir balıktan, sonra antik bir sürüngenden evrimleştiği varsayılmıştır. Balık, kemikli yüzgeçlerini sürüngenin bacaklarına devretmiş, bunlardan da ilk böcekçil memelinin bacakları oluşmuştur(!) Bir yüzgeç; bir at veya köpeğin bacağında işe yaramak için seçilecek en iyi yapı olmasa da, evrimcilerin elinde başka malzeme de yoktur! Evrim sadece var olan maddeler üzerinde işleyebilir. Buna göre, insan eli ve köpek ayaklarının ikisi de, bir balığın yüzgeci ile homologdur. Darwinci evrim, fırsatçı (oportünist) olduğundan, yani ideal parçalar eksik bile olsa, akıllı(!), şuurlu(!) evrim mekanizmaları, mutlak surette var olan parçaları yeniden şekillendirecek ve düzenleyecektir(!) Böylesine bir mantığa siz gülseniz bile, evrimciler bu yolla, bir yüzgeçteki kemiklerin insan elindeki ve bir köpek bacağındaki kemiklere dönüşeceğini kabul ederler.


Evrimciler, fosil kayıtlarındaki boşlukları izah edemedikleri için ara formlara ait fosilleri aramaya devam etmelerine rağmen, bir türden diğerine kesintiye uğramamış bir fosil serisini asla bulamamışlardır. Evrimcilerin ihtiyaç duydukları ortak atalar, fosil kayıtlarında eksiktir ve bu da büyük organizma grupları arasında aşırı derecede boşluklar meydana getirmektedir. Bu yüzden, homoloji iddiası, evrimcilerin ortak ata münasebeti kurmak için geriye kalan tek yoludur. Ancak, bu yol da çıkmaz bir yoldur. Homoloji ve analoji arasındaki ayrımı belirlemek her zaman kolay değildir. Homolog yapılar, hem görünüm hem de fonksiyonel açıdan birbirinden oldukça farklı olabilir (Şekil?4'teki bir yarasa kanadı ile bir atın ön bacağını karşılaştırınız). Öte taraftan, görünüş açısından çok benzer olan ve benzer fonksiyonlar sergileyen yapılar sadece analog olabilir; bu yüzden hem sınıflandırma hem de evrim münasebeti belirlenmesinde önemsiz olabilir. Balıklar ile balinanın vücut şekillerini düşünün. Linnaeus, çalışmalarının başlangıcında, balinaların balık benzeri şekillerinin, homolojik bir benzerlik değil, sadece analojik bir benzerlik olduğunu fark etmeyerek, Cetacea'ları (balinaları), balık olarak sınıflandırmıştır. Taksonomi çalışmalarında çoğu zaman, ilk etapta homolog olarak düşünülen şaşırtıcı yapı benzerliklerin daha sonra sadece analog oldukları belirlenmiştir. Birçok yapı da aslında homolog ve analog karışımıdır.




Canlılarda kendini gösteren mükemmel sanat; yarattığı canlının gıdasını, silâhını, yaşayacağı çevreye ait ihtiyaçlarını ve ekosistemdeki yerini, en ince teferruatına kadar bilen sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı'ya verilmediği müddetçe, akılsız ve şuursuz evrim mekanizmalarıyla, tabiat kuvvetleriyle veya maddî sebeplerle izah edilemez. Bütün bunlar, bırakın bir canlı organizmayı; bir hücreyi, bir organeli, hattâ kompleks bir proteini bile meydana getiremez.




31 Mayıs 2012 Perşembe

Yol Ayrımında İki Kavram: Mikro ve Makro Evrim (Bilim 'Yaratılış' Diyor-20)



Yol Ayrımında İki Kavram: Mikro ve Makro Evrim (Bilim 'Yaratılış' Diyor-20)




















Canlılarda değişme olduğu, inkâr edilmez biyolojik bir gerçektir. Fakat bu değişimin mahiyeti ve derecesi evrimciler için çok büyük bir problemdir. Onlar, ideolojik bir saplantı hâlinde yaratılışı inkâr için bütün himmet ve gayretleriyle türden türe geçiş olduğunu ispatlamaya çalışırken, bu değişimde hiçbir sınır tanımadan bir hücreli hayvanlardan insana kadar bütün canlıların bir ağaç şeklinde dallanarak birbirinden türediğini iddia ederler.



Douglas Futuyma'nın 2005 basımı, Türkçeye de çevrilen Evrim isimli ders kitabına göre, Darwin'in dallara ayrılan hayat ağacının üretilebilmesi için gerekli olan "farklılaşmanın olmazsa olmaz şartı", türleşmedir.1 Evrimcilerin üzerinde durdukları ve olmasını istedikleri, tabiatta müşahede edilmeyen makro evrim, tür seviyesi üstündeki değişikliklerdir. Onlar, meselâ bir kedinin kaplana, onun da aslana ve jaguara dönüşmesi gibi bir beklenti içindedirler. Hâlbuki biyolojik hakikatlere uygun olan ve tabiatta müşahede ettiğimiz "mikro evrim" ise, popülâsyon içerisindeki küçük genetik değişmelerle varyasyonların ve ırkların meydana gelmesidir. Darwincilerin beklentisi ise, "makro evrim" adını verebilecekleri ve dallara ayrılan ağaç yapısındaki bir şema ile temsil edebilecekleri biçimde, tamamen kendine has orijinal, yeni organların ve yeni vücut plânlarının ortaya çıkmasıdır. Evrimin tesadüflere, tabiata ve moleküllerin aklına(!) dayanan böyle bir makro evrimi göstermeleri bugüne kadar mümkün olmadığından, ideolojik bir dayatmayı da îmâ eden "evrim" tabirini kullanmamak ve yanlış anlaşılmalara imkân vermemek için, her zaman müşahede edilen "mikro evrim" yerine "küçük değişiklikler" veya "biyolojik değişim" tabirlerini tercih etmek daha uygun olacaktır.



Evrimci biyologlar da, uzun zamandır, mikro evrim ve makro evrimi birbirinden ayırmaktadırlar. Theodosius Dobzhansky'nin 1937'deki ifadelerine göre: "Var olan türlerin içerisindeki küçük ölçekli değişmeler (bunu mikro evrim olarak adlandırmıştır) ile fosil kayıtlarında gördüğümüz yeni türlerin ortaya çıkışı ve büyük ölçekli değişmeleri (bunu makro evrim olarak adlandırmıştır) birbirine bağlayacak güçlü herhangi bir delil yoktur." Dobzhansky'e göre: "Jeolojik ölçekte uzun zaman gerektiren makro evrim çapındaki değişiklikleri ortaya çıkaracak mekanizmalara dâir bir anlayış insanın hayat süresi içerisinde müşahede edilemez, bu yüzden ancak mikro evrim seviyesindeki değişikliklerden bir hüküm çıkarılması gerekir. Bu sebepten ötürü, şu ânki bilgilerimizle istemeyerek de olsa, makro evrime ve mikro evrime ait mekanizmalar arasına bir eşitlik işareti koymaya ve dayandığımız bu faraziyenin izin vereceği yere kadar araştırmalarımızı sürdürmeye mecburuz."2



Bazı Darwinistler mikro evrim ile makro evrim arasındaki farkı kabul etmemektedirler ve bunlar eleştirilerle karşı karşıya kaldıklarında, mikro ve makro evrim arasındaki farkı yumuşatmaya çalışırlar yahut aradaki farkı tamamen inkâr ederler. Brown Üniversitesi'nden Kenneth R. Miller: "Mikro ve makro evrim arasındaki sun'î ayrılık ortadan kaldırılmalıdır; çünkü makro evrim tabiatta gözlemlenmektedir."3 derken, aslı astarı olmayan bu düşüncesini ispat etmek için, Proceddings of the National Academy of Sciences USA dergisinde 2004 yılında basılan, var olan iki sinek türü üzerinde yapılan deneyler hakkında yazılmış bir makaleden alıntı yapmaktadır. Ancak makalenin yazarları, yeni bir türün oluşumu bir yana, yeni bir ırkın oluştuğunu bile iddia etmemişlerdir.4



Başka bir Darwinist Gary Hurd, mikro ve makro evrim arasındaki farkın sadece yaratılışçıların bir uydurması olduğunu iddia etmiştir. Hurd, Kansas Eyaleti Eğitim Başkanlığı'na şöyle yazmıştır: "Yaratılışçı polemikler dışında hiçbir mânâsı olmayan terimler olan 'makro' ve 'mikro' evrimi birbirinden ayırmanın absürtlüğüne işaret edecek, konusunda ehil başka yorumcuların olacağına eminim."5



Ancak, uzun zaman önce, "mikro evrim" ve "makro evrim" tabirlerini İngilizceye ilk sokan kişi, bir Neo Darwinist olan Theodosius Dobzhansky'dir. Dobzhansky bu tabiri kullanırken, insanların doğrudan gözlemleyebildiği küçük ölçekli değişmeler ile insanların doğrudan asla müşahede edemediği, ancak Darwin teorisine göre peşin bir fikir olarak canlıların tarihçesi içerisinde yine de mutlaka olması gereken büyük ölçekli değişmelerin olduğuna sadece inanmaktadır. Bu sebepten Dobzhansky, mikro evrim adını verdiği tür içindeki küçük değişikliklerin, bir sürecin sonunda makro evrimi açıklamakta yeterli olduğunu varsaymak mecburiyetindedir ve bu faraziyesi ilmî açıdan tartışmalı bir konu olarak kalmıştır. 1940 yılında, Berkeley'de genetikçi Richard Goldschmidt, ana fikri "Mikro evrim gerçekleri, makro evrimi anlamakta yeterli değildir." olan bir kitap yayımlamıştır.6 Goldschmidt kısaca özetlersek; "Mikro evrim, tür sınırının ötesine geçemez ve mikro evrimin tipik ürünleri olan jeolojik ırklar, türleşmeye başlamış türler değildir."6 diyerek, makro evrime gelecek itirazları belirtmektedir.



Benzer şekilde, 1996'da, biyolog Scott Gilbert, John Opitz ve Rudolf Raff Gelişim Biyolojisi dergisindeki ifadelerinde; "Genetik belki mikro evrimin açıklanması için yeterli olabilir; ancak gen frekanslarındaki mikro evrim denilebilecek küçük değişmeler bir sürüngeni bir memeliye, yahut bir balığı bir sürüngene dönüştürebilecek kabiliyette görülmemektedir. Mikro evrim, adaptasyonlara güçlü ya da uygun olanın hayatta kalması çerçevesinde bakar; fakat uygun olanın ortaya çıkmasını izah edemez." dedikten sonra şunu söyler: "Türlerin orijini problemi çözümsüz olarak kalmaktadır."7 Biyolog Sean B. Carroll ise, Nature dergisindeki şu ifadesiyle makro evrimin kolay bir şekilde izah edilemeyeceğini itiraf etmektedir: "Evrim biyolojisinde uzun zamandır tartışılan mesele, hâlâ yaşayan popülâsyonlarda ve türlerdeki gözlemlenebilir süreçlerin (mikro evrim), canlıların tarihçesinin uzun periyotları içerisinde meydana çıkan büyük ölçekli değişiklerin (makro evrim) açıklaması için yeterli olup olmadığıdır."8





Darwin, türlerin, sınırsız olarak değişmeler geçirebilecek ve evrimleşebilecek kabiliyette olduğu kanaatindeydi. Ancak, yüzyıllar boyunca biriken deliller, Darwin'in bu görüşüne ciddi şekilde meydan okumaktadır. Meselâ, hem tabiî hem de sun'î seçim, sadece var olan türler içerisinde bazı özellikler bakımından kısmî bir değişme meydana getirmektedir. Hermon Bumpus tarafından üzerinde çalışılan kuşlar, sadece dar sınırlar içerisinde değişikler göstermiştir.9 Tabiî seleksiyonun işlediğine dâir ders kitaplarında verilen örnek, koyu renkli gece kelebeklerinin, Sanayi İnkılâbı sırasındaki artan sayılarıdır; ancak, koyu renkli kelebekler de, açık renkli kelebekler gibi aynı türün içerisindeki çeşitlerdir. Seçici ıslâhçılıkta da, daha çok etli sığırlar, daha lezzetli tavuklar ve daha çok proteinli mısır elde edilmiş; ancak sığırlar yine sığır, tavuklar yine tavuk, mısırlar da yine mısır olarak kalmıştır. Genetik varyasyonları kullanarak evcil bitki yahut hayvan üretimi, ciddi mânâda artmaktadır; ancak, bütün bu durumlarda, varyasyonlar eninde sonunda durmuş ve daha fazla değişme olmamıştır. Tekrarlamak gerekirse, makro evrim için gerekli olan yeni organlar ve vücut plânları bir yana, kimse yeni bir türün bile seleksiyon tarafından üretilebileceğini gösterememiştir.



Tür sınırlarının tabiî seleksiyonla ve genetik mutasyonlarla aşılabileceği iddiasındaki Neo-Darwinizm, delillerle desteklenmemektedir. Hermann J. Muller, meyve sinekleri (Drosophila) ile yaptığı deneylerde sınırsız bir değişme göstermek istemesine rağmen, onun meyve sinekleri hâlâ meyve sineği olarak kalmıştır. Alman genetikçi Christiane Nüsslein-Volhard ve Eric Wieschaus, meyve sineklerinin gelişmesindeki mümkün olan bütün mutasyonları araştırmak için "mutajenez doyurma" adını verdikleri bir teknik kullanarak farklı gelişme safhalarında görülebilen çok sayıda mutasyon keşfetmişler ve çok çeşitli anomaliler üretmişler; fakat normal hayatlarında sineğe faydalı olacak yahut bir meyve sineğini başka bir türe dönüştürecek bir tek morfolojik mutasyon bulmamışlardır.10



2002 yılında, Kaliforniya Üniversitesi'ndeki biyologlar, karides gibi kabuklu hayvanların böceklere evrimleşmesi için her vücut bölümünden çıkan ayakların azalmasını ve altı ayaklı böceklerin ortaya çıkmasını sağlayan ve 400 milyon yıl önce ortaya çıktığını iddia ettikleri bir mutasyonu bulduklarını önce kısa bir bildiri ile ilân ettiler. Ancak daha sonra çıkan gerçek makalede çok daha mütevazı davranarak, sadece meyve sineği embriyolarının bacak çıkmayan karın (abdomen) bölmelerinde bacak meydana gelmesini engelleyen bir proteini keşfettiklerini söylediler.11 Gerçekten de bu protein, bacakların çıktığı göğüs (thorax) bölmelerinde bulunmuyordu. Ancak, karides embriyosu da benzer bir proteine sahip olduğu hâlde, bu protein karideslerde bacak meydana gelişini engellememektedir. Bu yüzden, karides embriyolarında hem göğüslerinden, hem de karınlarından bacak gelişir. Nitekim meyve sineğinin karnından alınan protein, başka bir meyve sineği embriyosunun göğsüne enjekte edildiğinde, bacak meydana gelmesi engellenmektedir. Ayrıca karidesin karın kısmında bulunan benzer protein, bir meyve sineği embriyosunun göğsüne enjekte edildiğinde, meyve sineğinde körelmiş ve kalıntı hâlde bacaklar gelişmiştir. Evrimcilerin buradan çıkardıkları netice; "Eski zamanlardaki karideslerin karın bölgesinde bulunan proteini kodlayan genin mutasyona uğrayarak şu ânda, meyve sineklerinde bacak meydana gelişini engelleyen bir hâle gelmiş olmasıdır."12



Aslında yapılan şey, sadece bir meyve sineği embriyosunda körelmiş ve kalıntı hâlde bir bacak üretmektir. Asıl yapmak istedikleri, evrim sırasında olduğu iddia edildiği gibi, bir karidesteki bacak sayısını azaltamamışlar ve suda yaşayan bir karidesin, havada nasıl nefes alacağı ve uçacağını açıklayamamışlardır.



Evrimcilerin gündeme getirdikleri diğer bir iddia ise, 1977'de Galapagos adalarındaki ispinozların çoğunun ağır bir kuraklık neticesinde öldüklerinde, hayatta kalanların ortalama daha büyük gagalara sahip olduklarıdır. 2004 yılında, bir araştırma grubu, daha büyük gagalı bu ispinozların, embriyolarında özel bir proteine sahip olduklarını bildirdi ve bu proteinin miktarını artırdıklarında tavuk embriyolarında bu proteinin başka tesirlerinin yanı sıra, gaga şeklinde de değişmeler olduğunu söyledi.13 Fakat bu proteindeki değişmeler, abartılmıştır. Yeni bir ispinoz türü şöyle dursun, yeni tipte bir gagaya sahip bir tavuk veya ispinoz nesli bile üretmemişlerdir. Ayrıca, kuraklık geçip yağmurlar geri döndüğünde, ortalama gaga büyüklüğü yine normale dönmüştür.14



Anlaşılacağı üzere proteinlerdeki değişmeler embriyolara tesir etmekte; fakat bu değişmelerin neticeleri her zaman ya küçük ve önemsiz, yahut zarar verici olmaktadır. Mutant meyve sinekleri üzerindeki çalışmalar, gelişim biyolojisi hakkında bir şeyler öğretmiştir; ancak, evrim hakkında herhangi bir şey öğretmemiştir. Meyve sinekleri embriyoları ile ne yaparsak yapalım, bütün deliller ortaya çıkabilecek üç muhtemel neticeyi göstermektedir: A- normal bir meyve sineği; B- hasarlı bir meyve sineği; C- ölü bir meyve sineği. Asla göremediğimiz şey ise, makro evrim gösteren farklı sinek türleridir.




Yeni türler ve yaratılış


Yeni türler, hayat tarihinde birçok kereler ortaya çıkmıştır. Zaten hiç kimse mevcut bütün türlerin bir ânda yaratıldığını iddia etmemektedir. Zaman içinde İlâhî ilim ve iradenin takdiriyle sebepleri ve şartları hazırlanarak, uygun ortamları ve gıdaları hazır hâle getirildikten sonra değişik zamanlarda canlı türleri yaratılmıştır. Nasıl yaratıldığı konusunda gelişigüzel iddialarda bulunamayız. Her tür; kendine has silâhlarıyla, donanımıyla, bütün organ ve sistemleriyle Sonsuz Bir İlim ve Kudret'in eseri olarak, tesadüfleri, akılsız tabiatı ve şuursuz atomların icraatını reddedecek sanat eserleriyle mücehhez bir şekilde ortada durmaktadır.



Ancak, Darwinci evrim için, yaratılış açısından sıkıntı olmayan bir problem vardır. Türleşme için ortaya atılan evrimci iddialar, bu teori içindeki her şeyin başlangıç noktasıdır. Eğer Darwinizm türleşmeyi açıklayamazsa, ne ileri ne geri giden, kontrolden çıkmış bir gemi gibi olur. Darwinizm'in türleşmeyi açıklamasının sadece bir yolu vardır; bu da, mikro evrimden, makro evrim mânâsını çıkarmaktır. İşte bu yüzden, türleşme için sadece bir mekanizma teklif etmek değil, aynı zamanda inandırıcı deliller de bulmak Darwinizm için çok önemlidir. Bu tarz deliller olmadan, mikro değişikliklerden makro evrim mânâsını çıkarmanın mantıkî bir yolu yoktur.


Peki, ya evrimci biyologlar bir zaman sonra türleşmenin olduğunu deneylerle gösterirlerse ne olur? Bu durum Allah'ın ilim ve kudreti ile yaratması açısından bir problem teşkil eder mi? Cevap; hayırdır. Sebebi de şudur: Eğer, türler, Mayr'in Biyolojik Tür Kavramı (kendileri gibi diğer popülâsyonlardan üreme açısından izole olmuş, kendi aralarında çiftleşebilen organizmalardan oluşmuş popülâsyonlar) olarak tarif edilmişse ve biyologlar iki popülâsyon arasında üreme bakımından daimî bir tecrit (izolasyon) üretebilse (veya ortaya çıkışını gözlemlese), o zaman türleşme konusunda bir mesafe alındığı söylenebilirdi. Fakat buna rağmen yine de, iki popülâsyon, muhtemelen makro evrime yol açacak tarzda bir farklılık göstermeyecektir. Sadece ortak gen havuzundan bazı açılardan farklılıklar gösteren varyas-yonlar ihtiva edecektir; fakat yepyeni ve çok farklı plâna, sisteme ve projeye sahip yeni vücut tipleri ortaya çıkamayacaktır.



Meselâ Hawaii ispinozlarını ele alalım. Bu kuşlar, dünya üzerinde herhangi bir yerde karşınıza çıkabilecek en sıra dışı renkli kuşlardır. Tüyleri çok güzel bir renk cümbüşünü yansıtır ve gagalarının şekli de büyük ölçüde farklılık gösterir. Bir çeşidi (Hemignathus munroi), kendisine has bir adaptasyona sahiptir. Alt gagası düzgün ve ağırdır, böcekleri bulmak için ağaç kakan misali, tahta içerisine delik açmak için bir keski gibi kullanır. Bunun yanında, üst gagası uzun ve bükülmüştür, bunu da böcekleri bulup çıkarmak için bir sonda gibi kullanır. Hawaii ispinozlarının tersine, Kuzey Amerika ana karasındaki ispinozlar, donuk renkli kuşlardır. Neden Hawaii ispinozları, ana karadaki ispinozlardan bu kadar farklıdır?



Darwin teorisine göre, tek bir çeşide ait birkaç kuş (veya hamile bir dişi), bir şekilde geçmiş zamanda ana karadan Hawaii'ye geldiler. Bu kuşlardan türeyenler daha sonra şu an gördüğümüz çarpıcı farklılıkları üretmek üzere yeni ortamları içerisinde özelleştiler. Ancak bu değişimler içerisinde, ispinozların temel vücut yapısı ve morfolojik özellikleri korunmuştur. Bir başka deyişle, sadece belli sınırlar içerisinde bir farklılaşma olmuştur. Hawaii ispinozlarının farklı formları (bildiğimiz kadarıyla), üreme açısından birbirlerinden izole olmuş durumdadırlar ve böylece Biyolojik Tür Kavramı'na göre ayrı tür olmuştur. Buna rağmen, bu farklı Hawaii ispinoz formları arasındaki fark, sözgelimi, her biri aynı türe mensup, farklı köpek nesillerinin arasındaki farktan daha fazla değildir. Aslında, bazı köpek ırklarının arasındaki morfolojik farklılık, Hawaii ispinoz türlerinin arasındaki farklılıktan çok daha büyüktür.



Ancak Darwinci evrim açısından asıl soru hâlâ cevapsızdır: Yeni organlar veya yeni vücut plânları gibi yeniliklerin kaynağı, menşei nedir? Harvard'dan Marc W. Kirschner ve Berkeley'den John C. Gerhart'a göre, Darwin teorisi yeni varyasyonlar, fizyolojiler, anatomiler ve davranışlar gibi biyolojik yeniliklerin kaynağı hakkındaki görmezden gelmekten kaynaklanan "büyük boşluk" diye adlandırdıkları bir problemden dolayı sıkıntı çekmektedir. Ayrıca "yenilikleri görmezden gelme", evrim teorisi içindeki "büyük zayıflıktır" ve "diğer her şeyi şüphe altında bırakmaktadır" şeklinde birçok ifadeleriyle de itiraflarını belgelemişlerdir.15



Evrim teorisindeki, bu probleme çare bulmak için, Kirschner ve Gerhart, "kolaylaştırılmış varyasyon" olarak adlandırılan bir teori öne sürmüştür. Buna göre, Darwin'in tesadüfî varyasyonları, evrim için faydalı ve işe yarayışlı olacak varyasyonlara doğru meyil göstermektedir. Peki, bu meyelân nereden kaynaklanmaktadır? Böyle bir temayül, kesin bir şekilde, sonsuz ilim ve irade sahibi, hikmetli yaratan bir Allah'ı gösterebilir. Aslında, onlar, akılsız ve şuursuz tabiatın bir organizmaya tecrübe edebileceği varyasyonları sınırlandırıp dizginleyerek verecek bir sistem aramaktadırlar; fakat ilimden ve bilgi birikiminden, akıldan ve şuurdan mahrum bir organizma, böyle sınırlandırılmış bir sisteme ilk olarak nasıl sahip olacaktır? Hangi varyasyon hangi sınırlar dâhilinde, hangi sırayla, hangi dozda ve seviyede çıkacağını nasıl bilecektir? Bu soru da evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur.



Bu açıdan, biyolojik yeniliklerin kaynağı problemi, evrim teorisi açısından çözümsüz olarak kalmıştır. Üreme açısından izolasyon herhangi bir biyolojik yenilik ortaya çıkarmadığından dolayı, daha önce birbirleri arasında çiftleşebilen iki popülâsyonun zaman bakımından yahut jeolojik olarak birbirinden ayrılması da problemi çözmez. Bu problem, evrimcilerin üreme açısından tecrit olmuş popülâsyonun genetik olarak farklılaşmasını açıklamak için başvurduğu mekanizma ile de çözülemez. Kurucu fertlerden veya genetik sürüklenmeden kaynaklanan gen frekanslarındaki değişmeler, sadece var olan varyasyonların değişik tarzda yeniden düzenlenmesidir ve bunlar yeni genler ortaya çıkaramazlar. Tabiî seleksiyon da, sadece mükemmel bir ölçü ve sisteme bağlı olarak yaratılmış varyasyonlar üzerinden çalışır; ekosistemdeki gıda zincirinin işletilmesine ve ilâhî kaderine bağlı olarak bazıları korunurken bazılarını elenir. Alman botanikçi Hugo de Vries'in 108 sene önce söylediği gibi:"Tabiî seleksiyon, en uygun olanın hayatta kalmasını açıklar, ancak bu en uygunun nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz."16



Hiçbir şey olmasa bile, Darwinistlerin, türleşmeyi açıklamak için başvurdukları mekanizma, genetik bilgide net bir kayba sebep olacaktır. Dezavantajlı varyasyonların tabiî seleksiyon ile elenmesi veya belirli genlerin genetik sürüklenme ile kaybolması, ata popülâsyonlarda var olan genetik çeşitliliği gerçekte azaltır. Bu durumda türleşemeye sebep olduğu düşünülen evrim mekanizmaları, dünya üzerindeki canlılarda gördüğümüz o muhteşem farklılıklar hâlinde sergilenen fonksiyonel bilgideki artışın kaynağı olamaz. Bilgi kaybıyla ilerlemeye çalışan bir evrim, eninde sonunda bir yerde sona erecektir. Organizmalar, türleşme esnasında yeterli miktarda genetik bilgi kaybederlerse, hayatta kalmaları tehlikeye girer ve netice, evrimden ziyade neslin tükenmesi olur.



Biyolojik çeşitliliğe ve tür içi değişikliklere sebep olan maddî mekanizmalar, ancak yaratılmış mevcut sistem içindeki prensipler çerçevesinde işletilerek ırk ve çeşitlerin zenginleşmesine vesile olur.



Yaratılış inancı türleşmeye ne ihtiyaç duyar ne de onu dışlar. Türleri sanki değişmez olarak yaratılmış da görmez. Çünkü statik ve değişmeyen sabit bir form düşüncesi de Yaratıcı'nın kudretine ve ilmine eksiklik getirir. Tabiî seleksiyon ve zâhiren tesadüfî gibi görünen genetik değişmeler küllî bir kaderî plânla ortaya konulan İlâhî bir icraat olup, maddî mekanizmalar ve sebeplerin kendi başlarına yapabilecekleri işler değildir. Varyasyonların miktarlarında ve kalitesinde kaderî açıdan belirlenmiş keskin sınırlar vardır. Sonsuz ilim sahibi Yaratıcı aynı zamanda, bütün varlıkları ve hususiyle hayat sahiplerini bütün fizikî durumlara ve şartlara göre yönlendirip, onların uyum sağlayabilmesi, hayatta kalabilmesi için gerekli teçhizatı ve maddî mekanizmaları ihsan etmesiyle uygun düşecek kapasite ve kabiliyeti de yarattıklarına vermiştir. Bu tarz bir yaratma ile yönlendirilmiş hayat formlarının içerisinde İlâhî sanatı ortaya çıkaracak yeni bilgiler, her zaman ortaya çıkabilecektir. Bunun nasıl gerçekleştiği, pozitif bilimin sınırlarını aşan, ancak vicdanla, akleden kalble ve kısacası imanla cevaplanabilir.



Dipnotlar:


1-Futuyma, D, J. (2005): Evolution. Sunderland, Massachusetts, Sinauer Associates, p.401

2- Dobzhansky, T. (1982): Genetics and the Origin of Species, (1937; reprinted New York: Columbia University Pres, p.12.

3- Miller, K. R. (2005): Statement to the Kansas State Board of Education. http://www.ksde.org/outcomes/sciencereviewmiller.pdf

4- Linn, C.E.Jr., Dambrobki, H.R., Feder, J.l., et al. (2004): Postzygotic Isolating Factor in Sympatric Speciation in Rhagoletis Flies: Reduced Response of Hybrids to Parental Host-Fruit Odors. Proceedings of thi National Academy of Sciences USA 101. 17753-17758.

5- Hurd, G. (2005): To the Committee, review of proposed changes to Kansas State Science Standarts. http://www.ksde.org/outcomes/sciencereviewhurd.pdf

6- Goldschmidt, R. (1940): The Material Basis of Evolution (New Haven:Yale University Press, No:8.

7-Gilbert, S.F., Opitz, J.M. and Raff, R.A. (1996): Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology. Developmental Biology 173: 357-372

8- Carroll, S.B. (2001): The Big Picture. Nature 409: 669.

9- Johnston, R.F., Niles, D.M. and Rohwer, S.A. (1972): Hermon Bumpus and Natural Selection in the House Sparrow Passer domesticus. Evolution Vol. 26, No. 1 (March), pp. 20-31 Society for the Study of Evolution.

10-Nüsslein-Volhard, C. and Wieschaus, E. (1980): Mutations Affecting Segment Number and Polarity in Drosophila. Nature 287: 795-801.

11- Ronshaugen, M., McGinnis, N. and McGinnis, W. (2002): Hox Protein Mutation and Macroevolution of the Insect Body Plan. Nature 415: 914-917.

12-Wells, J. (2002): Mutant Shrip? - A Correction. Discovery Institute. February 11.

13- Abzhanov, A. Protas, M., Grant, B.R., Grant, P.R. and Tabin, C.J. (2004): Bmp4 and morphological variation of beaks in Darwin's finches. Science 305:1462-1465.

14- Gibbs, H. L.,Peter R. Grant, P. R. (1987): Oscillating selection on Darwin's finches. Nature 327, 511 - 513 (11 June)

15- Kirschner, M.W. and Gerhart, J. C.(2005): The Plausibility of Life: Resolving Darwin's Dilemma (New Haven, Connecticut: Yale Universitiy Press). Önsöz'de geçiyor.

16- De Vries, H. (1904): Species and Varieties: Their Origin by Mutation. Reprinted New York:Garland, 825-826.



8 Mayıs 2012 Salı

Evrimcilerin Türleşme İddiaları Ne Kadar Doğru? (Bilim "Yaratılış" Diyor–19)



Evrimcilerin Türleşme İddiaları Ne Kadar Doğru? (Bilim 'Yaratılış' Diyor–19)


Evrimciler; hırsla ve büyük ümitlerle en büyük delil diye düşündükleri bir türün farklı bir türe dönüşmesine ait ilmî veri, belge ve fotoğrafları inkâr edilemez şekilde kamuoyuna sunmayı beklemektedir. Maalesef spekülatif ve sübjektif yorumlar dışında, bir türün diğer bir türe dönüştüğüne dâir müşahhas bir bilgi yoktur. Üreme açısından izole olduğu için genetik bakımdan değişerek yeni bir türün ortaya çıktığına dâir ellerinde bir delil olmamasına rağmen bazı Darwinciler, hâlâ çok sayıda yeni türün ortaya çıkmakta olduğunu iddia etmektedir.1 İddia edilen bu örneklerin çoğu, aslında türlerin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dâir evrim teorisini savunmak için kullanılan, var olan türlere dâir bir analizdir. Ancak, türleşmeye dâir bir teoriyi desteklemek için mevcut yaşayan türler üzerinde analiz yapmak, başından sonuna kadar bir türleşme hâdisesini meydana gelirken gözlemlemekle aynı şey değildir.



Türleşme olduğu iddia edilen bazı gözlemler, kromozom sayısındaki artıştan veya "poliploidi"den dolayı sadece çiçekli bitkilerde görülen bir durumdur ve iki türün yeni bir tür oluşturmak için melezlenmesi neticesi meydana gelir.2,3 Evrimci biyolog Douglas Futuyma'ya göre: "Bazı bitkiler arasındaki poliploididen dolayı meydana gelen bu tip türleşme, tamamen farklı ve yeni karakterler sağlamaz, dolayısıyla yeni bir cinsin veya daha yüksek seviyede bir sınıflandırma grubunun evrimine sebep olmadığından, sekonder (ikinci derece) türleşme olarak isimlendirilmelidir."4 Hayvanlarda bir türün alttürlere ayrılması bu çerçevede değerlendirilebilir. Alttürler veya ırklar ise yeni bir tür değildir. Hâlbuki Darwinci evrim, var olan tek bir türün, yeni türlere ayrılmasına (birinci derece türleşme) daha sonra da oluşan bu yeni türlerin, yeniden farklılaşıp tekrar yeni türlere ayrılmasına dayanır. Dolayısıyla Darwinci evrim tarafından iddia edilen, dallanan ağaç yapısını, ikinci derecede bir farklılaşma (ırk meydana gelmesi) meydana getiremez. Böyle dallanan ağaç yapısı ancak (hiç meydana geldiği görülmeyen) birinci derecede bir türleşme durumunda meydana gelebilir.



Melezleme olmadan da fizikî veya kimyevî müdahale ile poliploidi (kromozom artışı) yapılabilir; fakat böyle yeni ırkların çıkarılması şeklindeki melezleme ancak bitkilerde görülmektedir. Meselâ, yirminci yüzyılın başlarında, İsveçli bilim adamı Arne Müntzing iki bitki türünü melezlemiştir. En çok bilinen poliploidi tipi olan, kromozomların iki katına çıkarılması şeklindeki çalışmalarda, yeni melezler üretildikçe bunların da yine nane ailesinin bir üyesi olan ve zaten yaratılıştan tabiatta bulunan benzer bitkiler olduğu görülmüştür. Müntzing, bu bitkilerin zaten tabiatta bulunmasından dolayı, kendisinin tercihli ve iradî olarak meydana getirdiği, aynı melezleme süreci ile ortaya çıktığı neticesine ulaşmıştır.5




















Melezleme ile türleşmenin meydana geldiğine dâir diğer bir örnek 2006 yılında, Nature dergisinde yayımlanmıştır. Merkezî Amerika kelebeklerindeki melezleme ile türleşme olduğuna dâir bu iddianın mahiyetinin hangi derecede olduğu, yani bir ırk mı, yoksa yeni bir tür mü olduğu henüz belli değildir. Ancak, melezleme ile ortaya çıkan yeni fertler (poliploidi olsun olmasın) çok büyük çoğunlukla, alttürleri veya ırkları meydana getirmektedir. Bu durum Darwin teorisi tarafından ihtiyaç duyulan birinci tipteki gerçek bir yeni tür ortaya çıkması değildir. Darwinci evrim, bu konuda tam aksini iddia etmektedir; onlar bir türün, birbirinden ayrılmaya başladığını ve neticede ikiye ayrılarak yeni tür meydana getirdiğini söylemektedir. Hâlbuki melezleme bunun tam aksine iki ayrı türün birleşerek ortalama bir özelliğe sahip bir tip oluşturmasından bahseder. Bu açıdan, yeni hayvan türlerinin melezleme ile oluştuğu keşfedilse bile, bu Darwinizmi doğrulamaz.6



Medya dünyası, gerçek türleşmeyi destekleyen bir örnek bulamadığından, türlerin ortaya çıkmasının bir yolu olarak gördükleri melezleme çalışmaları neticesi ortaya çıkan bir ırkı bile müthiş bir abartma eğilimindedir. Meselâ, 9 Haziran 2004'te, BBC'de, "Bilim adamları yeni bir türün doğumunu görmektedir." şeklinde bir haber verilmiştir.7 Ancak, BBC'nin raporunu dayandırdığı makale, var olan iki meyve sineği türünün tamamen üretken yavrular vermese de melezlenebileceğine dâirdir. BBC'nin, yeni bir türün doğumuna dâir kendinden emin raporunun aksine, bilim adamlarının: "Melez erkek kısırlığının basit bir temeli yoktur ve önceki Drosophila türleşme çalışmaları muhtemelen sadece özel bir hikâyedir."8 şeklindeki ifadeleri, gerçekte çıkan neticenin daha değişken veya kararsız olduğunu belgelemektedir.



Darwinistler tarafından iddia edilen türleşme hikâyelerinden sadece beşi, birinci derecede türleşme iddiasına biraz yaklaşmıştır. 1962 yılında, J. M. Thoday ve J. B. Gibson, Drosophila'ya (meyve sineği) ait bir tek populasyon içerisinde bulunan sadece çok fazla sayıda tüycüğe sahip fertler ile çok az sayıda tüycük sahibi fertleri çiftleştirmiştir. On iki nesil sonrasında, hem tüycük sayılarında farklılık gösteren, hem de kısmî izolasyon gösteren iki populasyon üretilmiş; ancak deneyi yapanlar bile yeni bir tür ürettiklerini iddia etmemişlerdir. Ayrıca, diğer lâboratuvarlar da, bu araştırmacıların neticelerini tekrar elde etmekte başarılı olamamıştır.9



İkinci olarak, 1958 yılında Theodosius Dobzhansky ve Olga Pavlovsky, Kolombiya'daki bir sinek soyuna ait tek bir dişiyi kullanarak, lâboratuvarda bir meyve sineği populasyonu oluşturmaya başlamıştı. Lâboratuvarda, bu sinek ile diğer soylar arasında çaprazlamalar yaparak kısır olmayan melezler ürettiler. Ancak 1963'te, yapılan benzer çaprazlamalarda kısır melezler meydana gelmiştir. 1966'da Dobzhansky ve Pavlovsky, 1958'de açıkladıkları neslin, "lâboratuvarda 1958 ile 1963 yılları arasında bir zamanda ...yeni bir ırk veya türleşmekte olan bir tür"e dönüştüğü sonucuna varmışlardır.10 Ancak Coyne ve Orr, 2004'te, bu neticenin "Diğer alt türlere ait kültürlerden bir bulaşmadan kaynaklanıyor." olmasından şüphe ettiklerini yazmışlardır.11 Her durumda da, Dobzhansky ve Pavlovsky, yeni bir tür değil, sadece "yeni bir ırk" rapor etmişlerdir.



Üçüncü olarak, 1964 yılında biyologlar, Los Angeles Limanı'ndan bazı deniz solucanları toplamışlar ve bunları bir lâboratuvar kolonisi başlatmak için kullanmışlardır. On iki yıl sonra aynı yere geri döndüklerinde, orijinal populasyon yok olmuştur, bu yüzden de birbirinden kilometrelerce uzaklıkta diğer bölgelerden solucanlar toplamış ve bunları iki yeni lâboratuvar kolonisi üretmek için kullanmaya başlamışlardır. 1989'da, araştırmacılar görmüştür ki, bu iki yeni koloniler kendi aralarında çiftleşebilmektedir; ancak yirmi beş sene önce meydana getirilen Los Angeles Liman Kolonisi ile çiftleşememektedirler. 1992 yılında James Weinberg ve çalışma arkadaşları bu durumu, orijinal koloninin "1964'ten öncesine nazaran, 1964'ten sonra lâboratuvarda türleştiği" faraziyesine dayanarak, "hızlı türleşme"ye ait müşahede edilmiş bir örnek olarak adlandırmışlardır.12 Ancak birkaç yıl sonra, Weinberg ve arkadaşları, yaptıkları çalışmada, orijinal türün "1964'te ilk örneklemenin yapıldığı zamanda bile" yani çok önceden, diğer iki yeni türden "farklı bir tür" olduğunu göstermişlerdir.13 Kısaca söylersek hiçbir türleşme olmamıştır.



Evrimcilerin türleşme için verdikleri dördüncü deney, 1969'da E. Paterniani tarafından yapılmıştır. O, sadece bir hususiyete dâir iki aşırı ucu taşıyan fertleri çiftleştirmiş, neticede "iki mısır populasyonu arasında neredeyse tamamen bir üreme izolasyonu" meydana gelmiştir. Fakat E. Paterniani kendisi bile yeni bir türün üretildiğini iddia etmemiştir.14



Evrimcilerin türleşme hakkında iddia ettikleri son delil ise şudur: 1980'lerde William R. Rice ve George W. Salt, bir meyve sineği populasyonunu sekiz farklı çevrede yaşatmış ve daha sonra, en aşırı çevre şartlarını tercih eden sinekleri almış ve sadece bunların çiftleşmelerine izin vermiştir. Otuz nesil içerisinde, sinekler kendiliğinden, birbirleri ile çiftleşemeyen iki ayrı populasyona ayrılmıştır. Buna rağmen yine de, Rice ve Salt iki yeni tür ürettiklerini iddia etmemiştir. Daha mütevazı olarak, "türleşme başlangıcının" yaşandığına inanmışlardır.15



Yukarıda örneklerini verdiğimiz beş türleşme iddiasından dördünün türleşmeyle hiç alâkasının olmadığı ilk başta söylenmiş, sadece biri (Weinberg'inki) gerçek türleşme olduğunu iddia etmiştir ve daha sonra bu iddia da geri çekilmiştir.



Peki, "başlangıç safhasındaki türleşme" nedir? Darwin şöyle yazmıştır: "Benim görüşüme göre, canlılardaki çeşitlilikler, oluşum süreci içerisindeki türlerdir; biz bunları, başlangıç safhasındaki türler olarak adlandırıyoruz."16 Peki bu durumda iki ırkın, ayrı iki tür olma süreci içerisinde olup olmadığını nasıl bileceğiz? Saint Bernards köpeği ve Chihuahuas köpekleri iki farklı çeşittir ve normalde birbirleri ile çiftleşemezler; ancak aynı türe (köpek türüne) mensupturlar. Evrimcilere göre bu iki çeşit, ayrı iki tür olma yolundadır. Daha önce bahsedilen Rhagoletis pomonella'nın iki çeşidi, normal tabiat şartlarında birbirleri ile çiftleşmez. Ancak birbirlerine tamamen benzemektedir ve lâboratuvar şartlarında zorlandıkları takdirde birbirleri ile çiftleştirilebilirler. Bunlar da farklı köpek ırkları gibi, aynı türün elemanlarıdır. Bunları "başlangıç türleri" olarak adlandırmak daha sonraları ayrı birer tür olacakları iddia etmek, sadece evrimcilerin aşırı hoşgörülü tahminlerinden başka bir şey değildir. Bunların ayrı birer tür olacaklarını kim iddia edebilir? Bu tahminlerin doğru çıkıp çıkmayacağını görmek için, kısa ve sınırlı hayat sürelerimiz kâfi gelmez.

















Bu sebepten Darwinciler, çok uzun zaman alacağı gerekçesi ile türleşme için gerekli örnek eksikliğinin üzerinde durmazlar. Görüldüğü gibi, üzerinde bu kadar gürültü koparılan evrimin en önemli ve birinci basamağı olan türleşme konusunda, doğrudan gözlem yapılacak malzeme olmadığından, bütün iddialar dolaylı tahmin ve yakıştırmalara dayanmaktadır. Darwinciler, bütün türlerin varyasyon ve tabiî seleksiyon yolu ile tek bir ortak atadan geldiğini iddia etmektedir. Ancak, tek bir gözlemlenmiş durum gösterinceye kadar ispatlanmış ilmî bir gerçek olarak değil, iddiaları doğrulanmamış faraziye olarak kalmalıdır. Bristol Üniversitesi'nden bakteriyolog Alan H. Linton, 2001 yılında, türleşmenin doğrudan delili olup olmadığını değerlendirirken, tam olarak bu noktaya dikkat çekmiştir: "Literatürdeki iddiaların hiçbirinde olmayan ?ey, bir t?r?n bir ba?ka t?re evrimle?ti?inin g?sterilmesidir. Bakteriler, ba??ms?z şey, bir türün bir başka türe evrimleştiğinin gösterilmesidir. Bakteriler, bağımsız hayatın en basit formudur ve üreme sürelerinin yirmi veya otuz dakika kadar olması ve bir populasyonun elde edilmesinin sadece sekiz saat sürmesi açısından, hızlandırılmış bir süreç içinde evrimi gösterebilecek bir çalışma için ideal canlılardır. Ancak 150 yıllık bakteriyoloji bilimi boyunca, bir bakteri türünün bir başka türe dönüştüğüne dâir hiçbir delil yoktur. En basit tek hücreli hayat formlarında bile, türlerin değişmesine dâir bir delilin bulunmamasından dolayı, yüksek seviyedeki çok hücreli organizmaların bütün şubeleri bir yana, bakteriler gibi prokaryotik hücrelerden, bitkiler ve hayvanlar gibi eukaryotik hücrelere evrimleşmeye dâir hiçbir delilin bulunmaması şaşırtıcı değildir."17



Bu yüzden, alttürlerin (ırkların) ortaya çıkmasına ait tabiî (coğrafî olarak ayrılmalarından dolayı) veya insan müdahalesiyle ortaya çıkan ırklaşma örnekleri (köpek, güvercin, koyun, sığır ırkları gibi) dışında, hakiki bir türleşmeye ait deliller yoktur. Evrimci biyolog Lynn Margulis ve Dorion Sagan'ın 2002'de yazdığı gibi: "İster uzak Galapogos adalarında olsun, ister, meyve sineklerinin lâboratuvardaki kafeslerinde olsun veya paleontologların kalabalık çökelmiş kayaçlarında olsun, türleşme, şu ana kadar asla doğrudan gözlenmemiştir."18

Dipnotlar1. CALLAGHAN, C. A. (1987): Instances of Observed Speciation. The American Biology Teacher 49, p.34-36.

2. RAMSEY, J. and SCHEMSKE, D.W. (2002): Neopolyploidy in Flowering Plants. Annual Review of Ecology and Systematics 33:589-639.

3. ROSENTHAL, D.M., RIESEBERG, L.H. and DONOVAN, L.A. (2005): Re-creating Ancient Hybrid Species' Complex Phenotypes from Early-Generation Synthetic Hybrids: Three Examples Using Wild Sunflowers. The American Naturalist 166:26-41.

4. FUTUYMA, D.J. (2005): Evolution. Sunderland, Massachusetts: Sinauer Associates, 398 p.

5. MUNTZING, A.(1932): Cytogenetic Investigations on Synthetic Galeopsis tetrahit. Hereditas 16 (1932): 105?154.

RAMSEY, J. and Douglas W. SCHEMSKE, D. W.(2002): Neopolyploidy in Flowering Plants. Annual Review of Ecology and Systematics 33: 589?639.

6. MAVAREZ, J. et al.(2006): Speciation by Hybridization in Heliconius Butterflies. Nature 441: 868?871.

7. WHITEHOUSE, D. (2004): Scientists See New Species Born. BBC News, June 9, available online at http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/3790531.stm (last accessed January 16, 2007).

8. LAURA K. REED, L. K. and THERESE A. MARKOW, T. A. (2004): Early Events in Speciation: Polymorphism for Hybrid Male Sterility in Drosophila. Proceedings of the National Academy of Sciences USA 101 (June 15, 2004): 9009?9012

9. THODAY, J.M. and J. B. GIBSON, J.B. (1962): Isolation by Disruptive Selection. Nature 193: 1164-1166.

10. DOBZHANSKY, T. AND PAVLOVSKY, O. (1966): Spontaneous Origin of an Incipient Species in the Drosophila paulistorum complex. Proceedings of the National Academy of Sciences 55: 727-733.

11. COYNE, J. A. and ORR, H.A. (2004): Speciation. Massachusetts: Sinauer Associates, 138.

12. WEINBERG, J. R., STARCZAK, V. R. And JÖRG, D. (1992): Eviedence for Rapid Speciation Following a Founder Event in the Laboratory. Evolution 46: 1214-1220.

13. RODRIQUEZ-TRELLES, F., WEINBERG, J. R. and AYALA, F. J. (1996): Presumptive Rapid Speciation After a Founder Event in a Laboratory Population of Nereis: Allozyme Electrophoretic Evidence Does Not Support the Hypothesis. Evolution 50:457-461

14. PATERNIANI, E. (1969): Selection for Reproductive Isolation Between Two Populations of Maize, Zea mays L. Evolution 23:534-547.

15. RICE, W. R. and SALT, G.W. (1988): Speciation via Disruptive on Habitat Preference: Experimental Evidence. The American Naturalist 131:911-917.

16. DARWIN, C. (1859): On the Origin of Species. p.111

17. LINTON, A. (2001): Scant Search fort the Maker. The Times Higher Education Supplement (April 20, 2001), Book Section, 29.

18. MARGULIS, L. and SAGAN, D. (2002): Acquiring Genomes: A Theory of the Origins of Species (New York: Basic Books, p.32.


3 Mayıs 2012 Perşembe

6 Nisan 2012 Cuma

Tür Kavramı Karşısında Evrimin Açmazları (Bilim 'Yaratılış' Diyor -18)

Tür Kavramı Karşısında Evrimin Açmazları (Bilim 'Yaratılış' Diyor -18)






Canlılardaki Değişme Potansiyeli

Evrimcilerin inandıkları şekliyle "türden türe geçme veya bir türden başka bir türe dönüşme" olarak ifade edilen bir hâdisenin tabiî seleksiyon ve mutasyonlar gibi akılsız, şuursuz kavramlarla izah edilemeyeceği çok açık delillerle ortaya konulmasına rağmen, evrimcilerin bu inançlarında neden direndiklerinin üzerinde durulması gerekir.


Bu problemin en temel faktörlerinden birisi, gerek Darwin'in ve gerekse takipçilerinin çok önemli bir biyolojik gerçeği doğru tespit etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu biyolojik gerçek, türlerin zaman içinde gerçekten değiştikleridir. Bu zâviyeden bakıldığında evrimin ilk tespiti olan "Her canlı değişmektedir." temel esası doğru olduğu için, bu bir doğrunun arkasından yüzlerce mübalağaya, yalana ve çarpıtmaya kapı açılmıştır. Aslında insanlar yüzyıllardan beri türlerin değiştiğini, sadece kendi aileleri içerisinde değil, aynı zamanda evcil bitki ve hayvanlarda da müşahede etmektedir. Bir tür içerisindeki varyasyonlar ve modifikasyonlar ile çeşitlenme çok açık olarak görülen bir vakıadır. Ancak tür -belki de cins- sınırları içinde kalması gereken bu çeşitlik ve zenginliği, tür sınırları dışına taşıyarak takım, sınıf ve hattâ şube seviyesinde tatbik etmek Darwinizm'in en büyük hatasıdır. Tabiatta müşahede ettiğimiz ise, canlılardaki değişikliğin sadece tür içinde sözkonusu olduğudur; böylece türün genetik zenginliği kapasitesine bağlı olarak çeşitlenme ile yeni varyeteler ve ırkların (alttürler) yaratılması şeklinde tezahür etmektedir.


Şayet Darwin Mevcut (yaratılmış) Türler Zaman İçerisinde Nasıl Değişmiştir başlıklı bir kitap yazmış olsaydı, bu fazla dikkat çekmeyecek ve dünyayı bu kadar meşgul eden bir hâdise olmayacaktı. Fakat Darwin, Tabiî Seleksiyondan kaynaklanan bir güçle türlerin hiç yoktan, kendi kendine ortaya çıkışına ait bir kitap yazmıştır. Darwin'in bütün teorisi, biyologların "türleşme/çeşitlenme" olarak adlandırdığı hâdisenin, yani yeni türlerin mevcut olan türlerden nasıl meydana geldiğini/menşe aldığını açıklama üzerine inşa edilmiştir. Hayvan sistematiğinin en alt birimi olan alttürlerin (veya ırkların) meydana gelmesi, mevcut genetik mekanizmalar, iklim ve coğrafik şartlar hesaba katıldığında hem ilmîn ve mantığın kaideleri açısından, hem de gözlemler ve gerçekler bakımından mevcut vakıaya mutabık düşmektedir. Ayrıca herhangi bir inanç problemi de teşkil etmemektedir. Fakat evrimciler değişmenin keyfiyetini türden türe geçiş seviyesine yükseltince birçok açıdan problem çıkmaktadır.


Darwin Türlerin Menşei Üzerine yazdığı eserinde, bir türün bir başka türe dönüşmesinin evrimin en temel problemi olduğu gerçeğinin farkındaydı.1 Ancak Darwin "esrarın esrarı" olarak adlandırdığı bu sırrı asla çözememiştir.2 Mayr'e göre; "Darwin'in, bu problemi çözmekte başarısız olmasının sebebi, türlerin zaman boyutundaki modifikasyonlarını göstermesine rağmen, asla, bir türün nasıl ikiye ayrıldığı ve çoğaldığı problemini çözmeye dâir detaylı bir analiz yapmaya ciddi olarak teşebbüs edememiş olmasıdır."3


Bu temel eksikliğin farkına varan evrimci biyolog Keith Stewart Thomson 1977'de, şöyle yazmıştır: "Biyologlar için bitirilmesi gereken, ama bitmemiş olan iş, evrimin tartışılmayacak derecede apaçık görünen, henüz dumanı üzerinde tütecek kadar taze delillerini tespit etmektir." ..."Evrimin en tartışmasız delili ise belli bir bölgedeki küçük adaptasyonlar ve populasyonların farklılaşması konusunda değil, türleşme hakkında olmalıdır."..."Darwin'den önce de insanlar sun'î seçimle yüzyıllar boyunca yaptıkları ıslah çalışmalarında, işlerine yarayan koyun, inek, köpek gibi türlerin belirli sınırlar içerisinde değişebileceğini göstermişlerdi. Darwin ise, bu sınırların kırılabileceğini göstermek zorundaydı ve biz de göstermek mecburiyetindeyiz."4 Darwin'in günümüzdeki temsilcileri, yaşayan varlıkların evrimi hakkındaki çok geniş muhtevalı ve bir dünya görüşüne temel olabilecek kadar büyük iddialarını haklı çıkarmak için, önce tamamen bilimin bir meselesi olarak, türlerin herhangi bir iradeye ve takdire bağlı olmadan, sadece başıboş, maddî sebeplerle nasıl vücuda geldiklerini izah etmeleri gerekir.


Ancak iş göründüğü kadar basit değildir; çünkü biyologlar şimdiye kadar asla "türün" bir tek tarifi üzerinde anlaşmaya varamamışlarıdır. Evrimci biyologlar Jerry A. Coyne ve H. Allen Orr 2004'te yayımladıkları Türleşme adlı kitaplarında, "türün" yirmiden fazla tarifi olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu durumda türün gerçek bir tarifini nasıl seçeceğiz? Adı geçen yazarlara göre; "Biyologlar, tür kavramının birçok gâye için kullanışlı olmasını istemektedirler; fakat bu gâyeler farklılık göstermektedirler." Biyolog Coyne ve Orr'a göre tür tarifinde şimdilik beş önemli hedef esas alınmıştır: Tür eğer "1- Biyologlara organizmaları sınıflandırmakta yardım ediyorsa; 2- Tabiattaki varlıklara gerçekten karşılık geliyorsa; 3- Bu varlıkların nasıl meydana çıktığını anlamamıza yardım ediyorsa; 4- Canlılar tarihini doğru yansıtıyorsa; 5- mümkün olabildiğince çok organizmaya tatbik edilebiliyorsa" faydalıdır. Coyne ve Orr, "hiçbir tür kavramının, bu hedeflerin tamamını hattâ çoğunluğunu bile başaramayacağını" kabul etmiştir. Ancak, şunu hissetmişlerdir: "Bir tür kavramı üzerinde karar verirken, öncelikle, bir kişi, kendisine ait 'tür probleminin' tabiatını iyice teşhis etmeli; daha sonra, bu problemi çözecek en iyi kavramı seçmelidir."5


Darwinist evrimcilerin büyük çoğunluğu gibi, Coy­­ne ve Orr da, Ernst Mayr'in Biyolojik Tür Konseptini (BSC) tercih etmektedir ki, bu tarife göre tür; "Kendi aralarında çiftleşebilen ve benzer diğer gruplardan çoğalma açısından izole olmuş, tabiî populasyon gruplarıdır." Coyne ve Orr bu tür tarifini, neden diğer tariflere tercih etmektedir? Onlara göre; "Biyolojik Tür Konseptinin en önemli avantajı, kendi tanımladığı türlerin varlığını açıklamak üzere hemen bir araştırma programı fikrini vermesidir." Zîrâ istendiği takdirde herhangi iki farklı populasyona ait fertlerin bir araya geldiklerinde üreyip üreyemedikleri kontrol edilebilir, üreme açısından birbirlerinden tecrit olmuşlarsa (yani çiftleşemiyor veya çiftleşseler bile cinsî açıdan verimli -kısır olmayan- yavrular elde edemiyorlarsa) bunlar türleşme sürecini tamamlamış iki ayrı türdür.



Maalesef, Biyolojik Tür Konsepti sadece yaşayan ve cinsi (seksüel) olarak üreyebilen canlılara tatbik edilebilir. Bakteriler gibi cinsî olarak üremeyen (aseksüel, bölünerek üreyen) organizmalara uygulanamaz. Bu gibi türler birbirinden, morfolojik ve biyokimyevî temellere göre ayrılır. Biyolojik Tür Konsepti ölü organizmalara, meselâ fosillere de uygulanamaz. Fosiller arasındaki tür ayrımı da sadece morfolojik özelliklerine göre yapılır. Bu yüzden, Biyolojik Tür Konsepti evrimci biyologların ilgilendikleri birçok organizma için geçerli değildir ve kendini sadece canlıların, evrimin tartışmasız delilini sunma ihtimali en çok gibi görünen bir yönü ile sınırlandırır.


Biyolojik Tür Konseptinin şu anki eksiklikleri bir yana, Darwincilerin öncelikli olan tür tarifi hakkındaki görüşlerinin hayata geçirilmesi sırasında, temel bazı yanlışları vardır. Geçmişte başarısızlığa uğramış ve terk edilmiş birçok teori, Batlamyus'un Dünya merkezli kâinat anlayışı gibi gözlemlere ve deneylere imkân veren araştırma programı olarak değerlendirilmiştir. Ancak sonunda bunların ölü yanlışlar olduğu ispat edilmiştir. Bilimin ortaya koyduğu bir kavramın, kendi başına araştırmalara imkân sağlayabilme kabiliyeti, bu araştırmaların neticede tabiat hakkında doğru kavrayışlar sağlayıp sağlamayacağı hakkında kesin bir şey söylemez. Evrimcilerin bu tür tarifi çerçevesinde yaptıkları, "caddenin geri kalanı karanlık olduğu için, sokak lâmbasının altında bir şey arayan" adama benzer. Eğer adamın aradığı şey sokak lâmbasının altında yoksa onun bütün araştırması boşa gider. Hâlbuki caddenin aydınlatılmamış büyük bölümünde çok önemli hakikatler bulunmaktadır. Türleri tanımlamak için Biyolojik Tür Konseptini seçmekle, Coyne ve Odd da aynı hatayı yapmaktadırlar.


Çoğalma yönünden izole olmuş populasyonlar mânâsında türler











Mayr'in tür tarifine göre bir tür sadece "kendi arasında çiftleşebiliyorsa ve üreme bakımından diğer populasyonlardan izole olmuşlarsa" tür sayılır. Bu takdirde yeni türlerin ortaya çıkması için, başlangıçta bir arada yaşayan fertleri daha sonra birbiriyle çiftleşemez duruma getirecek engellerin durumu önem kazanır. Üremeye mâni engellerin en başında, bir türün iki populasyonunu birbirinden ayıran ve fizikî olarak üremelerini engelleyen sıra dağlar veya geniş su kaynağı gibi coğrafik engeller vardır (Şekil–1). Zaman geçtikçe, iki populasyon genetik olarak birbirinden uzaklaştığında, coğrafik bariyer ortadan kaldırılsa bile iki populasyon artık birbiri ile çiftleşemeyecek dereceye gelebilir. Bu teori allopatrik türleşmedir (allopatrik kelimesi Yunancada farklı anavatan mânâsındadır.)


Allopatrik türleşme teorisinin doğrudan bir ispatı yoktur. Bunu ispatlamak için birinci populasyonun ikinci populasyon ile çiftleşebildiği, ikincinin üçüncü ile üçüncünün dördüncü ile çiftleşebildiği fakat dördüncünün birinci ile çiftleşmesinin çok düşük ihtimalli olduğu veya mümkün olmadığı üreme zincirinin varlığını göstermek gerekir (Şekil–2). Bu durumlarda, ikinci ve üçüncü populasyonlar, birinci ve dördüncü populasyonlar arasındaki allopatrik türleşme sürecinin ara basamaklarını temsil eder. Bu teorik iddiayı ispatlamak için binlerce veya yüz binlerce yıl geriye giderek bugün ayrı tür kabul edilen ve dolayısıyla çiftleşemeyen canlıların geçmişte çiftleşebildiklerini göstermek gerekir. Bu ise mümkün değildir.




Allopatrik türleşme, son zamanlarda, evrimci biyologlar arasında en popüler olan teori olmakla beraber tek değildir. Simpatrik türleşme teorisine göre (simpatrik kelimesi Yunancada aynı anavatan mânâsındadır), iki populasyon, coğrafik bir engel olmadan da üreme açısından birbirinden izole olabilir. Bunun için de belli şartlara bağlı olarak bir delilden bahsedilebilir. Meselâ, iki yüzyıl önce, Kuzey Amerikan elma kurtçuk sineği Rhagoletis pomonella, sadece alıç ağacı üzerinde yaşayan fertlerden meydana gelirdi. Dişiler ağustosta alıç ağaçlarının üzerine yumurtalarını bırakır ve eylül sonunda yumurtadan çıkan lârvalar, kırmızı alıç meyveleri ile beslenirdi. Yıllar sonra elma ağaçları, Amerika'ya getirilince, bazı sinekler yumurtalarını bu ağaçların üzerine bıraktı ve lârvalar da elmalarla beslendi. Elmalar, alıçlardan önce olgunlaştığı için, şu anda elmada yetişen sinekler, alıçla beslenenlerden bir ay önce üremektedir. Çiftleşme takvimlerindeki bu bir aylık farklılıktan dolayı, bu iki çeşit sinek tabiatta birbirleriyle çiftleşmemektedir. Allopatrik türleşmenin tersine, bu durumda iki sinek çeşidinin bir araya gelmesini engelleyen mânia coğrafyaya bağlı değil, üreme zamanlarının çakışmamasına ve davranışlara bağlıdır.7


Fizikî şartlara veya zaman farklılığına dayanan bir mânianın, bir türü ikiye ayırması çok vakit alır. Teoriye göre, üreme açısından birbirinden tecrit edilmiş iki populasyon, farklı genetik değişmeler geçirir ve muhtemelen bir noktada genetik olarak artık birbirleriyle çiftleşemez duruma gelir. Çoğalma açısından tecrit olmuş populasyonların genetik açıdan nasıl farklılaşacağını açıklamak üzere çok sayıda mekanizma öne sürülmüştür. Tabiattaki ekolojik dengenin veya gıda zincirinin bir neticesi olarak bazı canlılar diğerlerini yakalayıp yerken, İlâhî seleksiyonla, populasyonların farklı çevre şartlarına uyum göstermesi için zemin hazırlanır; böylece sebepler açısından bazı genler desteklenir ve bazılarının hayat sahnesinden çekilmesi sağlanır. Bu sırada hayatta kalan ve izole olan populasyonlardan birisi çok küçük ise, gen frekansları İlâhî iradenin tercihi ile değiştirilmiş olur. Böylece bir populasyonda farklı karakterler (renk, büyüklük, hızlılık v.s) ağırlıklı iken, diğer gruptakilerde ayrı karakterler hâkim duruma geçer ve böylece iki ayrı alttür (veya ırk) meydana gelmiş olur ki, buna evrim veya türleşme değil, biyolojik değişim veya ırklaşma demek daha doğru olur.


Büyük ana gruptan kopan küçük populasyonlar sadece, farklı gen oranlarına sahip olma eğiliminde olmayıp (bu kurucu tesir olarak bilinir), aynı zamanda, başlangıçtaki genetik özellik dağılımlarının frekansı ne ise ondan da kolaylıkla "ayrı düşme" eğilimindedir (beklenen gen frekanslarındaki bu tarz değişme sapmaları "genetik sürüklenme" olarak bilinir). Ata kabul edilen ilk populasyonun gen frekanslarından bu ayrılma eğilimi, istatistikî olan genetik prensipler neticesinde çıkar; böylece, ihtimaliyet kaidelerine uyulur. Meselâ, bir siyah deney faresi beyaz bir deney faresi ile çiftleştiğinde, genetik prensiplere göre, kesin olarak beyaz yavru çıkma yüzdesi ile siyah yavru çıkma yüzdesi belirlenebilir. Ancak, herhangi bir çiftleşme neticesinde bütün yavrular siyah veya beyaz olabilir. Bunun sebebi nedir? İhtimaliyet kanunlarına göre, örnek sayısı ne kadar az olursa, beklenen neticelerde önemli sapmaların ortaya çıkma ihtimali o kadar daha fazla olur.


Bir parayı attığınızda, bu paranın ihtimal hesabına göre yazı veya tura gelme ihtimali eşittir. Bu sebepten, yazı tura attığınız zaman, aynı sayıda tura ve yazı gelmesini beklersiniz. Ancak, sadece dört kere para atsanız, netice ne olur? İhtimal hesabına göre beklenen netice iki yazı, iki tura gelmesidir. Fakat bu gibi az sayıdaki örnekle yapılan denemelerde ortaya çıkan neticenin, beklenenden farklı çıkma şansı yüksektir. Hattâ böyle bir örnekte, üst üste dört kere tura veya yazı atabilirsiniz. Beklenen neticeden bu kadar büyük ölçüde sapılmasının sebebi deneme sayınızın son derecede küçük olmasıdır. Fakat bin kez yazı tura atarak büyük bir deney yapsaydınız, o zaman attığınız turaların yazılara nispeti, beklenen % 50 - % 50 neticesine çok yakın olacaktı. Bu durumda daha büyük sayıda hâdise veya denemede neticeler ihtimal hesaplarına daha çok uyarken, az sayıdaki vaka veya denemede, ihtimal hesaplarından sapma ihtimali daha yüksektir diyebiliriz.


Yukarıda para atma misâli ile açıkladığımız prensip, büyük ana topluluktan kopan, küçük ve tecrit olmuş tâli veya küçük topluluklar için de geçerlidir. Bu küçük alt populasyonlar kendi içlerinde çiftleşmeye mecbur kalırlar. Bu yüzden böyle bir populasyon içerisinde nötr bir mutasyon (ne zararlı ne de faydalı olan bir mutasyon) bile çok yaygınlaşabilir. Buna alternatif olarak, büyük ana populasyon içerisinde zaten var olan ama çok yaygın olmayan bazı genler, bu populasyondan kopmuş küçük populasyonlarda tamamen baskın olarak görülebilir. Geçmişte ulaşım imkânlarının zor olduğu dönemlerde, Anadolu'nun belli bölgelerindeki dağ köylerinde hep kendi içlerindeki evlenmelerden dolayı, bir müddet mikro ırklaşma süreci yaşanmıştır. Belli morfolojik (burun, dudak şekli v.s. ) karakterler belli bölgelerde hâkim duruma geçince o bölge insanının tipik bir görüntüsü teşkil edilmiştir. Fakat daha sonraları ulaşım imkânları artınca her bölgenin insanı diğer bölgedekiler ile evlenebilir olmuş ve belli özelliklerin baskın olma durumu ortan kalkmaya başlamıştır. Böylece bu mikro ırklaşma süreci de bozulmuştur.



Meselâ, anne veya babalarından birisi albino (beyaz) olan biri dişi biri erkek, iki gri deney faresinden meydana gelen bir alt populasyon düşünelim. Genetik prensiplere göre bu hayvanlar heterozigotturlar (Gg). G, dominant gri renk özelliğine, g de resesif albino özelliğini belirlemektir. Bu gri deney farelerinin (Gg) çiftleştiğinde dört yavru meydana getirdiğini düşünelim. Mendel prensiplerine göre her bir anne veya baba deney faresi biri sadece G, diğeri sadece g genlerini taşıyan iki cins cinsiyet hücresi üretecektir. Mendel prensiplerine göre bu cinsiyet hücrelerinden (Şekil–3), üç tane gri yavru (GG, Gg ve gG), bir tane de beyaz yavru (gg) üretilmelidir. Fakat teorik olarak, olması gereken bu durum gerçek dünyada böyle olmayabilir ve bütün yavrular albino (gg) olarak doğabilir. Bu nesilden sonra, G alleli kaybolduğu için populasyonda sadece albino deney fareleri doğar.


Bir genin karşısındaki allelinin kaybolması ile diğer genin populasyon içerisinde yerleşmesi sürecine sabitleme denir. Sabitlemenin olması küçük populasyonlarda daha muhtemeldir; çünkü tesadüfî hâdiselerin tesiri küçük populasyonlarda daha büyük olmaktadır. Kurucu grubun dâhil olduğu bu küçük örnek, sadece şans ile kendilerinin geldikleri daha büyük gruptakinden farklı yeni bir gen frekansı elde eder. Kurucu tesirinin bir misâli olarak, Pensilvanya'daki Amish'leri verebiliriz. Menşeleri sadece 200 kişilik bir grup insandan geldiğinden ve kendi aralarında evlenmeye eğilimli olduklarından dolayı, Pensilvanyalı Amish'ler, kısa parmaklılık, kısa boyluluk, altıncı parmak ve belirli bazı hastalıkların genlerini taşıma açısından Amerika'daki bu genlerin ortalama bulunma nispetinden daha yüksek yüzdeye sahiptir.



Kurucu tesirine benzer olarak, darboğaz/şişe boynu tesiri de vardır. Darboğaz tesiri, bazı çetin çevre şartları populasyonun büyüklüğünü büyük ölçüde azalttığı zaman görülür. Bu tarz çetin hâdiseler, buzullaşma (muhtemelen Neanderthal'ler durumunda olduğu gibi), kuraklık veya çetin bir kış olabilir. Bu zorlu şartlarda hayatta kalmayı başaranlar yeni populasyonun kurucuları olur. Kurucu fertler az sayıda olduğu için, genetik sürüklenme, gen frekanslarını çabukça değiştirir. Ayrıca, hayatta kalanların gen frekansları zaten ilk safhada da ait oldukları orijinal populasyonun gen frekansından oldukça farklı olabilir (genel populasyonda nadir olarak bulunan bazı genetik faktörler, bu genleri taşıyan az sayıdaki fertte ise avantaj meydana getirerek, hayatta kalmalarına yardımcı olmuş olabilir). Bu yüzden, hayatta kalan küçük populasyonun gen frekansları, orijinal populasyonunkinden çok farklı olabilir. Böylece, hayatta kalanların sayısı artıkça ve yeni bir populasyon meydana getirdiklerinde, bazı karakterler bakımından kendilerinden ayrıldıkları orijinal populasyondan çok farklı olabilirler (Şekil–4). Fakat bu yeni bir tür meydana gelmesi demek değildir. Aynı türün farklı desenlerinin ortaya çıkması demektir. İlk atalarımız olan iki insandan; zenciden beyaza, Kızılderili'den sarı ırka ve Aborijinlere kadar bütün insan ırkları, sebep olarak yaratılan aynı genetik mekanizmaların işletilmesiyle çeşitlenmiş ve Allah'ın (celle celâlühü) güzel isimlerinin tecellisi olarak bütün dünyaya yayılmışlardır. Evrimcilerin teorik düşüncelerine göre ise bu ırklar henüz tam evrimleşmemiş olduklarından, belki birkaç yüz bin yıl sonra bu ırklar kendi aralarında evlenemeyecek ve çocuk meydana getiremeyecek kadar farklılaşacak ve yeni hayvan (primat) türleri hâline geleceklerdir.


Üreme açısından tecrit olma ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni türlerin meydana gelmesi, şu ân için spekülatif bir iddia olarak kalmaktadır. Çünkü bütün iddialar, türlerin menşeini açıklamayan Darwinci süreçlere dayandırılmıştır. Bu tarz teoriler tartışmalı olmaya devam edecektir; çünkü bu teorilerden herhangi birinin doğru olduğunu ispatlayan bir delil mevcut değildir. Türleşmenin nasıl olduğuna dâir evrimcilerin oluşturduğu senaryolar bildiğimiz gerçeklerle doğrulanmamıştır. Bilhassa, üreme açısından izolasyon ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni bir türün meydana gelmesine dâir itibar edilecek bir rapor mevcut değildir.


Dipnotlar


- MAYR, E. (1982): The Growth of Biological Thought (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.403

- DARWIN, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Reprinted Cambridge, Mass.: Harward University Press, 1964, s.1

- MAYR, E. (1963): Animal Species of Evolution (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.12.

- THOMSON, K. S. (1997): Natural Selection and Evolution's Smoking Gun. American Scientist 85:516-518.

- COYNE, J.A. and ORR, H.A. (2004): Speciation. (Sunderland, Mass.: Sinauer Associates, p.25-26.