30 Aralık 2012 Pazar

Bilim 'Yaratılış' Diyor–27 -Ortak ata mı , ortağı olmayan yaratıcı mı ?



Bilim 'Yaratılış' Diyor–27





Ortak ata mı , ortağı olmayan yaratıcı mı ?



Hayvanlar âlemine baktığımızda, canlıların enteresan plânlara dayalı farklılıklar yanında, çok sayıda benzer özelliğe de sahip olduğunu görürüz. Bu benzerliklerin bazıları o kadar dikkat çekicidir ki, bakış açısı iyi ayarlanamazsa; “Bunların ortak bir sebepten (veya atadan) kaynaklanmış olması gerekir.” düşüncesi ağır basmaya başlar. Burada anahtar soru; bu sebebin niteliğinin ne olduğudur. Bütün canlılar dünyasını ihâta edebilecek kadar küllî ve şümullü olan bu ortak sebep, ortak plân nasıl bir şeydir veya ortak atadan kaynaklanma nasıl olmaktadır? Küllî (bütüncül) bir ilim ve icraat kudreti olmadığı takdirde, bakterilerden dev balinalara kadar bütün canlıların her şeyi üzerinde eksiksiz bir tasarruf mümkün olamaz. Böyle bir Yaratıcı kabul edilmediği takdirde, biyoloji dünyasına ait benzerliklerin izahı için ortaya sadece “ortak atadan kendi kendine türeme” dışında bir alternatif kalmamaktadır. Bu yüzden küllî bir ilim ve kudret Sahibi’nin takdiri ve yaratması denilmezse, otomatik olarak materyalistik evrim teorisine bağlı ortak atadan türemeyi zımnen kabul ediyoruz demektir. Ancak, kudreti ve ilmi sonsuz bir Yaratıcı bir kere bile, sadece ilk sebep olarak kabul edilse, ortak atadan türeme düşüncesi artık materyalist alt yapısını kaybetmiş olur.




Peki, bu durumda, her şeye ilmi ve kudreti yeten bir Yaratıcı gerçeği ile ortak atadan kaynaklanan bir yaratma süreci birlikte düşünülebilir mi?



Gözlem ve deneyimlerimizdeki birçok nesne veya varlık, benzerlikler paylaşmalarına rağmen, onları ortak bir ataya bağlayan bir evrim süreci ile ortaya çıkmamıştır. İnsanların yaptığı ürünleri düşünelim: uçaklar, gemiler, arabalar, sanat şaheserleri, tablolar, heykeller.. veya bunları yapmak için kullandığı çeşitli el âletlerini düşünelim: keser, testere, çekiç, tornavida… İnsan ürünü bütün bu eserleri birbirine bağlayan şey; onların ortak bir plân ve projeden veya kasıtlı tercihte bulunan zekâdan kaynaklanmış olmalarıdır. Üretim faaliyetlerimizden biliriz ki, insanlar bir şeyi zihinlerinde tasarlarken (meselâ; bir otomobil), önce temel kavramlarla işe başlarlar; daha sonra bu temel dayanak veya düsturları, farklı neticelere adapte ederler.



İnsan zihni, tasarladığı ürün ve eserlere ait kavramları ve yapı özelliklerini en baştan bulup uygulamaz; basit bir şekilde işe başlar, ortaya çıkan neticelerden hareket ederek değerlendirmeler yapar ve yeni tasarruflarda bulunur. Yuvarlanan bir ağaç kütüğünün dönme prensibini anlama, sürtünmenin tesirini araştırma, ağırlık, kuvvet ve enerji hakkında elde edilen bilgiler ile başlayan süreç bugün son model bir otomobil olarak karşımızdadır. Otomobillerde kullanılan temel fizikî prensipler üç aşağı beş yukarı hepsinde aynıdır; fakat yüzlerce otomobil modelinin her biri farklı tip ve şekillere, farklı güç ve özelliklere sahiptir. Hiçbiri diğerinden kendi kendisine değişiklikler, ilâveler veya çıkarmalar yaparak türememiştir.



Yaratılış ve materyalistik evrim teorileri, canlı varlıkların neden benzer özellikler taşıdığına dâir birer açıklama teklif etmektedir. Bunların her ikisi de, benzerlikleri açıklayabilme kabiliyetine sahip olduğu için, sadece benzerliklerin varlığı bütünüyle herhangi bir iddiayı destekleyen veya ona karşı olan bir delil teşkil etmez. Ancak, düşünülmesi gereken bir şey daha vardır; o da, benzerliklerin değişken ve kararsız olan mozaik veya yamalı yapısıdır. Keseli hayvanların kendilerine has orijinal yapılarını hatırlayalım. Darwin teorisine göre, kurtlar, kediler, sincaplar, karıncayiyenler, köstebekler ve fareler gibi daha birçok memelide ortaya çıkan anatomik yapıların hepsi, iki kere evrimleşmiştir. Bir kere plâsentalı memeli olarak evrimleşen hayvanlar, bundan tamamen bağımsız olarak bir kere de keseli memeli olarak nasıl evrimleşmiştir. Tesadüfî varyasyonlar ve tabiî seleksiyon gibi yönlendirilmemiş, sınırları belirlenmemiş süreçler, birbirinden oldukça ayrı organizmalarda aynı özellikleri nasıl ortaya çıkarabilir? Aynı şekilde uçma problemini de ele alabiliriz. Güçlü bir uçuş kabiliyeti; vücudun her organına tesir edecek, solunumdan, dolaşıma, iskelet yapısından deri yapısına kadar her şeyde uygun tadilât ve reorganizasyon gerektiren son derece kompleks adaptasyon süreçlerini gerektirir. Ancak, Darwinciler, uçmanın bir değil, kuşlarda, böceklerde, memelilerde (yarasalar) ve pterosaurlarda (nesli tükenmiş uçan sürüngenlerde) olmak üzere birbirinden bağımsız şekilde dört kere evrimleştiğini iddia etmektedir. Farklı bir teknikle planör gibi uçan balık, kurbağa ve kertenkeleleri de dâhil edersek, bunu yediye çıkarabiliriz.

Yukarıdaki örneklerde sözü edilen benzerlikler, evrimci (filogenetik) bir süreçle orijinlenen basit dallanma yapısında değildir. Zikredilen veya gözlenen bu benzerlikler, kompleks mozaik yahut modüler bir yapıda (küçük birimleri birleştiren) ortaya çıkar. Biyolojik açıdan önemli blok parçalarının, çeşitli tarzlarda bir araya getirildiğini gözlemleriz, bu bir bilgisayar programındaki alt programlardan farklı değildir. Farklı organizmaların genetik programları, geniş bir altprogramlar kütüphanesinden dikkatlice seçilmiş ve hiyerarşik olarak organize edilmiş altprogramlar koleksiyonu olarak görülebilir. Başka bir deyişle, canlı varlıklar arasındaki benzerlikler, kompleks elektronik bir devre kartına takılabilen önceden bir araya getirilmiş parçalar gibidir.

Organizmanın havada, karada veya suda ihtiyaç duyduğu parçalar, belirli bir fonksiyona göre değişim gösterebilir. Organizmalar bu tarz biyolojik birim veya âlet setlerinden bir araya getirilmiş bir mozaiktir. Buradan bir benzetme örneği çıkarırsak: Bir gemi motoru ile araba motoru dinamik prensipler açısından birbirine benzer, her ikisi de bir döndürme gücü üretir. Fakat araba motoru dört tekerleği çevirir ve karada yol almaya yarar. Gemi motoru ise uzun bir uskuru ve buna bağlı pervaneyi çevirir ve su içinde itme gücü hâsıl eder. Geminin pervanesini arabaya takamayacağımız gibi, arabanın tekerleklerini de gemiye takıp denizde yol alamayız. Havada uçmak için takılmış kanatları arabaya takarsak işe yaramaz, geminin arkasına takılan pervaneyi de uçağa takamayız. Uçağın pervanesi önden takılır ve gemilerdekinin aksine itme değil, çekme gücü üretir. Bu misâli alabildiğine genişletip uyguladığımızda, her hayvanın bütün parçalarının birbirini destekleyecek ve tamamlayacak şekilde yüzlerce parça veya küçük birimden derlenmiş özel bir bilgisayar veya bunun elektronik devreleri gibi görebiliriz.



Hayvanların sadece hiyerarşik olarak organize edilmiş ve birbirine bağımlı kılınmış modüler birimlerden yapıldığını söylemek, bütün her şeyin izah edilmesi demek değildir. Plân ve organizasyonun İlâhî icraata perde olmaları yanında, değişen şartlara ve gelecek nesillerin ihtiyaçlarını da karşılayacak tarzda her ân kontrol edilmeleri de gerekir. Sonsuz Kudret dilediği takdirde biyolojik birimleri, yeniden düzenleyebilir, değiştirebilir veya yok edebilir. Biyolojik sistemlerde bir kere bu tarz değişmeler yaratıldığı takdirde, yine aynı düzenlenmenin bir parçası olarak değişmenin motor dinamiğine perde yapılmış, tabiî seleksiyonun işletilmesiyle bu yeni düzenlenmiş biyolojik sistemlerin bir kısmı “İlâhî seleksiyon” veya “kaderin seçimi” ile ayıklanır. Ömrünü tamamlayarak hayat sahnesinden çekilenler tarihe mâl edilirken, bir kısmının da bu değişmeleri üreme yolu ile hayatta kalan gelecek nesillerine aktarılır; ancak önceden yaşamışların birçok parçalarının benzerleri, hâlen yaşayanlarda sergilenmeye devam eder. Bütün bu seçimler, nesillere aktarmalar ve yeni biyolojik formlar şeklinde kendini gösteren organlar ve sistemler manzumesi olan her bir canlı sanat eseri, açık bir şekilde Sânî-i Hakîm’i gösterirken, ortak atadan kendi kendine üreyen ve dallanan canlı sistemlerin mantık açısından ortaya çıkmaları mümkün değildir. Ancak ortak ata iddiasının en küçük taksonomik birim olan “tür” kavramı içinde işlediğini görmek mümkündür. Bütün insanların ortak bir atası, bütün kedilerin, atların, serçelerin, kargaların, zürafaların vs. bütün canlı türlerinin orijinal dizayn edilmiş ortak atalarından yaratılması, İlâhî icraata perde olan biyolojik mekanizmalarla gayet güzel izah edilebilir.



İlâhî yaratılış ile materyalistik evrim arasında seçim yaparken yukarıdaki mantık çelişkileri genellikle göz ardı edilir; bu sebeple birçok insan bu benzerlik ve ortak ata senaryosuna kolaylıkla kayabilir. Materyalistik evrim aslında tek başına ortak atayı da izah edemez; çünkü temel anlayışı ve dünya görüşü gereği bu evrim süreci içerisindeki her türlü aklî, şuurlu ve ölçülü reel işleyişler reddedilir. Bunun aksine, İlâhî seçime bağlanmış biyolojik yaratılmanın bir realite olduğu, bilim geliştikçe ve ortaya çıkan hakikatlerin sanatlı mucizeler olduğu görüldükçe daha iyi anlaşılmaktadır.



Burada ucu açık bir soru sorulabilir: Benzerliklerin kaynağında “tür” kavramı dışında hiç mi bir ortak ata anlayışı olamaz? Bu soruya verilecek cevap konusunda çok acele etmemekte fayda vardır. Belki “temel tipler” diyebileceğimiz “cins” (veya genus) olarak isimlendirilen taksonlar (sistematik bir kimlik kazanmış biyolojik varlık) seviyesinde ortak ataların yaratılmış olması mümkündür. Birkaç örnekle anlaşılır kılarsak; geçmişte bir köpek cinsi (Canis) yaratıldıktan sonra İlâhî seçimle işletilen ekolojik, biyolojik ve genetik mekanizmalarla perdelenen bir süreç içinde kurt, çakal, tilki, yaban köpeği vs. gibi çok benzer hayvanlar farklı çevre, iklim ve beslenme şartlarında çok uzun süren bir türleşme periyodu yaşayabilirler ve üreme izolasyonuyla da yeni türler birbirine karışmadan yaratılmış olur. Aynı şekilde bir kedi cinsinden (Felis) aslan, kaplan, panter, puma, jaguar, vaşak, leopar, çita gibi daha çok benzer türler geçmişte türleşerek birbirinden ayrılabilirler.



Böyle bir anlayış kesin olmasa bile, hem mantıken mümkündür, hem biyolojik gerçekliği inkâr etmez; bu anlayışla materyalist ve ateist anlayışlara girmeden, İlâhî icraat şeklinde kendini gösteren yaratılış da kabul edilmiş olur. Ancak yaratılışa şahit olmadığımız müddetçe her türlü düşünce ve fikir yürütmenin birer senaryodan öteye geçmeyeceğini de unutmamak gerekir. Ne ilmin keşiflerine, teknolojinin ortaya koyduğu güzelliklere arkamızı dönmek, ne de bütün bunların arkasındaki kudreti sonsuz Yaratıcı’mıza gözümüzü kapamak mümkündür. Bu çeşit tartışmalarda akl-ı selim sahibi, kalbiyle kafası, gönlüyle hisleri, vicdanıyla mantığı çelişmeyen geleceğin ilim adamları söz sahibi olacaktır.


Prof.Dr. Arif SARSILMAZ / Bilim Felsefesi


9 Aralık 2012 Pazar

Bilim 'Yaratılış' Diyor–26







Bilim 'Yaratılış' Diyor–26


Yutar Yarıkları Efsanesi ve Sahtekarlık



Darwin, evrim teorisini ileri sürerken, fosil kayıtlarından ve homolog olduğunu düşündüğü yapılardan daha çok, embriyolojik delillerine güveniyordu. Türlerin Menşei adlı kitabında: "Bana öyle geliyor ki, embriyolojideki birinci sırada gelen en önemli gerçeklerin başında, birkaç ilkel atadan türemiş çok sayıdaki canlılardaki benzer yapılardaki varyasyonlar gelmektedir."1 demektedir. Darwin'e göre: "Aynı sınıfa dâhil edilen ve bariz şekilde farklı olan türlerin embriyoları, birbirine çok daha fazla benzemekte, ancak tamamen geliştikleri zaman geniş ölçüde farklı olmaktadırlar."2 Bu fikir, ilk olarak Prusyalı zoolog Karl Ernst von Baer tarafından dile getirilmiştir ve sıklıkla da, von Baer Kanunu olarak adlandırılır (von Baer, Darwinci evrimi reddetmesine rağmen).

Embriyolardaki benzerlik, menşelerinin de benzerliğini (ortak atadan geldiklerini) gösterir mantığı ile hareket eden Darwin, gelişmenin ilk safhalarındaki embriyoların "az veya çok yetişkinliklerinde ait oldukları grubun atasına ait özellikleri gösterdiği" neticesine varmıştır.3 Onun düşüncesine göre embriyolar gelişirken, atalarının yetişkin formlarından geçerler. Darwin'in kelimeleriyle: "Çok sayıda hayvanın embriyonik veya lârva kademeleri bize az veya çok, bütün grubun ilk temsilcilerinin geçmişteki özelliklerini göstermektedir." Diğer bir tâbirle, evrimcilerin bakış açısına göre, gelişmenin ilk safhalarındaki embriyolardaki benzerlikler, onların hem ortak bir atadan geldiklerini, hem de bu ataların neye benzediğini göstermektedir. Darwin, tam olarak doğru kabul ettiği bu embriyolojik gözlemi, teorisinin "en güçlü delili" olarak görmekteydi.4 Bunun sebebi, Darwin'in bir embriyolog olmaması ve delillerini başkalarının çalışmalarına dayandırmasıdır. Bunlardan biri, koyu bir evrimci olan Alman biyolog Ernst Haeckel'dir (1834–1919). Haeckel, bir türün geçirdiğini kabul ettiği evrim süreci için "filogeni"; embriyolojk gelişmesi için de "ontogeni" tâbirlerini ilk ortaya atan kişidir. Haeckel, embriyoların gelişirken geçmiş atalarının yetişkin formlarının sahip olduğu özellikleri gösterdiğini, yani evrim geçmişini "tekrarladığını" iddia etmiştir. Günümüzde aynı düşünceyi takip eden Stephen Jay Gould'un ifadesine göre yeni özellikler evrimleşirken, "sona ekleme" tabir edilen bir süreçle, gelişmenin sonuna eklenir. Bu ifadelere göre, daha yakın zamanda evrimleşen özellikler, gelişmenin başında ortaya çıkan atalarından tevarüs ettiği özelliklerin arkasına ilâve edilir. Haeckel, bunu "Biyogenetik Kaide" olarak adlandırmış ve çok meşhur olan "Ontogeni, filogeniyi tekrarlar." cümlesi ile özetlemiştir.

Haeckel, embriyoların gelişmelerinin ilk dönemlerinde neredeyse tamamen benzer olduğunu, gelişmeleri devam ettikçe dikkati çekecek bir şekilde farklılaştıklarını göstermek için, omurgalıların çeşitli sınıflarına ait canlıların embriyolarının resimlerini çizmiştir (Şekil–1). İddia edilen bu benzerlik ve daha sonra ortaya çıkan farklılık, Darwin'e öyle inandırıcı gelmiştir ki, Türlerin Menşei adlı kitabında "Muhtemeldir ki, memelilerin, kuşların, balıkların ve sürüngenlerin embriyolarına dair bildiklerimizden çıkan neticeye göre, bu hayvanlar, bazı ilkel ataların biraz değişmiş oğullarıdır."5 diye yazmıştır. Darwin, İnsanın Menşei adlı kitabında, bu düşüncelerini insanı da içine alacak şekilde genişletmiş ve "(İnsan) embriyosu çok erken bir safhada, omurgalı şubesinin diğer üyelerinden çok zor ayrılabilir."6 demiştir. Ayrıca Darwin, "insanlar ve omurgalılar gelişmelerinin ilk safhalarında aynı kademelerden geçtikleri" için "Onların menşelerinin benzerliğini çok rahat bir şekilde kabul etmeliyiz." demiştir.7 Darwin teorisinin kuvvetli bir delili gibi görülen veya gösterilen Haeckel'in embriyolarına ait çizimlerin değişik sunumları, evrimle ilgili birçok kitapta bulunabilir. Ancak, bir yüzyılı aşkın bir süredir biyologlar bilmektedir ki, Haeckel çizimlerinde oynama yapmıştır. Omurgalı embriyoları asla onun gösterdiği gibi birbirine benzemez. Ayrıca, Haeckel tarafından 'ilk' olduğu söylenen safhalar aslında gelişmenin ortalarındaki dönemlerdir. Gerçekten de, önemli farklılıklar gösteren safhalar gelişmenin başlangıcında ortaya çıkmakta ve Haeckel'in abarttığı benzerliklerden önce görülmektedir. Bu yüzden, Darvin'in 'en güçlü delili', teoriye uygun hâle getirilmek için bilimin eğilip bükülüp çarpıtılmasına klâsik bir örnek olmuştur. Tarihçi Jane Oppenheimer'e göre; "Haeckel'in eli gözlerinin gördüğü gerçeği değiştirmede bir sanatçı gibi çalışmıştır. Ayrıca bu konu üzerinde çok ciddi olarak duran ve dedektif gibi araştıran Wilhelm His ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmalarda Haeckel, açık olarak ilmî yanlış yapmakla suçlanmıştır."8 Haeckel, bir taraftan kendisinin farklı omurgalı sınıflardan olduğunu iddia ettiği embriyoların resmini çizmek için, aynı model kalıplarını kullanırken, diğer taraftan da bazı embriyoları gerçekte olduklarından daha benzer göstermek için çizimleriyle oynamıştır. Haeckel'in zamanında yaşayan çağdaşları, onu bu yanlış temsillerinden dolayı tekrar tekrar eleştirmişler ve hilekârlıkla suçlamışlardır.
Haeckel'in çizimleri gerçek embriyolar ile tek tek karşılaştırıldığında, çizimleri kendi teorisine uyması için değiştirdiğine dâir hiçbir şüphe kalmaz (Şekil–2). Stephen Jay Gould da bu sahtekârlığı kabul ederek durumu şöyle özetlemiştir: "Haeckel, benzerlikleri idealleştirme ve aykırı gördüğü kısımları dâhil etmeme ile abartmış, hattâ bazı durumlarda –sadece sahtekârlık olarak adlandırılabilecek bir prosedür içinde- aynı şekli tekrar tekrar kopyalamıştır."9 Michael Richardson ve arkadaşları yaptıkları çalışmada Haeckel'in çizimleri ile gerçek embriyoları karşılaştırmışlar ve 1997'de Science dergisindeki röportajlarında: "Bu, biyoloji alanındaki en meşhur aldatmacalardan biri gibi görünmektedir."10 demişlerdir.





 
















Haeckel'in biyogenetik kuralı, başlangıcından beri deneyle alâkalı bir yorumdan ziyade, teorik bir çıkarım olarak görülmüştür. Bu kuralın, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda evrim adına önemli tesirleri olduysa da, sözkonusu düşünce 1920'lerle beraber arkasındaki desteği kaybetmeye başlamıştır. Meselâ, 1922 yılında, İngiliz embriyolog Walter Garstang, Haeckel'in biyogenetik kanununu "ispatlanabilirlik mânâsında çürük" olmakla eleştirmiş "ontogenetik safhalar, bilhassa atalara ait yetişkin özelliklerine ait en zayıf bir delil bile olamaz"11 demiştir. Garstang'a göre Haeckel'in teorisi mantıksızdır; çünkü evrimle geliştiği iddia edilen yeni özelliklerin basit bir şekilde gelişmenin sonuna eklenmesi mümkün değildir: "Basit bir kulübe, üstüne hikâye okumakla daha mükemmel bir ev olmaz. Mükemmel olan yeni ev, özellikleri bakımından daha üst bir seviyeyi temsil eder, ancak tuğlalar aynı kalsa bile ancak bütün yapı–temelleri, kirişleri ve çatı –değiştirilir."11 İngiliz embriyolog Gavin de Beer de, Haeckel'in biyogenetik kanununu eleştiren embriyoloji ve evrim üzerine olan kitabının 1940–1958 arasındaki üç baskısında da: "Ergin ataların geçmişte yaşadığı safhaların sonraki nesillerde tekrarlanarak çıkması gibi bir durum yoktur."12 dedikten sonra, problemin daha büyük olduğunu vurgular. Gavin de Beer:"Herhangi bir yenilik ve çeşitlilik gelişmenin ancak ilk safhalarında çıkabilir."13 diyerek, gelişmenin ilk safhalarının, Darwin'in çok benzer olacakları inancının tersine, önemli farklılıklar gösterdiğini belirtir. de Beer, tekrarlamanın, "embriyoloji alanındaki araştırmaları engelleyen ve geciktiren bir deli gömleği" olduğu neticesini çıkarmıştır.14 Biyologlar yüzyıldan fazla süredir, ilmî bir hakikatmiş gibi çarpıtılarak sunulan yukarıdaki bilgilerden haberdardır. Buna rağmen, yoğun propaganda ile embriyolara bakış çarpıtılmıştır. Haeckel'in çizimlerinin aldatmaca olduğu ve omurgalı gelişmesinin ilk safhalarında embriyoların birbirine çok benzemediği bilinmesine rağmen, ders kitapları, bu çizimleri (veya yanıltıcı olan fotoğrafları) kullanmaya devam etmektedir.

Bugünkü embriyolojik bilgilerimize göre, embriyolar hakkındaki yukarıdaki her iki iddianın da geçersiz olduğu bilinmektedir ve bunların yanlış oldukları deneylerle gösterilmiştir. Bunu görmek için, embriyonik gelişmenin ilk safhalarını düşünelim. Bir hayvan yumurtası döllendiği zaman, ilk olarak "bölünme" safhaları geçirir. Döllenmiş yumurta bölünerek yüzlerce veya binlerce ayrı hücre (blastomer) meydana getirir. Bölünme safhalarının sonunda, "gastrulasyon" olarak bilinen bir süreç içerisinde (ilk barsak ve sindirim sisteminin gelişmeye başlaması) hücreler hareket etmeye ve yeniden düzenlenmeye başlar. Gastrulasyon döneminde, hayvanın genel vücut yapısı (meselâ böcek veya omurgalı temel yapısı) oluşur ve temel doku tipleri ile organ sistemlerinin (meselâ, deri, kas ve sindirim sistemleri) temelleri atılarak gelişmeye başlar. İngiliz embriyolog Lewis Wolpert'e göre: "Sizin hayatınızdaki gerçekten 'en mühim hâdise', ne doğum, ne evlenme ne de ölüm değil, gastrulasyondur." Ancak bölünme ve gastrulasyon safhalarından sonra, bir omurgalı embriyosu Haeckel'in "ilk" olarak adlandırdığı safhalara geçer. Eğer, omurgalıların, gelişmelerinin ilk safhalarında birbirine en çok benzediği doğru olsaydı, o zaman, çeşitli sınıflar, bölünme ve gastrulasyon boyunca en çok birbirine benzer olurlardı. Ancak, beş sınıfın (kemikli balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memelilerin) incelenmesi göstermektedir ki, durum böyle değildir (Şekil–3).

Bu beş sınıfın arasındaki farklılıklar, döllenmiş yumurta kademesinde bile barizdir. Zebra balığı ve kurbağa yumurtaları bir milimetre çapındayken; kaplumbağa ve tavuk yumurtaları, büyük bir besin maddesinin (vitellüs) üzerinde bulunan 3–4 mm çapında bir disk olarak gelişmeye başlarlar; insan yumurtası ise, sadece bir milimetrenin onda biri kadarlık bir çapa sahiptir (Şekil–3 ilk sıra). Zebra balığı, kaplumbağa ve tavuk embriyolarının ilk hücre bölünmeleri bir şekilde birbirine benzerdir; ancak çoğu kurbağada, embriyolar, vitellüsün içine girer. Memeliler ise tamamen farklıdır, ikinci bölünme düzlemlerinden biri diğerlerine göre sağa doğru eğimlidir (Şekil–3, ikinci sıra). Diğer dört sınıfta, daha sonraki bölünmeler, hücrelerin kararlı bir şekilde düzenlenmesini üretirken, memeli embriyoları karmakarışık bir yığın hâline gelir.

Bölünmenin sonunda, zebra balığı embriyosunun hücreleri, besin maddesinin üzerinde büyük bir tümsek meydana getirir; kurbağalarda içi boş bir top; kaplumbağa ve tavuklarda ise, besin maddesinin üzerinde, ince, iki tabakalı bir disk; insanlarda ise, dut meyvesi gibi bir kitle (morula) içerisinde bir disk meydana getirir (Şekil–3, üçüncü sıra). Gastrulasyon sırasındaki hücre hareketleri beş sınıfta da çok farklıdır: hücreler zebra balığında, besin maddesinin aşağısına doğru yavaşça ilerler; kurbağalarda, içteki boşluğa açılan bir delikten içeri doğru birleşik bir tabaka olarak hareket eder; kaplumbağa, tavuk ve memelilerde, embriyonik diskin içindeki boşluğun içine doğru bir yarıktan akarlar (Şekil–3. dördüncü sıra). Burada anlatılan biçimler ne olursa olsun, kesinlikle (Darwin ve Haeckel tarafından iddia edilen gibi) ilk safhaların çok benzer olduğu bir durum yoktur.

Embriyolog, Adam Sedgwick 1894 yılında, önce benzer sonra farklı olmanın "gelişmenin gerçekleri ile uyumlu olmadığını" belirtmiştir. Bir köpek balığı ile bir tavuğun karşılaştırılması ile ilgili olarak, Sedgwick şöyle yazmıştır: "Çıplak bir gözle embriyoların kolaylıkla birbirinden ayrılamayacağı hiçbir gelişme safhası yoktur." "...ben bir tavuk embriyosu ile bir ördek embriyosunu ikinci günlerinde birbirinden ayırabilirim." Sedgwick, "Bu embriyonik farklıkların üzerinde daha fazla durmak gereksizdir." diye devam etmiştir; çünkü "Bütün embriyologlar bilir ki, bunlara dair sayısız örnek getirilebilir. Bu konuya dair söylemek istediğim tek şey, bir tür gelişmesinin boyunca geçirdiği ilk safhalarda, diğer bütün akrabalarından farklıdır ve ayırt edilebilir."15 Modern embriyologlar da bunu doğrulamaktadır. William Ballard 1976'da, bir kişinin tabiattaki gerçekleri eğip bükerek, "Omurgalıların bölünme ve gastrulasyon safhalarında yetişkin hâllerinden daha benzer olduğunu iddia etmesi, hileli bir şekilde kurgulanmış delillerin sübjektif olarak seçilmesidir."16 demiştir. Bunu takip eden yılda, Erich Blechshmidt, "insanın embriyonik gelişmesinin ilk safhasının diğer türlerden farklı" olduğunu belirtmiştir.17 Benzer şekilde Richard Elinson da, kurbağaların, tavukların ve farelerin "yumurta büyüklüğü, döllenme mekanizmaları, bölünme biçimleri ve gastruladaki hücre hareketleri gibi temel özellikler açısından birbirlerinden radikal şekilde farklı" olduğunu rapor etmiştir.18 Şaşırtıcıdır ki, ilk aşamalarda, son derece farklı şekillerde gelişmelerine rağmen, omurgalı embriyoları, gelişmelerinin ortasında bir yerlerde bir şekilde benzer olmuşlardır. Bu ortadaki nokta, Haeckel tarafından, çizimlerinde "ilk" safha olarak seçilmiştir. Bu safhadaki benzerlikleri büyük ölçüde abartmış olmasına rağmen, bazı benzerlikler gerçekten vardır. Klâsik embriyologlar, bu ara noktaya "kuyruk tomurcuğu" ismini vermiştir. 1981 yılında William Ballard bunu, yutağın (pharynx) iki tarafında da bulunan kabartılar ve kesecik çiftlerinden dolayı "pharyngula" olarak adlandırmıştır.19 Klaus Sander, 1983'te bunu "phylotypic" olarak adlandırmıştır; çünkü bu safhada çeşitli sınıfların, bütün omurgalılar için ortak olan karakteristikleri görülür.20 (Şekil- 4) Fakat bunlar iddia edildiği gibi solungaçlarla ilgili olmayıp, temel yapılar olan baş, gövde buradan uzanan kuyruk ve bacak tomurcuklarıdır.



 





















İnsanların embriyolojik gelişmesinde ortaya çıktığı iddia edilen "solungaç keseleri ve solungaç yarıklarından" asıl maksat, bunların evrim için bir delil olacağı düşüncesidir. Buradan hareketle insanların soy olarak balıklarla bir münasebetinin olduğu düşünülmektedir. Ancak, asıl problem, iddia edilen "solungaç yarıklarının" aslında solungaç olmamasıdır. Gelişmenin ortasında, bütün omurgalı embriyolarının boyun veya yutak kısmında art arda bir seri çökmeler ve tümsekler oluşur. Bu kıvrımların tümsek (dışa bükümlü) kısımları, yutak yayları; çukur olan (içe bükümlü) kısımlar ise, yutak yarıkları veya keseleri olarak adlandırılır. Ancak bu yutak çukurları solungaç değildir. Bunlar, pharyngula safhasındaki balık embriyolarında bile solungaç değillerdir. Bir balıkta, yutak çukurları daha sonra solungaçlara dönüşür. Ancak, sürüngenler, memeliler veya kuşlarda, bu çukurlar tamamen farklı iç kulak ve paratiroit bezi gibi diğer yapılara dönüşür. Hattâ sürüngenler, memeliler ve kuşlarda, yutak çukurları, asla rudimentar (kalıntı, körelmiş) gelişmemiş solungaçlar değildir; çünkü sathî bir şekilde boyun kısmında paralel çizgiler serisi meydana getirmeleri dışında asla "solungaç benzeri" bile değillerdir. İngiliz embriyolog Lewis Wolpert'e göre: "Memeliler gibi, yüksek seviyedeki bir hayvan, embriyonik gelişmesi sırasında, balıkların solungaç çukurlarına benzeyen yapıların göründüğü safhalardan geçer. Ancak bu benzeme bir göz aldatmacasıdır ve memeli embriyosundaki yapılar sadece balık embriyolarında bulunan ve daha sonra kendisinden solungaç meydana gelecek olan yapılara benzer."21 Diğer bir deyişle, yutak (pharynx) keselerini "solungaç benzeri" şeklinde adlandırmak için hiçbir embriyolojik sebep yoktur. İsveçli embriyolog Günter Rager'in de açıkladığı gibi: "Yutak yayları (kemeri) kavramı sadece sathi bir görünümün tanımıdır, ve ideolojik açıdan nötrdür. Bu kavram, çukurların boyun bölgesinde meydana geldiğini anlatır... Ancak, insanlarda solungaçlar asla var olmaz."22 Bu tarz fikirlerin en önemli hususiyeti kendi kabullerini doğru kabul edip, fâsid bir daireye (kısır döngü) girmeleridir. Yukarıdaki şekliyle önce Darwinci evrim kabul edilmekte sonra tekrar embriyolojik delil olarak okunmaktadır. Delil yetmediğinde delil uydurulmakta, çarpıtılmakta veya sahtekârlık bile yapılmaktadır. Hâlbuki embriyolojinin genetikle birlikte okunan bütün verileri, Omurgalıların ortak bir atadan orijinlenmediği, birbirlerinden farklı olarak yaratıldıklarıdır. Omurga, baş, kol ve bacaklar gibi temel kısımların benzerliği Yaratıcının ortak planıyla izah edilebilir, fakat ince yapılardaki ayrı ayrı sanatlar O'nun (celle celâluhu) tercihini gösterir.
Dipnotlar

1.Darwin, C. (1872): Origin of Species, 6th ed. (London: John Murray, 1872), 396.
2.Aynı eser, sayfa 387.
3.Aynı eser, sayfa 395-396.
4.Darwin, C. (1896): Letter to Asa Gray, Sept. 10, 1860, in Francis Darwin, ed., The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. II (New York: D. Appleton and Company, 1896), 131.
5.Darwin, C. (1872): Origin of Species, 395.
6.Darwin, C.(1936): The Descent of Man. Modern Library Reprint Edition (New York: Random House, 1936), 398.
7.Aynı eser, sayfa 411.
8.Oppenheimer, J.M. (1987): Haeckel's Variations on Darwin, in H. M. Hoenigswald and L. F. Wiener, eds., Biological Metaphor and Cladistic Classification (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1987), 134.
9.Gould, S.J. (2000): Abscheulich! Atrocious! Natural History (March 2000): 42-49.
10.Pennisi, E. (1997): Haeckel's Embryos: Fraud Rediscovered. Science277 (1997): 1435.
11.Garstang, W. (1922): The Theory of Recapitulation: A Critical Restatement of the Biogenetic Law. Journal of the Linnean Society (Zoology) 35 (1922): 81-101.
12.De Beer, G. (1958): Embryos and Ancestors, 3rd ed. (Oxford: Clarendon Press, 1958), 10.
13.Aynı eser, sayfa 164.
14.Aynı eser, sayfa 172.
15.Sedgwick, A. (1894): On the Law of Development Commonly Known as von Baer's Law; and on the Significance of Ancestral Rudiments in Embryonic Development. Quarterly Journal of Microscopical Science 36 (1894): 35–52.
16.Ballard, W.W. (1976): Problems of Gastrulation: Real and Verbal. BioScience 26 (1976): 36–39.
17.Blechschmidt, E. (1977): The Beginnings of Human Life, trans. Transemantics (New York: Springer-Verlag, 1977), 29–30.
18.Elinson, R. P. (1987): Change in Developmental Patterns: Embryos of Amphibians with Large Eggs. in R. A. Raff and E. C. Raff, eds., Development as an Evolutionary Process, vol. 8 (New York: Alan R. Liss, 1987), 3.
19.Ballard, W.W. (1981): Morphogenetic Movements and the Fate Maps of Vertebrates. American Zoologist 21 (1981): 391–399.
20.Sander, K. (1983): The Evolution of Patterning Mechanisms: Gleanings from Insect Embryogenesis and Spermatogenesis. in B. C. Goodwin, N. Holder, and C. C. Wylie, eds., Development and Evolution, 6th Symposium of the British Society for Developmental Biology (Cambridge: Cambridge University Press, 1983), 140.
21.Wolpert, L. (1991): The Triumph of the Embryo (Oxford: Oxford University Press, 1991), 185.
22.Rager, G. (1986): Human Embryology and the Law of Biogenesis. Rivista di Biologia 79 (1986): 449–465.



Prof.Dr. Arif SARSILMAZ  

2 Kasım 2012 Cuma

Organların İşleyişinde Genetik ve Çevre (Bilim 'Yaratılış' Diyor-25)







Organların İşleyişinde Genetik ve Çevre



(Bilim 'Yaratılış' Diyor-25)




Evrimciler, inançlarını sıkıntıya sokan ve izahında âciz kaldıkları; "Ortak atadan aktarıldığı düşünülen genetik bilgi nasıl oluyor da türden türe geçerken, bir taraftan bazı özelliklerini kaybederken, diğer taraftan yeni ve faydalı özellikler kazanıyor?" sorusuna karşı kendilerince bir cevap arama yoluna girmişlerdir. Bunun için kısmî bir çözüm olarak, hayvanlarda iz olarak kalan (kalıntı veya körelmiş) yapılar şeklinde nitelendirdikleri bir kavram üretmişlerdir. Evrimcilere göre bazı yapı ve organlar, geçmişte sergiledikleri faydalı bir fonksiyonu uzun bir müddetten beri yapmadıklarından çok zayıflamışlardır. Her canlının organlarının gelişmesine ait bilgi, genetik olarak kodlanmış olduğundan nesilden nesile yaratılmaya devam eder. Yaratılıştan orijinal genetik sisteme işlenmiş bir yapının üretilmeye devam edilmesi, budanmasından veya ortadan kaldırılmasından daha kolaydır. Mükemmel bir denge içinde yaratılmış canlı genomuna yapılacak tesadüfî bir müdahale ile herhangi bir organın işe yaramadığı için sistemden çıkarılması pek mümkün görülmediğinden, yapının üretilmeye devam edilmesi, bu organın zararlı olmadığını varsaymaktır. Bu durumda tabiî seleksiyon onu ortadan kaldırmak için doğrudan çalışmalıdır(!).

Hâlbuki biyolojik bilgilerimiz, evrimcilerin iz olarak kaldığını düşündükleri yapıların, bize zararlı olmadığını göstermektedir. Evrimcilere göre, bu yapılar ne zararlı, ne de faydalıdır; sadece boşu boşuna taşınan işe yaramaz yapılardır.

Bir yapının, bütün vazifelerini kaybetmesi mâ­nâ­sında gerçekten kalıntı olarak adlandırılması kolay karar verilecek bir durum değildir. Daha önceleri kalıntı olarak düşünülen pek çok organın, daha sonra bir fonksiyona sahip olduğu bulunmuştur. Meselâ, evrim kitaplarında sıklıkla, insanların kuyruk sokumu kemiklerinden, onların kuyruklu atalarından (maymunlardan) miras kalmış kalıntı bir yapı olarak bahsedilmektedir.

Kuyruk, omurganın alt kısmında çok sayıda omurdan yapılmış bir uzantı olup, yırtıcı hayvanların avlarını kovalarken vücutlarını dengelemede, ağaçta yaşayan bazı maymun türlerinde olduğu gibi beşinci bir kol olarak tutunmada kullanılır. İnsanlarda kuyruk yoktur. Fakat kuyruk sokumu kemiğinin körelmiş bir kalıntı olmakla hiçbir alâkası olmadığı gibi, doğumdan oturmaya ve rektumdaki dışkının atılmasına kadar birçok vazifesi hakkında çok sayıda yayın vardır (Bknz: Aslan Mayda, "İşe Yaramaz Zannedilen Kuyruk Sokumu", Sızıntı, Aralık 1997, Yıl: 19 Sayı: 227). Aynı şey, insan appendix'i için de geçerlidir. Başlangıçta kalıntı olduğu düşünülen appendix'in, şuan bağışıklık sisteminin fonksiyonel bir parçası olduğu bilinmektedir (Şekil-1).


Kalıntı olduğu varsayılan çok sayıda yapının daha yakından incelenmesi neticesinde, fonksiyon sahibi olduğu ortaya çıkmış olmasına rağmen, bazı organlar evrimcilerin çarpıtılmış yorumuna imkân vermektedir. Meselâ; semenderler ve balıkların ışıklı ortamda yaşayanları normal gözlere sahip olarak yaratıldıkları hâlde, ışığın hiç olmadığı karanlık mağaralarda yaşayan bazı semender ve balıkların "gözleri" sadece yuvarlak bir çıkıntı şeklindedir (Şekil-2). Fakat burada evrimcilerin aldandığı veya gözden kaçırdığı önemli bir husus, evrim mekanizmalarının hayvana yeni bir parça veya daha üstün bir özellik eklemediğidir. Netice olarak evrimleşerek kompleksliğin artması ve yeni fonksiyon ekleme durumu olmadığı için körelmiş organ iddiası, evrim teorisi için boşuna gayrettir.


Canlı ile çevre münasebetinde genetik yapı en önemli potansiyeldir. Çevre şartlarıyla genetik, sonsuz bir ilim ve kudretin tecellisiyle, karşılıklı olarak birbirine bağlı yaratılmıştır. Genlerin işleyişine, sıcaklık ve soğukluk, ışık ve karanlık, alınan gıdalar ve çevreye ait birçok faktör tesir eder. Fakat çevre şartlarına karşı bütün genler aynı derecede cevap vermez, bazı genler çok ileri derecede değişme potansiyeline sahipken, bazı genler çevreden hiç müteessir olmaz veya ona çok az cevap verir. Boyun uzaması, renklerin koyulaşması, kılların seyrek veya sık olması, kemik ve kasların zayıf veya kuvvetli olması gibi değişiklikler çevreye bağlı olarak kendini gösterir ve bu şartlar uzun nesiller boyu sürdüğü takdirde, bazı genlerin işleyişinde değişiklikler meydana getirerek, yeni ırkların ortaya çıkmasına sebep olur. Fakat parmak sayısının artması veya gözün ayırma gücünü yükselten, orijinalde bulunmayan yeni bir parçanın eklenmesi gibi bir durum asla görülmemiştir. Mükemmel olarak yaratılmış bir eserden, ihtiyaçlara göre ve mevcut sistemi bozmadan bazı kısımların küllî bir ilim ve irade ile çıkarılması, canlıların yaratılışında israf olmadığının göstergesidir. Şöyle düşünebiliriz; gözü olmayan bir canlı etraf aydınlık olduğu ve ışıkta beslendiği için kendi kendine, hiç yoktan bir göz geliştiremez; fakat gözlü olarak yaratılmış bir canlı karanlıkta yaşamaya alıştıysa zaman içinde kullanmayan gözlerin fonksiyonlarında kayıplar yaşayabilir. Ancak bu durum evrim değil, körelmeye doğru bozucu değişmedir. Işığın olmadığı bir ortamda göze ihtiyaç olmadığı için, Kudreti Sonsuz Yaratıcı'nın ilim ve kudretiyle azamî iktisat prensibi gözeterek mevcut yapıda eksilme ve gerilemeler yaratmasıdır. Fakat bozulma ve gerileme bile olsa, bu netice tesadüfî mutasyonlarla değil, yaratılıştan o canlıya verilen genlerinin potansiyeli ile sınırlı bir durum olarak ortaya konulmuştur. Genetik potansiyeli aşan çapta, türün kendi kendine, yaratılıştan sahip olmadığı yeni bir dokuyu veya organı kazanması gibi bir durum yoktur.

Çoğu memeli hayvan, ihtiyacı olan C vitaminini (askorbik asit) kendisi sentezleme kabiliyetine sahip olarak yaratıldığı hâlde, insanlarda ve Hint domuzlarında bu hususiyet yoktur (daha genel olarak maymunlar ve benzerleriyle, meyve yarasalarına da bu kabiliyet verilmemiştir). Kendi C vitaminlerini yapmaları için, memelilerin ihtiyaç duyduğu bir enzim, GULO (L-gulono-gamma-lactoneoxidaz) olarak adlandırılan bir gen tarafından kodlanır. Peki, insanlarda ve Hint domuzlarında bu gene ne olmuştur? Her ikisi de, GULO geninin fonksiyonel olmayan mutant kopyalarına sahiptir.1,2 Büyük bir ihtimalle hem Hint domuzları hem de insanlar başlangıçta C vitamini sentezlenmesinde vazifeli bu gene sahip olmuşlardır; ancak daha sonra muhtemelen, C vitamini açısından zengin gıda kaynaklarına sahip oldukları için, bu vitamini sentez kabiliyetlerini kaybetmişlerdi. Ancak böyle bir kayıp hem sebepsiz ve hikmetsiz değil, hem de evrim değildir.


Evrimcilik ideolojik bir hüviyete girdikten sonra, her türlü genetik ve moleküler biyolojik tespit, daima evrimci anlayışla yorumlanmaktadır. Bu sebepten, henüz vazifesini anlayamadıkları veya geri plânda kalmalarına rağmen düzenleme gibi vazifeleri olan genleri ideolojik bir gâye ile isimlendirmektedirler. Pseudogenler (yalancı genler), junk genler (hurda genler) gibi tabirler bu zihniyetin ürünüdür. Bu düşüncenin altında yatan asıl maksat, tabiatın sınırsız ve ölçüsüz güçlerinin genleri tesadüfen ortaya koyması, dolayısıyla bir Yaratıcı'ya ihtiyaç olmadığına gizli olarak îmâda bulunmaktır. Görünürde fonksiyonel proteinleri kodlamayan genleri hasarlı kabul edip, yalancı genler olarak isimlendirmelerinin sebebi, bu GULO genlerini eski atalarından kalıntı görmek istemelerindendir. Bu düşüncelerini;"Madem sınırsız ilmî olan bir Yaratıcı varsa neden fonksiyonel olmayan gen dizilerini bir organizma içerisine koymuştur? Neden şempanze gibi primatlardaki GULO pseudogenlerinde bulunan genetik arızalar (arıza olduğuna kim karar veriyor!) insandakiler ile yakından eşleşmektedir? Demek ki, insanlar, diğer primatlarla (maymunlarla) beraber ortak bir atadan maddî süreçler sonucunda oluşan modifikasyonlarla türemiştir ve bu yüzden geçmişteki atalarıyla hatalı genler bakımından bile ortaklıkları vardır." şeklinde ifade ederler.

2003 yılında Inai ve arkadaşları tarafından, insandaki ve Hint domuzundaki GULO pseudogenlerinin karşılaştırmasına dair yapılan bir çalışmada, iki türün arasında birçok "paylaşılan hatalar" olduğu iddia edilmiştir.3 Fakat ne hikmetse Hint domuzları ile insanlar evrimci sistematiğe göre memeliler içerisinde yakın akrabalar veya "kardeş" gruplar olarak görülmemekte, aksine filogenetik olarak da çok uzakta kabul edilmektedirler. Bu açıdan, Hint domuzundaki ile insandaki GULO pseudogenleri, iddia edildiği gibi aynı "paylaşılan hatalara" sahip olsalar bile, bu hatalı genleri aynı atadan kaynaklanmaktan dolayı almış olamazlar. Bu takdirde iki türün GULO genlerini kodlayan dizilerinde (exonlarda) var olan geni tesirsiz hâle getirecek bir yer değiştirmenin, iki türde de birbirine paralel meydana gelmesi gerekir. Akla yakınlaştıracak olursak bu durum, birbirinden habersiz İzmir'den İstanbul'a giden iki yolcunun yüzlerce yol ve alternatif içinden tesadüfen aynı yolu tercih etmelerini, aynı ağaçların altında oturmalarını, aynı yerlerde konak-lamalarını, aynı gıdaları yemelerini ve aynı yerlerde uyumalarını beklemek demektir.

Genlerdeki aynı şekilde ve paralel olarak ortaya çıktığı düşünülen yer değiştirmelerin, birbiri ile alâkasız memeli gruplarında (meselâ Hint domuzu ve insanlarda) aynı şekilde meydana geldiğini nasıl göstereceğiz? Şempanze gibi diğer primatlar ve insanlar tarafından "paylaşılan aynı gen hataları" olduğu iddia edilen genlerin, birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış olup olmadıklarını nasıl bileceğiz? Bu zorluğu aşmak için evrimciler, GULO dizilimlerinde "sıcak noktalar veya problemli bölgeler" olabileceğini, diğer bir tabirle, GULO dizilimlerinin, değişime daha açık bölgeler ihtiva ettiğini öne sürmüşler, yaptıkları bir hesapla bu genlerin 1.84 x 10-12'de bir ihtimalle aynı yoldan geçtiklerini ve aynı süreçleri yaşadıklarını iddia etmişlerdir.3 Ancak bu durumda, paylaşılan hatalar ortak ataya değil, kodlama dizileri boyunca meydana gelebilecek birbirinden bağımsız değişme hâdisesinin artan ihtimaline işaret eder. Bu yüzden, evrimciler "paylaşılan hatalar" olarak isimlendirdikleri olguları gözlemlerken, aslında ortak bir menşeden gelmek mecburiyetinde olmayan, hayvan gruplarında meydana gelen değişmeleri incelemektedirler.

Bu "paylaşılan hata" iddialarında, hata olarak görünen şeyler gerçekten hata mıdır? Eğer öyleyse, paylaşılan hatalarla evrim arasında nasıl ve ne ölçüde münasebet kurulmaktadır? Paylaşılan hata iddiasının arkasındaki temel mantık şudur: aynı hatanın birbirinden bağımsız olarak iki veya daha fazla kereler meydana gelmesi ihtimal dışıdır; bu yüzden paylaşılan hata ortak bir sebepten (veya atadan) kaynaklanmış olmayı imâ etmektir.

Moleküler benzerlikten, ortak ata için ortaya atılan bir başka iddia benzer proteinleri benzer genlerin kodlamasıdır. Bu iddia, herhangi bir aminoasit için, onu kodlayan birden fazla kodonun (üçlü DNA dizisinin) bulunabilmesi gerçeğine dayanır. Herhangi bir protein ve yapısında bulunan bir aminoasit için çok sayıda farklı DNA dizilimi olabilir. Proteinleri bir cümlenin mânâsı, DNA'yı da bu mânâyı ortaya çıkaran kelimeler olarak kabul edebiliriz. Bir cümlenin mânâsı değişmeden kelimelerin yerleri değişebilir. "Arabanı bana ver." ile "Bana arabanı ver." cümleleri, kelime dizilişleri farklı olsa da, aynı mânâyı ifade etmektedir. Buradan, farklı organizmalardaki, benzer proteinler için de, o proteinleri kodlayan genlerin "kelime sıralanışlarının" benzer olma eğiliminde olduğu mânâsı çıkar. Meselâ, insanlar ve şempanzelerdeki sadece protein ürünleri değil, onları kodlayan çok sayıda gen de çok benzerdir.

Hayatın her yönüyle mucize olması, sebepler olarak iş gördürülen biyolojik unsurları reddetmemizi gerektirmez, aksine hayatın sırlarını araştırma adına sebeplere uymak inanan insanlar için ibadet bile sayılır. Ancak biyolojik sistemlerde hiçbir zaman kesin ve muhakkak yoktur, genel geçer prensipler yanında değişik seviyelerde istisnalar ve bu istisnaların da farklı hikmetleri vardır. Bu anlayış çerçevesinde baktığımızda, bazen kodlar aynı olduğu hâlde, aynı proteinlerin yanında tamamen farklı protein ve aminoasitler ortaya çıkabileceği gibi, bazen de farklı genetik şifreler olduğu hâlde aynı aminoasit dizilerinin ve (muhtemelen) aynı proteinlerin ortaya çıktığını görebiliriz. Genetik kodların aynı proteini kodlamak için çok sayıda yol kullanma özelliği, ezelî ve ebedî bir Yaratıcı'nın sonsuz ilmini gösterdiği gibi, birbirinden ayrı yaratılmış organizmaların da genomlarının bazı bölgelerinin niçin benzer kodlamalara sahip olduğu hususu da ortak atadan kaynaklanma yerine azamî tasarruf çerçevesinde Yaratıcı'nın küllî iradesini gösterir. Önemli olan, genlerin proteinleri kodlaması ise, aynı proteini netice veren herhangi bir kod, diğerleri kadar iyidir. Paylaşılan ortak hatalar olarak isimlendirilen genomdaki benzer dizilimler, onların ortak bir biyolojik atadan geldiklerinin kesin delili değildir. Aynı kodlamalar, farklı organizmalar yaratılırken, geniş ölçüde tekrar tekrar kullanılır; çünkü onların değiştirilmesi, israf olacaktır. Meselâ, eğer makine üretiminin yapıldığı bir fabrikada çok sayıda farklı eşyanın veya âletin motoru imâl ediliyorsa ve herhangi bir motor parçası çok sayıda farklı makinelerde kullanılıyorsa, o zaman bu farklı makinelerin kullanma kılavuzlarında o parça ile ilgili olan bilgilerin her birinin farklı kelimelerle yazılmasına gerek yoktur. Bunun yerine o parça ile ilgili bilgileri kesip, nerede ihtiyaç varsa oraya kopyalamak daha kolay ve mantıklıdır. Benzer bir mantık, aynı proteinlerin paylaşılan ortak kodları için de geçerlidir.

Benzer bir vaka "sessiz mutasyonlar" olarak zikredilen, DNA'nın değiştiği hâlde aminoasit sıralanmasının değişmediği, fakat proteinin katlanma biçiminin ve davranış şeklinin değiştiği durumlarda da görülür.4 DNA dört harfle (nükleotidle) yazılan bir kitap olup, yan yana gelen üç harfli heceler, belirli bir aminoasidi ifade eden (kodlayan) kelimeleri (kodonu) meydana getirir. Dört harfin üçer üçer yan yana gelmesiyle (43) altmış dört muhtemel kelime ortaya çıkabilir, bütün canlı sistemlerde yirmi adet aminoasit çeşidi olmasından dolayı, genetik kodlar (kelimeler), bazı aminoasitlerin birden fazla heceyle kodlanması mânâsında birbiri ile "çakışır". Bu yüzden, bir kelimedeki bir harfi değiştiren bir mutasyon, o kelime tarafından kodlanan aminoasidin çeşidini değiştirmiyor olabilir. Bu tür mutasyonlar, ortaya çıkan proteinin aminoasit sıralamasını değiştirmediği mânâsında "sessiz mutasyonlar" olarak adlandırılır.

Aynı aminoasit dizilimine sahip, ancak "sessiz mutasyonlar" sebebiyle farklı DNA dizilimleri ile kodlanan proteinler, farklı özellikler gösterebilir. Meselâ, proteinlerin hücreden ilâçları pompalama nispeti değiştirilerek belirli kanserlere karşı ilâç dirençliliği değiştirilebilmektedir.5 Bu tespitler, aynı aminoasit sıralanmasını kodlayan genlerin aynı proteinleri üreteceğini farz eden, "paylaşılan kodlama" iddiasını çürütmektedir. Demek ki, "kelimelerdeki" değişmeler (farklı DNA dizilimleri), aminoasit sıralanmalarını değiştirmeden bırakabilir; ancak bu durum, aminoasit sıralanmalarının "mânâsına" (neticede ortaya çıkan protein ürünlerine) ciddi şekilde tesir etmektedir. Henüz keşfedilmemiş daha başka fonksiyonları da olabilir. Ayrıca, bütün bu kalıntı organ iddiaları, filum seviyesinde tamamen farklı ve orijinal vücut plânlarının ortak bir atadan nasıl ortaya çıktığını da açıklayamadığı gibi, evrimin mekanizması hakkında da ciddi ve kabul edilebilir hiçbir şey söyleyemez.



Dipnotlar

1. Nishikimi, M., Kawai, T. and Yagi, K.(1992): Guinea Pigs Possess a Highly Mutated Gene for L-Gulono- Gamma-Lactone Oxidase, the Key Enzyme for L-Ascorbic Acid Biosynthesis Missing in this Species, Journal of Biological Chemistry 267: 21967-21972 .
2. Nishikimi, M.,Fukuyama,R., Minoshima, S., Shimizu, N. and Yagi, K.(1994): Cloning and Chromosomal Mapping of the Human Nonfunctional Gene for L-Gulono-Gamma-Lactone Oxidase, the Enzyme for L-Ascorbic Acid Biosynthesis Missing in Man, Journal of Biological Chemistry269: 13685-13688.
3. Inai, Y.,Ohta, Y. and Nishikimi, M.(2003):The Whole Structure of the Human Non-functional L-gulono-y- lactone Oxidase Gene -the Gene Responsible for Scurvy- and the Evolution of Repetitive Sequences Thereon, Journal of Nutritional Science and Vitaminology(Tokyo) 49: 315-319.
4. Pearson, H.(2006): Silent Mutations Speak Up: Overlooked Genetic Changes Could Impact on Disease, Nature (December 21: news item, published online at

http://www.nature.com/news/2006/061218/full/06121812.html

 (son erişim tarihi 11 Ocak 2007).
5. Kimchi-Sarfaty, C.,Mi Oh, J., Kim, In-W., Sauna, Z.E., Calcagno, A.M.,Ambudkar, S.V. and Michael M. Gottesman, M.M. (2006): A 'Silent' Polymorphism in the MDRl Gene Changes Substrate Specificity," Science (December 21, 2006): published online at

http://www.sciencemag.org/cgi/content/abstract/1135308
 (son erişim tarihi 11 Ocak 2007)


1 Ekim 2012 Pazartesi

Homolojiyle Çarpıtılan Embriyoloji (Bilim 'Yaratılış' Diyor-24)



Homolojiyle Çarpıtılan Embriyoloji (Bilim 'Yaratılış' Diyor-24)

Modifikasyonun ve evrimin sebebinin, tabiî seleksiyon ve tesadüfî mutasyon mekanizmaları olduğunu iddia eden Darwin'in, bu süreçlerin, vazifelerini kendi kendilerine nasıl yaptığını da izah etmesi gerekirdi. Bildiğimiz normal üreme sürecinde, benzerlikten her zaman benzerlik meydana gelir. Köpekten köpek, fareden fare, insandan insan doğar. Darwin'in tabiî seleksiyonu ve tesadüfî varyasyonları, benzerlik meydana getirmesi beklenen embriyonik gelişmeden, benzemezliğin ortaya çıkmasını sağlayabilir mi? Biraz daha açarsak, köpek olarak gelişmeye başlayan bir embriyo, gelişme sırasında farklılaşarak başka bir türe dönüşebilir mi? Darwin bu soruyu cevaplandırabilecek derecede embriyoloji bilmemekteydi.


Gelişme yollarındaki imkânsızlıklar
"Bilginin devamlılığı", homolojiyi açıklamada anahtar kavramdır.1 Bir embriyonun, gelişmesini yönlendiren bilgi, verasetle anne ve babasından aldığı genlerde gizlidir. Genom adını verdiğimiz bu bilginin mâhiyetini anlayıncaya kadar, her hücrenin içine kodlanmış bilginin nasıl değişeceğini anlayamayız. Embriyonun anatomik ve fizyolojik gelişmesine ait bilgi, her ân satır satır okunan bir kitap gibidir. Hücrelerin bölünmesindeki hassas zamanlama, hareketlerindeki plânlı göçler ve bölünmeyle çoğalan iki hücreden birinin asliyetini korurken, diğerinin yeni bir doku teşkiline yönlendirilmesi, sonsuz bir ilim ve kudretten başka hiçbir şeyle izah edilemez. Bu bilgi kısmen ve görünen zahirî sebep olarak embriyonun gelişmesine tesir eden genlerde kodlanmış olabilir. Ancak ne gelişme yollarındaki hassas plânların işleyişi, ne gelişme genetiğindeki bilginin mükemmelliği, mekanizma olarak görülen akılsız ve şuursuz tabiî seleksiyon ve tesadüfî varyasyonlarla anlaşılamadığı gibi homolojiye neyin sebep olduğu sorusunun cevabını da veremez.

Homolog yapıların (meselâ, atın ön bacağı ile insanın kolu, yarasanın kanadı ve fokun ön yüzgecinin) benzer gelişme yolların ürünleri olduğu teorisi, delillere uymamaktadır ve ne gariptir ki, biyologlar bunu yüzyıldan fazla bir zamandır bilmektedir. Amerikalı embriyolog Edmund B. Wilson 1894 yılında: "Yetişkinlerde, aynı gibi görülen ve homolog olduğu iddia edilen parçalar, lârvalarda veya embriyonik dönemlerinde, hem gelişme hem de pozisyon açısından geniş ölçüde farklılık göstermektedir." demiştir.2 İngiliz biyolog Gavin de Beer de Wilson'la aynı fikirdedir: "Homolog yapıların birbirine karşılık gelmesi, embriyodaki hücrelerin pozisyonlarına, yumurtanın parçalarına veya bu yapıların meydana gelirken geçirdikleri gelişme yollarındaki benzerliklere dayandırılamaz."3

Gelişme biyoloğu Pere Alberch, 1985 yılında; "homolog yapıların, belirgin bir şekilde farklı başlangıç durumlarından meydana gelmesinin, istisnadan çok bir kaide" olduğunu belirtmiştir.4 Son derece farklı gelişme yolları neticesinde neredeyse aynı yetişkin formlarına sahip iki denizkestanesi türü üzerinde çalışan Rudolf Raff, 1999 yılında aynı problemi yeniden dillendirmiştir: "Birbirine akraba iki organizmadaki homolog özellikler, benzer gelişme süreçleri ile ortaya çıkmalıdır; ancak bizim kabul ettiğimiz morfolojik ve filogenetik kriterlere göre homolog olduğunu düşündüğümüz özellikler, gelişme sırasında farklı yollardan ortaya çıkabilir."5

Homoloji ile embriyonik gelişme arasında bir münasebet kurulması birçok açıdan zordur. Meselâ; çoğu omurgalı bacağında, parmakların gelişmesi, arkadan öne, diğer bir ifadeyle kuyruktan başa doğrudur. Kuyruksuz kurbağalarda böyle olduğu hâlde, onlarla akraba olduğu iddia edilen semenderlerde parmakların gelişmesi, baştan kuyruğa doğru, yani ters yönde ilerler (Şekil-1). Farklılık o kadar çarpıcıdır ki, bazı biyologlar, semenderlerin evrim geçmişinin(!) kurbağalar da dâhil diğer bütün omurgalılardan farklı olmak zorunda olduğunu iddia etmektedir.

Görüldüğü gibi homolog özellik olduğu iddia edilen, omurgalıların ayakları bile, çoğunlukla farklı embriyolojik süreçlerle üretilmektedir. Bilindiği gibi omurgalı bacaklarının iskelet yapısı, önce kıkırdak olarak meydana gelir, daha sonra kemiğe dönüşür. Eğer, omurgalıların bacaklarının gelişmesi, ortak bir atadan kaynaklansaydı, bütün omurgalı sınıflarının bacakları gelişirken önce kıkırdaktan bir otak ata modeline sahip olmalıydı. Ancak, durum böyle değildir. Amfibilerden memelilere kadar bütün omurgalı sınıflarında bacaklar gelişirken ilk başta sahip olunan kıkırdak model, ergin hâllerindeki kemik yapıyla aynıdır. Buna rağmen klâsik evrim ve karşılaştırmalı anatomi kitapları, hâlâ "geçmişte yaşamış, hayalî ortak ataya ait bacak kemikleri modeliyle" süslenmektedir. İngiliz zoologlar Richard Hinchliffe ile P. J. Griffiths'e göre, omurgalı bacaklarının, embriyonik bir ortak ata modelinden gelişeceği fikri, peşin hükümlerin delillerin üstünde tutulmasındandır.6

Gelişme genetiği de evrime çare olamıyor!

Benzerliklerin genel mânâdaki benzer gelişme yollarından kaynaklanmadığı anlaşılınca, evrimciler bir ümit kapısı olarak, "Belki de benzer gelişme genlerinden kaynaklanıyordur." diye genetiğe sarıldılar. Neo-Darvinizm teorisine göre, embriyolojik gelişmeyi yönlendiren ve homolojinin anahtarı olarak görülen bilgi, DNA dizilişinde veya genlerde bulunmaktadır. Teoriye göre, genler bir nesilden diğerine, embriyonun gelişmesine ait bilgileri taşımaktadır. Bu yüzden, evrimciler homolog özelliklerin ortak bir atadan verasetle gelmiş benzer genler tarafından programlandığını düşünmekteydiler. Gerçekten de farklı organizmalardaki homolog yapıların benzer genlerden ve homolog olmayan yapıların da farklı genlerden kaynaklandığı gösterilebilseydi, "bilginin devamlılığı" için delil olabilirdi. Demek ki kurbağadan kertenkeleye, onlardan kuşlara ve memelilere ortak bir bilgi -döküle saçıla ve bir kısmını yollarda bırakarak da olsa- devam etmiş denilebilirdi.












Ancak durumun böyle olmadığı, on yıllardan beri bilinmektedir. 1971'de, Gavin de Beer, aynı genler ile kontrol edilen karakterlerin homolog olmalarının gerekmediği gibi, homolog yapıların da aynı genlerle kontrol edilmelerinin gerekmediğini belirtmiştir.7 Homolog yapıların farklı genlerden ortaya çıkabileceğini göstermek için, meyve sineklerindeki göz gelişmesiyle ilgili bir deneyden bahsedilebilir. Meyve sineği embriyoları, vücut bölümlerinin düzgün bir şekilde gelişmesi için, özel bir gene ihtiyaç duyar. Ancak, çekirge ve eşekarısı gibi diğer böceklerde vücut bölümleri gelişirken, bu gen kullanılmaz. Bütün böceklerin vücut bölümlerinin homolog olduğu düşünüldüğünden bu durum, homolog özelliklerin aynı genlerle kontrol edilmesinin gerekli olmadığını göstermiştir. Aynı şekilde meyve sineklerinin cinsiyetinin belirlenmesi için gerekli olan başka bir gen de (Sex-lethal) diğer böceklerde yoktur.

Aksine homolog olmayan yapıların farklı genler tarafından kontrol edilmesinin gerekmediği durumlar da hem çok çarpıcı hem de çok yaygındır. Genetikçiler, meyve sineklerinin düzgün gelişmesi için gerekli birçok genin, farelerdeki, deniz kestanesindeki ve hattâ solucanlardaki genler ile benzer olduğunu bulmuşlardır. Aslında, gen transplantasyon deneyleri göstermiştir ki, farelerdeki (ve insanlardaki) gelişme genleri, fonksiyonel olarak, meyve sineklerindeki karşılıkları ile yer değiştirilebilir. Eğer genler yapıları kontrol ediyorsa ve fare ile sineklerin gelişme genleri bu kadar benzerse, niçin bir fare embriyosundan bir sinek veya bir sinek embriyosundan da bir fare gelişmemektedir? Açıktır ki, genlerin yanında bir başka şey gelişmeyi yönlendirmektedir.

Çok sayıda farklı hayvanda bulunan Distal-less isimli bir gelişme geninde meydana gelen bir mutasyon, meyve sineklerinde bacakların gövdeden uzak kısımlarının gelişmesini durdurmaktadır. Bu gen ile DNA dizilişi çok benzeyen bir başka gen, farelerde bulunmuştur. Aslında, Distal-less genine benzer genler, denizkestanelerinde (Echinodermata) ve kıllı deniz solucanlarında (Annelida) ve tamamen başka bir filuma ait kadifemsi solucanlarda (Onychophora) bulunmuştur (Şekil–2). Farklı şubelere ait bu hayvanların bacak uzantıları yapı bakımından homolog olmasa da, bu hayvanların hepsinde, Distal-less geni, kol ve bacak gibi uzantıların gelişmesine tesir etmektedir. Genlerdeki bu benzerliği 1977'de rapor eden biyologlar: "Bu benzerlikler bir muammadır; çünkü uzantılar son derece farklı anatomiye sahiptir."8 demişlerdir. Gerçekten omurgalı ile omurgasızların bacak anatomileri çok farklıdır; farede kemik iç iskeletin üzerinde kaslar bulunurken, böceklerde kitin dış iskeletin içinde kaslar bulunur. Solucanlar tamamen farklı bir deri-kas kılıfına sahiptir. Bu kadar farklı plândaki hayvanın bacak gelişmelerinin benzer bir gen vesilesiyle yürütülmesi, evrimin izah edemeyeceği çok şaşırtıcı bir durumdur.

Sadece bu genin değil, bacak gelişimde rol alan genlerin bütün çalışma ağının böceklerde ve omurgalılarda benzer olduğu bulunmuştur. Genlerin embriyonik gelişme sırasında giderek yayılan bir ağ gibi çalıştırılmaları karşısında araştırmacılar: "Böcek ve omurgalı bacakları gibi homolog olmayan yapıların kendisinden türeyeceği, herhangi bir yapının evrim açısından hiçbir devamlılığı görülmemektedir."9 yorumunu yapmışlardır. Bu durumda bacakların ve benzer diğer vücut kısımlarının gelişmesinde birer sebep olarak bulunan genetik bilginin devamlılığı gibi bir görüntüyü nasıl izah edeceğiz?

Evrimci biyologlar, son derece farklı hayvan filumlarındaki gelişmeyle ilgili genlerin çarpıcı benzerliğinin otak ataya işaret ettiği iddiasını sürdürmektedir. Ancak, bu ortak atanın genleri nereden ve nasıl gelmiştir? Ortak atadaki genler gelişigüzel tesadüfî hâdiselerle, eksilmeyle veya artmayla tamamen farklı özelliklere sahip hayvan şubelerine ait yeni türlere nasıl dönüşmüştür? Bütün bu sorular evrimciler için cevapsızdır ve bu durum, özellikle homolog yapıların nasıl ortaya çıktığı probleminin çözümsüz kalacağı mânâsına gelir. 1971 yılında, Gavin de Beer şunları yazmıştır: "Hangi mekanizma, aynı genler tarafından kontrol edilmemelerine rağmen homolog organların ve aynı 'yapı biçimlerinin' üretimini, netice verebilir? Ben bu soruyu 1938'de sordum ve şimdiye kadar cevapsız kaldı."7 Üzerinden yetmiş yıl geçmiş olmasına rağmen, evrimci biyologlar, de Beer'in sorusunu hâlâ cevaplamamışlardır.

Dipnotlar
1. Van Valen, L. M.(1982): Homology and Causes, Journal of Morphology 173 (1982): 305–312.
2. Wilson, E.B. (1895): The Embryological Criterion of Homology, 101–124, in Biological Lectures Delivered at the Marine Biological Laboratory of Wood's Hole in the Summer Session of 1894 (Boston: Ginn and Company), 107.
3. De Beer, G. (1958): Embryos and Ancestors, 3rd ed. Oxford: Clarendon Press, p. 152.
4. Alberch, P. (1985): Problems with the Interpretation of Developmental Sequences, Systematic Zoology 34: 46–58.
5. Raff, R. (1999): Larval Homologies and Radical Evolutionary Changes in Early Development. 110–121, in Homology, Novartis Symposium 222 (Chichester, UK: John Wiley & Sons), 111.
6. Hinchliffe, J.R. and Griffiths, P.J. (1983): The Prechondrogenic Patterns in Tetrapod Limb Development and Their Phylogenetic Significance, 99–121, in B. C. Goodwin, N. Holder, and C. C. Wylie (eds.), Development and Evolution Cambridge University Press, 118.
7. De Beer, G. (1971): Homology: An Unsolved Problem, Oxford University Press, London,
8. Gregory A. Wray and Ehab Abouheif, On homologous features not due to homologous genes, "When Is Homology Not Homology?" Current Opinionin Genetics & Development 8 (1998): 675–680.
9. Clifford J. Tabin, C.J., Sean B. Carroll, S.B. and Grace Panganiban, G.(1999): Out on a Limb: Parallels in Vertebrate and Invertebrate Limb Patterning and the Origin of Appendages, American Zoologist 3: 560–663.



Prof.Dr.Arif SARSILMAZ  


16 Eylül 2012 Pazar

Moleküler Filogeni Hikâyesi (Bilim Yaratılış Diyor-23)

Moleküler Filogeni Hikâyesi (Bilim 'Yaratılış' Diyor-23)




Filogeni, evrimci düşünce açısından dogmatik ve sırlı bir değer atfedilen önemli bir kavramdır. Diğer bir deyişle filogeni, bir grup organizmanın farz edilen hayalî ve peşin hükümlü evrim geçmişidir. Temel mantığı ise bir atadan veya kökten değişik canlı türlerine ait nesillerin dallanarak birbirini takip etmesidir. Son zamanlara kadar filogeniler, canlının anatomik ve fizyolojik özellikleri (meselâ, kemik yapıları veya aort yayları, kalb odacıklarının sayısı gibi) yorumlanarak meydana getirilirdi. Moleküler biyolojinin ortaya çıkışıyla birlikte, artık birçok filogenetik hüküm, "daha bilimsel olması için"(!) DNA ve protein karşılaştırmaları temel alınarak verilmektedir.



























Bakterilerden insana kadar, canlı organizmaların hepsi DNA, RNA ve proteinler dediğimiz ortak kimyevî malzemelerden yapılmıştır. Bir DNA molekülü; A, T, G ve C olarak kısaltılan ve nükleotid adını alan dört alt parçanın değişik şekillerde kombinasyonuyla yapılmış uzun bir zincirdir. Bir kitap olarak düşündüğümüz canlı organizmanın şifresini teşkil eden harfler olarak değerlendirebileceğimiz bu nükleotidlerin dizilişlerine göre, mesajcı RNA'nın dizilişi belirlenir. Bu mesajcı RNA'daki özel şifre ile organizmanın proteinlerini meydana getirecek olan aminoasitlerin sıralanması belirlenir. Üreme sırasında, DNA'yı teşkil eden harflerin dizilişi, bir DNA molekülünden diğerine kopyalanır. Bu kopyalama sırasında ortaya çıkabilen ve canlının kaderi açısından bir değeri olan moleküler kazalar veya mutasyonlar, bazen ana molekülden biraz farklı moleküller meydana gelmesine sebep olabilir. Bu yüzden organizmalar, kendi atalarınınkinden bir şekilde farklılaşmış DNA moleküllerine (ve dolayısı ile farklı protein moleküllerine) sahip olabilir.



Emile Zuckerkandl ve Linus Pauling 1962 yılında, organizmaların DNA dizilişlerini ve proteinleri karşılaştırarak, birbirleriyle ne kadar yakın akraba olabileceğini hususunda bir fikir çıkarabileceğimizi öne sürmüşlerdir.1 Canlılar arasında yaratılıştan sahip olunan bir hiyerarşi ve mükemmeliyet derecelenmesi vardır. Bir bakteri de, bir sinek de, çok sanatlıdırlar; hattâ bunlar bir mânâda küçük saatlerin yapımının daha zor olması gibi, akıl almayacak kadar hassas ve mu'cizevî organel ve organlara sahiptirler. Ancak bir kuşa veya memeli hayvana yahut insana nazaran sistemleri daha az komplekstir. Bütün canlılar aynı temel malzemelerden yapıldığı için DNA ve proteinlerin alt birimleri olan bu malzemelerin miktar ve yoğunluğunda da aynı paralelde farklılıklar olması çok normaldir (Şekil–1). Her bilgiyi ideolojileri doğrultusunda yorumlama alışkanlığı ile evrimciler, mutasyonların zaman içinde düzenli olarak biriktiğini kabul etmişler ve organizmalar arasındaki farklılığın, ortak atalarından itibaren kaç yıl içinde gerçekleşebileceğinin hesabına girişmişlerdir. Hâlbuki geçmişte hangi noktada, hangi mutasyonun ne kadar sıklıkla olduğunu gösteren bir bilgi ve delil olmadığı hâlde, evrimciler acaba bu yeni yoldan evrime ulaşabilir miyiz ümidiyle, DNA ve proteinleri "moleküler saat" olarak görmüşlerdir.


Moleküler filogeni üzerindeki ilk çalışmaların çoğu, proteinler üzerinde yapılmıştır; ancak proteinlerin dizilişini belirlemenin yavaş işleyen bir süreç olması ve DNA dizisinin belirlenmesi için daha hızlı tekniklerin geliştirilmesi sebebiyle proteinler yerine, onları kodlayan DNA veya RNA dizilimlerini kullanmak daha yaygınlaşmıştır. DNA dizilerindeki bilginin proteine dönüşmesi, hücre içerisinde moleküler bir makine olarak çalıştırılan ve ribozom olarak adlandırılan organele bağlıdır. Bu organelin yapısındaki RNA'ya ribozomal RNA, (rRNA) denir. 1980 yılında, rRNA'yı kodlayan DNA dizilerinden çok miktarda veri sağlanmıştır.


DNA ve RNA dizilişlerini karşılaştırmak, teoride kolaydır; ama pratikte karmaşık bir süreçtir. Gerçek bir DNA parçası binlerce altyapı ihtiva ettiği için, bir karşılaştırma başlatmak için, bu altyapıların hazırlanması kendi başına zor ve karışık bir iş olduğundan farklı gruplandırmalar çok farklı neticeler verebilir. İki DNA dizisini karşılaştırmaya nereden başlayıp nerede bitireceksiniz? Diziler birbiriyle tam olarak eşleşmediği zaman ne yapacaksınız? Bu tarz uyuşmazlıklar nasıl açıklanacaktır? Eşleştirmeler tamamen aynı bile olsa, bu niçin evrime dâir bağımsız bir delil olarak ele alınmalıdır? Eşleşmenin aynı olması, organizmaların aynı fonksiyonel ihtiyaçlarından dolayı olamaz mı?

Bununla beraber, moleküler karşılaştırmalardan elde edilen neticeler, canlıların tarihinde bazı önemli hâdiselere ışık tutmuştur. Meselâ, moleküler analizleri, fosil kayıtlarından anlaşıldığı üzere birdenbire ortaya çıkan Kambriyen Patlaması'nı çürütmek için kullanmışlar; ancak bu analizlerin neticeleri tutarsız olduğundan problemi çözmekte başarısız olmuştur.

Moleküler saat ne kadar doğrudur?









































Kambriyen'de âniden ortaya çıkan ve öncesinde evrimleştiklerine ait hiçbir iz bulunmayan fosiller, evrimcilerin en büyük sıkıntılarından biridir. Fosillerin gösterdiği gibi, hayvan filumları Kambriyen Dönemi'nde birden mi ortaya çıkmıştır, yoksa Darwin teorisinin iddia ettiği gibi, milyonlarca yıl önceki bir ortak atadan yavaşça değişerek mi meydana gelmiştir? Kambriyen fosillerinden DNA, RNA veya protein analizi yapmak imkânsızdır; ancak, moleküler biyologlar, bu molekülleri yaşayan türlerle karşılaştırabilme imkânına sahiptirler. Büyük hayvan filumları arasındaki diziliş farklılıklarının mutasyonlardan kaynaklandığını ve bu mutasyonların çeşitli organizmalarda zaman içerisinde aynı oranda biriktiğini farz eden evrimciler, filumların ne kadar önce aynı ortak ataya sahip olduklarını tahmin etmek üzere, dizilimlerdeki farklılıkları, "moleküler saat" olarak kullanmaktadırlar.



Fakat bu metotla elde edilen tarihler birbirinden epey farklıdır. Bruce Runnegar, ilk tahmin olarak 1982 yılında hayvan filumlarının ilk farklılaşmasının 900–1000 milyon yıl önce olabileceğini söylemiştir.2 Russell Doolittle ve çalışma arkadaşları ise 1996 yılında bu tarihin 670 milyon yıl olduğunu ileri sürmüş,3 Gregory Wray ve arkadaşları ise 1200 milyon yıl olduğunu iddia etmişlerdir.4 Neredeyse yarı yarıya bir fark karşısında nasıl karar vereceksiniz? 670 milyon yıl, fosil kayıtları ile nispeten daha uyumludur. Rakamlar bu kadarla kalmamış, 1997 yılında Richard Fortey ve çalışma arkadaşları daha eski bir tarihi belirlerken,5 1998 yılında Francisco Ayala ve arkadaşları daha yakın bir tarihten bahsetmektedirler.6 Ancak bu iki tarih arasında da 530 milyon yıllık bir fark vardır.


Amerikalı genetikçi Kenneth Halanych'e göre: "Tahminlerdeki uyuşmazlık, bu tarz eski olayların tarihinin belirlenmesindeki güvensizliği göstermektedir."7 Paleontolog James Valentine, David Jablonski ve Douglas Erwin'e göre; "kullanılan teknik ya da moleküle bağlı olarak", tahminlerin yüzlerce milyon yıllık farklılıklar göstermesinden dolayı, "en azından filumların ayrılması hususunda, moleküler saatin doğruluğu hâlâ problemlidir." Valentine ve arkadaşları, Kambriyen Patlaması hakkında; "fosil kayıtlarının birinci ve esas delil olma özelliğini sürdürdüğünü ve moleküler verilerin bu gerçeğin üstünü örtemediğini"8 düşünmektedirler. Moleküler analizler Kambriyen Patlaması'nın zamanını çözmeye yetmediği gibi, o dönemde yaratılan hayvan filumlarının akrabalıklarını çözme açısından da başarısız olmuştur.

Anatomik karakterlerine bakarak yapılan bir evrimci sistematikte, omurgalılar eklembacaklılara, nematodlardan (yuvarlak solucanlar) daha yakın bir akrabalık içinde gösterilir. Ancak, 1977 yılında, Anne Marie ve çalışma arkadaşları, hayvanların yakınlık ilişkilerinde, rRNA'larını karşılaştırmayı temel alarak köklü bir değişiklik öne sürmüştür. Buna göre, insanlar, söylendiği gibi böceklere yuvarlak solucanlardan daha yakın değildir.9

Daha sonra anlaşıldığına göre, hangi rRNA'nın analiz edildiğine ve hattâ hangi lâboratuvarın bu analizi yaptığına bağlı olarak(!), hayvan filumlarının moleküler filogenileri farklılık göstermektedir. Evrimci olmasına ve moleküler filogeniden çok ümitli olmasına rağmen biyolog Michael Lynch şöyle itirafta bulunmaktadır: "Büyük hayvan filumlarının filogenik münasebetlerinin açıklığa kavuşması, farklı genler üzerindeki analizler ve hatta aynı genler üzerindeki farklı analizlerin, farklı filogenik ağaçlar ortaya koyması yüzünden, içinden çıkılması zor bir problem hâlini almıştır"10


Çok sayıda bilim adamının devam eden gayretlerine rağmen, büyük hayvan gruplarının moleküler filogenileri arasındaki çelişkiler artarak devam etmektedir. 2002 yılında, Pensilvanya Eyalet Üniversitesi biyologlarından Jaime E. Blair, arkadaşlarıyla birlikte 100'den fazla protein sıralanmasını karşılaştırmış ve şu neticeye varmıştır: "Nematodlar ile eklembacaklıların gruplandırılması, 18s rRNA'lık tek bir genin, analiz edilmesinden kaynaklanan sun'î bir durumdur. Sadece bir veya birkaç genin analizinden çıkan değişmelere dikkat edilmesi gerektiğini gösterir... Bizim sonuçlarımız göstermektedir ki, böcekler (eklembacaklılar), genetik olarak insanlara (omurgalılara), nematodlardan daha fazla yakındır."11








































Millî Biyoteknolojik Bilgi Merkezi araştırmacılarından Yuri I. Wolf ve çalışma arkadaşları, 2004 yılında üç farklı filogenetik metot kullanarak 500'ün üzerinde proteini incelemişler ve sineklerle omurgalıları bir araya getirirken, nematodları dışarıda bırakmışlardır.12 Bunu takip eden yıllarda, Fransız biyolog Herve Philippe ve çalışma arkadaşları da, 12 hayvan filumuna dâhil 35 türü ve 146 geni analiz ettiklerinde, tam aksine eklembacaklılar ile nematodları akraba yapıp, omurgalıları dışarıda bırakmıştır.13


Tartışma devam etmektedir ve nerede biteceği ve hattâ bitip bitmeyeceği meçhuldür. Edinburg Üniversitesi'nden evrimci biyologlar Martin Jones ve Mark Blaxter: "Ders kitapları her şeyi çok kesinmiş gibi yazsa da, 150 yıldan beri delil adına toplanmış birçok veri olsa da, hayvanların büyük grupları (filumları) arasındaki nasıl bir münasebet olduğu tartışmalı bir konu olarak kalmıştır."14 der. Biyolog Antonis Rokas ve çalışma arkadaşları 2005 yılında, on yedi hayvan grubundan elli geni analiz etmek için iki farklı metot kullanmışlar ve "farklı filogenetik analizlerin her birinden çelişkili yorumlara ulaşabileceğini'' belirterek, filumlar arasındaki akrabalık münasebetinin "çözülmeden kaldığı" neticesine varmışlardır.15


Moleküler analizler, hem Kambriyen Patlaması'nın tarihinin belirlenmesinde hem de patlamada yaratılan filumların yakınlık münasebetlerini bulmakta başarısız olmuştur. Bu durumda bütün biyologlar, canlıların ortak atasını bulmak için molekülleri kullanırlarsa aslında, moleküler metotların başarısızlığı daha da vurgulanmış olur.



Evrimcilerin büyük ümitlerle bekledikleri "evrensel ortak atayı" belirlemek ve her şeyi içine alan hayat ağacını inşa etmek için 1980'li yıllarda 18s rRNA'nın kullanımına öncülük eden Illinois (Urbana) Üniversitesi mikrobiyologu Carl R. Woese'dir. Ancak, 1990'ların sonlarına doğru, ciddi problemler ortaya çıkmıştır. Kaliforniya (Los Angeles) Üniversitesi'ndeki araştırmacıların ifadesiyle: "Bilim adamları, farklı organizmalardan çok çeşitli genleri analiz etmeye başladıkça, bu genler temel alınarak inşa edilen akrabalık münasebetlerinin, rRNA analizinden elde dilen evrimci hayat ağacından farklılıklar gösterdiğini bulmuşlardır."16 Philippe ve Forterre de benzer bir ifadeyle şunları söylemektedir: "Daha çok dizi kullanıldıkça, çoğu protein filogenetiklerinin, rRNA ağacında olduğu gibi birbirleriyle de çeliştikleri ortaya çıkacaktır."17

Woese'nin bu konudaki tespiti ve neticede geldiği nokta şu ifadelerle anlatılmaktadır: "Şimdiye kadar üretilen çok sayıda proteine bağlı mukayeseli çalışmalardan, uyumlu hiçbir filogenetik organizasyon çıkmamıştır. İlkel organizmalar genlerinin ve proteinlerinin çoğunu, modifikasyonla Darwinci bir menşe'den değil, doğrudan bütün organizmaların ortak malzemesinin kompleks moleküller hâlinde bulunduğu bir tür çorbadan almışlardır."18

Dalhousie Üniversitesi'nden evrimci biyolog W. Ford Doolitte, moleküler filogeninin belki de asla canlılara ait "doğru ağacı" bulamayacağı mânâsına geldiğini belirtmiş ve bunun sebebinin de, moleküler filogeni araştırmalarında yanlış metotlar veya yanlış genler kullanılması değil, "canlıların tarihçesinin gerçek mânâda bir ağaçla temsil edilemeyeceği" olduğu neticesine varmıştır. Doolitte, ayrıca "Belki de, moleküler verilerin Darwin tarafından öne sürülen kalıba sokulmaya zorlanmasından vazgeçilmesi daha kolay ve uzun vadede daha faydalı olacaktır.''19 dedikten sonra bir ağaç yerine "ağ benzeri bir yapı teklif" etmiştir.20 Daha sonra bu fikri geliştirerek hayat ağacını ağ benzeri "hayat sentezi" ile yer değiştirmeyi teklif etmişlerdir.21



İngiliz biyologlar Colin Patterson, David Williams ve Christopher Humphries, 1993 yılında, "Moleküler filogeniler arasındaki uyum, morfolojideki uyum kadar, tespiti zor bir şeydir." diye yazmışlardır.22 Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla, aynı organizmadaki farklı genlerin karşılaştırılması farklı filogenilere sebep olmaktadır. Aynı organizmadaki aynı genlere ait ancak farklı lâboratuvarlarda yapılan karşılaştırmalar da farklı filogenileri netice vermektedir. Bu yüzden, moleküler filogeniler bir biri ile çeliştiği zaman, onların arasından birini seçmenin tek yolu, ortak ataya dâir bağımsız bir bilgiye sahip olmaktır; fakat böyle bir şey mümkün değildir.

Aslında bütün canlıların ağ benzeri yatay bir organizasyonla birlikte dikey olarak da bir hiyerarşi göstermesi Yaratıcı'nın isimlerinin sonsuz kombinasyonlarda ve girift tecelli etmesini daha kolay kılmaktadır.

Bir kütüphanedeki milyonlarca kitabın her biri ayrı ayrı gâyeler için yazılmış olmasına ve farklı mânâlar ifade etmesine rağmen, 29 harfle yazılmıştır. Bütün kitaplarda ortak harfler gibi birçok ortak kelime de bulunur; hattâ ortak tâbirler ve cümleler de bulunabilir. Ancak hiç kimse bu kitapların ortak bir kitaptan, kendi kendine türediğini söyleyemez. Her kitap bir müellif tarafından bir ilim ve irade ile yazılmıştır. Dolayısıyla aynı dünya şartlarında aynı elementlerle ve kimyevî terkipler kullanılarak yazılmış birer kitap gibi olan her bir canlının, sonsuz bir ilim ve kudret sahibi Yaratıcı tarafından yaratılması dışında bir yol yoktur. Moleküler benzerlikler sadece Yaratıcı'nın birliğinin, benzer mekanizmalarda benzer şifreler kullandığının bir delili olabilir.



Dipnotlar1- Zuckerkandl, E. and Linus Pauling, L.(1962): Molecular Disease, Evolution, and Genetic Heterogeneity. 189-225, in M; Kasha and B. Pullman (eds,), Horizons in Biochemistry (New York: Academic Press, 1962), 200-201.

2- Rurinegar, B.(1982): A Molecular Clock Date for the Origin of the Animal Phyla. Lethaia 15 (1982): 199-205.

3-Doolittle, R.F., D.F., Tsang,S., Cho,G. and Little, E. (1996): Determining Divergence Times of the Major Kingdoms of Living Organisms with a Protein Clock. Science 271: 470-477.

4-Wray, G.A., Jeffrey S. Levinton, J.S. and Leo H. Shapiro, L.H. (1996): Molecular Evidence for Deep Precambrian Divergences among Metazoan Phyla," Science 274: 568-573.

5- Fortey, R.A., Briggs, D.E.G., and Wills, M.A.(1997): The Cambrian Evolutionary 'Explosion' Recalibrated," BioEssays 19: 429-434.

6-Ayala, F.J., Andrey Rzhetsky, A. (1998): Origin of the Metazoan Phyla: Molecular Clocks Confirm Paleontological Estimates. Proceedings of the National Academy of Sciences USA 95: 606-611.

7- Halanych, K.M.(1998): Considerations for Reconstructing Metazoan History: Signal, Resolution, and Hypothesis Testing. American Zoologist: 929-941.

See also Simon Conway Morris, S.C. (2000): Evolution: Bringing Molecules into the Fold. Cell 100: 1-11.

8- Valentine, J.W., David Jablonski, D. and Douglas H. Erwin, D.H.(1999): Fossils, Molecules and Embryos: New Perspectives on the Cambrian Explosion. Development 126: 851-859.

9-Aguinaldo, A.A., Turbeville, J.M., Linford, L.S., Rivera, M.C., Garey, J.R., Raff, R.A. and Lake, J.A.(1997): Evidence for a Clade of Nematodes, Arthropods and Other Molting Animals. Nature 387: 489-493.

10-Lynch, M.(1999): The Age and Relationships of the Major Animal Phyla. Evolution 53: 319-325.

11- Blair, J.E., Ikeo, K., Gojobori, T., and S. Blair Hedges, S.B.(2002): The Evolutionary Position of Nematodes. Biomed Central Evolutionary Biology 2:7.

12-Wolf, Y.I., Rogozin, I.B., and Koonin, E.V.(2004): Coelomata and Not Ecdysozoa: Evidence From Genome-Wide Phylogenetie Analysis. Genome Research 14: 29-36.

13-Philippe, H., Lartillot, N. and Brinkmann, H. (2005): Multigene Analysis of Bilaterian Animals Corroborate the Moriophyly of Ecdysozoa, Lophotrochozoa, and Protostomia. Molecular Biology and Evolution 22: 124:6-1253.

14-Jones, M. and Blaxter, M. (2005): Animal Roots and Shoots. Nature 434: 1076-1077.

15-Rokas, A., Krüger, D. and Sean B. Carroll, S.B. (2005): Animal Evolution and the Molecular Signature of Radiations Compressed in Time. Science 310: 1933-1938.

16-Lake, J.A., Jain, R. and Rivera, M.G. (1999): Mix and Match in the Tree of Life. Science 283: 2027-2028.

17-Hervé Philippe, H. and Patrick Forterre, P. (1999): The Rooting of the Universal Tree of Life Is Not Reliable. Journal of Molecular Evolution 49: 509-523.

18- Woese, C.(1998): The Universal Ancestor. Proceedings of the National Academy of Sciences USA 95: 6854-6859.

19-Ford Doolittle, W.F. (1999): Phylogenetie Classification and the Universal Tree. Science 284: 2124-2128.

20-Doolittle, W.F.(2000) : Uprooting the Tree of Life. Scientific American 282: 90-95.

21- Doolittle, W.F.(2005): If the Tree of Life Fell, Would We Recognize the Sound? 119-133 in Jan Sapp, ed., Microbial Phylogeny and Evolution: Concepts and Controversies (New York: Oxford University Press, 131.

22- Patterson, C., David M. Williams, D.M. and Christopher J. Humphries, C.J. (1993): Congruence Between Molecular and Morphological Phylogenies," Annual Review of Ecology and Systematics 24: 153–188. Ayrıca bak! Colin Patterson, (1988): Homology in classical and

Molecular Biology. Molecular Biology and Evolution 5: 603–625.





Sistematik Bir Problem Örneği: Pandalar (Bilim 'Yaratılış' Diyor-22)

Sistematik Bir Problem Örneği: Pandalar (Bilim 'Yaratılış' Diyor-22)







Evrimcilerin sistematiğe soktukları homoloji ve analoji kavramlarının sun'î ve peşin hükümlü bir ideolojik anlayışla değerlendirilmesi, tabiatta mevcut tek gerçek kategori "tür" kavramının tarifinde de sıkıntılara sebep olmuştur. Evrimcilerin inanç dünyasını sarsan ve içinden çıkılmaz bir duruma sebep olan önemli bir karışıklık, dev pandalar ve daha küçük olan kırmızı pandaların sistematiğinde ortaya çıkmıştır. Her iki panda da, Çin'in güney batısındaki bambu ormanlarının yerli hayvanlarıdır (Şekil–1). Bir yüzyıldan fazla süredir bu iki pandayı inceleyen bilim adamları, bu pandaların, ayıların ait olduğu familyaya mı, yoksa rakunlar ailesine mi ait olduğu konusunda müşterek bir hükme varamamış ve bir karar verememişlerdir. Bu hayvanları sınıflandırmaya yönelik 1869 yılındaki ilk ciddi teşebbüsten bu yana, bu sistematik problem üzerine kırktan fazla büyük çalışma yayımlanmıştır. İşin en hayret verici yanı ise, bu çalışmaların neredeyse yarısında pandaların ayılardan; diğer yarısında ise, rakunlardan olduğu neticesine varılmasıdır. Bu problemin çözülmesindeki başarısızlığı, bir bilim adamı, bir o tarafabir bu tarafa gitme mânâsında "taksonomik pin pon oyunu" olarak tarif etmiştir.




















Daha sonra 1964 yılında, Chicago'daki Tabiat Tarihi Müzesi'nde, Omurgalı Anatomisi Müdürü Dwight Davis, tartışılan bu konuda geniş ölçekli kabul gören ve çoğu biyoloğu tatmin eden bir yayın yapmıştır.1 Davis, dev pandaların rakunlarla alâkasının olmadığını ve ayılarla aynı aileden olduğunu, kırmızı pandaların da tam aksine ayılarla değil, rakunlarla aynı soydan oldukları neticesine varmıştır! Daha sonraki zamanlarda biyokimyaya ait biriken bilgiler, dev pandalar ile ayılar arasındaki benzerlik listesini daha da uzatmıştır.



Peki, o zaman, neden biyologlar uzun zaman iki pandanın yakın akrabalar olduğuna, aynı aileye dâhil olduklarına inanmışlardır? Bunun bir sebebi coğrafîdir. Eğer, kırmızı pandalar rakunlara, dev pandalar da ayılara dâhil ise, o zaman, kırmızı pandalar Amerika kıtası dışındaki tek rakun soyudur. Ancak tek kalmış bir rakun soyunun bulunacağı yer açısından Çin, akla en uzak yerdir ve çoğu biyolog için ihtimal dâhilinde değildir. Daha muhtemel olan şey ise, hem dev pandaların hem de kırmızı pandaların rakunlardan olmadığı yahut her ikisinin de rakun olduğudur.



Aynı coğrafik bölgede bulunmalarının yanı sıra, dev ve kırmızı pandalar davranış ve fizikî bakımdan çok sayıda ortak özelliğe sahiptir. Meselâ, her birinin ağız ve burun gibi üst çene bölgeleri benzerdir (Şekil–2). Her ikisinin de burunları kutup ayılarına göre daha kısadır ve çene kemikleri kafalarının arkasına doğru keskin bir şekilde genişlemektedir. Her iki panda da, iri küçük azı dişlerine ve bu özelliklerle koordineli çalışan gelişmiş çiğneme kaslarına sahiptir.























Bu benzerliklerin bazıları dışarıdan çok kolay görülen özellikler olmakla beraber, diğer bazı benzerlikler bu kadar bariz değildir. İki panda da, açıktan görülmeyen çok sayıda bazı özellikleriyle ayılardan farklılık gösterir. Meselâ, iki pandanın da mideleri, sindirim sistemleri ve karaciğerleri birbirine benzer; fakat ayılarınkinden önemli derecede farklılık gösterir. Evrimciler bu benzerliklerin sebebini, kısmen her iki pandanın da bambu ile beslenmesine bağlar. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Genetik olarak, dev pandalar, ayılar ile daha çok anatomik ve fizyolojik benzerliğe sahip olmalarına rağmen, genetik olarak dev pandalar kırk iki kromozoma sahiptir ve otuz altı kromozomlu kırmızı pandalara daha yakındır, ayıların çoğu ise yetmiş dört kromozoma sahiptir.



Zoologlar arasında, dev pandalar, en çok "başparmakları" ile tanınır ki, bu başparmak, onlara diğer ayılarda olmayan bir el mahareti kazandırır. Bu yapı, aslında gerçek bir başparmak olmamasına ve diğer parmaklarla kısmen karşılaşmasına rağmen, bir parmak gibi çalışmaktadır (Şekil–3 ve Şekil–4). Aslında bu yapı, bir parmak kemiği olmayıp, radial sesamoid kemik olarak bilinen, bilek kemiklerinden birinin genişlemiş şeklidir. Bu kemik, pandanın bileğindeki diğer kemiklerle uyumlu çalışır. Pandanın pençesinin açma, kapama, dönme vurma ve benzeri bütün hareketlerinde, bu kemiklerden birçoğu çalıştırılır. Dev pandaların bambuları tutma ve soymadaki mahareti gerçekten dikkat çekicidir. Bu faaliyet, pandanın gününün büyük kısmını alır ve genişlemiş radial sesamoidler, pandaların beslenme faaliyetinin başarısında anahtar role sahiptir.





























Kırmızı pandaların başparmakları, dev pandalarınki kadar belirgin olmasa da, onlar da benzer yapıda genişlemiş radial sesamoid kemiklerine sahiptir. Her iki pandada sadece bu yapılar değil, bunların destekledikleri diğer yapılar da benzerdir. Meselâ, dışa çeken kaslardaki kirişlerin (tendonların) radial sesamoidlere bağlanma şekilleri ve bilek kemikleri arasındaki çalışma yeri, her iki pandada da aynıdır. Buna ek olarak, dev ve kırmızı pandalar, davranış özellikleri bakımından birçok benzerliğe sahiptir. Meselâ, diğer birçok ayı türünün tersine, her ikisi de kış uykusuna yatmaz.





















Her iki panda, öyle benzer özelliklere sahiptir ki, bunlara bir liste hâlinde bakınca her ikisinin de ortak bir atadan geldiğine dâir inandırıcı deliller varmış gibi görünür. Gerçekten de, zoologlar başlangıçta, bu detaylı benzerlikleri homoloji olarak düşünmüşler ve onları ortak ataya sahip olmalarının bir neticesi olarak yorumlamışlar ve bütün pandaları bir ailenin içinde sınıflandırmışlardır. Zoologlar arasında ağır basan, iki pandanın ayrı ailelere mensup olduğu, paylaştıkları ortak özelliklerin de homoloji değil, analoji olduğu görüşünü (convergensi) bir an için kabul edelim. O zaman bu faraziye, bu iki pandanın paylaştıkları özellikleri kendi atalarına ait ailelerden almadıkları ve panda başparmağı (genişlemiş radial sesamoid) gibi çok özel ve seçilmiş yapıların, gelişmelerinin en başından itibaren ayrı ayrı yollardan aynı neticeyi verecek şekilde iki kere evrimleştiği mânâsına gelir. Daha basitleştirirsek, birbirinden çok farklı iki soya ait iki tür, farklı yollarda aynı kaderi yaşamıştır. Bu ise akılların alamayacağı kadar muhal bir tesadüfü teklif etmek demektir. Bunun gibi üst üste gelen iki tesadüf (ki canlılar dünyasında bunun nice benzerleri vardır) şöyle bir problemi akla getirir: Demek ki, benzer özelliklere sahip olmak, evrim ve akrabalık açısından güvenilir bir bilgi değildir! Hayatta kalmaları için hayvanlara verilen bazı özellikler, sadece onların ait oldukları gruba veya aileye verilmeyebilir. Diğer bir tabirle, önemli olan hayatını sürdürmek için işe yarayan bir âlete sahip olmaksa, bu âlet soyları farklı olsa da, benzer şekilde beslenen ve davranan ailelerde ortak bir yapı olarak bulunabilir. Biz panda türlerinin ayılardan mı, yoksa rakunlardan mı evrimleştiği kavgasını yapma yerine, bu hayvanların yaratılışındaki hikmetleri, organlarındaki estetik uyum ve mükemmel sanatı tefekkür etsek daha faydalı olmaz mı?


Darwinizm'in homoloji aldanması


Darwin, "Türlerin Menşei" adlı kitabında, homolojiyi açıklamanın en iyi yolunun, modifikasyonlarla birbirinden türemesiyle olması gerektiğini iddia etmiştir: "Eğer, bütün memeliler, kuşlar ve sürüngenler için hâlen mevcut olan yapılarına uygun bacaklara sahip bir ilkel ata –veya arketip farz edersek o zaman, bir insanın elindeki, bir yarasanın kanadındaki, bir yunusun yüzgecindeki ve bir atın bacağındaki vs. benzer kemik yapılarının, yavaş ve küçük modifikasyonlarla birbirinden türediğiyle açıklanacaktır."2 Darwin, homolojiyi evrim için önemli bir delil olarak görmüş, "sayısız türlerin, cinslerin, ailelerin ve bu dünyayı dolduran insanların hepsinin, her birinin ortak anne babadan kendine ait sınıf veya grup içinde türediği" hususunu bir gerçek gibi kabul etmiştir.3



Ancak, bazı benzer yapılar, keseli ve plasentalı memeliler örneğinde gördüğümüz gibi ortak ata yoluyla elde edilmemektedir. Bunu, biraz önce pandaların başparmağı örneğinde de gördük, zoologlar artık dev panda ile kırmızı pandanın başparmaklarının birbirleri ile ortak ata bağlamında münasebet içinde olduğunu düşünmemektedir. Benzer şekilde, bir ahtapot gözü ile bir insan gözü dikkat çekici şekilde birbirlerine benzemektedir; ancak zoologlar insanların ve ahtapotların atalarının böyle ortak bir göz yapısına sahip olduğunu düşünmemektedir. Tabiî ki bu durumda Darwinistlere tek çıkar yol olarak, bu tarz benzerliklerin "yakınlaşan evrim"in bir neticesi olduğuna inanmak, yani farklı yollardan aynı tesadüfî neticenin ortaya çıktığı gibi bir muhalin nasıl olacağını düşünmek kalmaktadır.



Sadece ortak bir atadan verasetle geçen yapıların, "homolojik" olarak adlandırılmasını garantiye almak için, Darwin'i takip edenler, homolojiyi, ortak atadan kaynaklanan benzerlik mânâsında yeniden tanımlamışlardır. NeoDarwinizm'in prensip mimarlarından biri olan Ernst Mayr'e göre: "1959'dan sonra biyolojik olarak bir mânâ ifade eden tek bir homoloji tanımı vardır: iki organizma, ortak atanın birbirine denk gelen özelliklerinden türediği zaman, bu iki organizmaya homoloji atfedilir."4



Homoloji yeniden tanımlandıktan sonra bile, birbirinden farklı organizmalarda son derece benzer homolog özelliklerin görülmesinin sebebini açıklayacak bir mekanizma olmadan, Darwinci açıklamalar hep eksik kalacaktır. NeoDarwinizm 193040'larda ortaya çıkmaya başladığında, bu problemi çözeceğini iddia etmişti. Onlara göre; "homolog özellikler ortak bir atadan verasetle geçen benzer genlerin bir sonucuydu." Ancak, biyologlar on yıllardan beri, homolog özelliklerin birbirine benzemeyen genlerden kaynaklanabileceğini ve tam aksine benzer genlerin, homolog olmayan özelliklerin temelini oluşturabileceklerini bilmektedirler. Bu yüzden, homolojileri üreten mekanizma bilinmez olarak kalmaya devam etmektedir.



Buna ilâveten, eğer homoloji ortak atadan kaynaklanan benzerlik olarak tanımlanırsa, o zaman, totolojik bir fasit daire şeklindeki bu sebepnetice münasebeti, ortak ata için delil olarak kullanılamaz. Darwin'in omurgalıların ortak atadan gelmesine delil olarak gösterdiği, omurgalıların ön bacaklarındaki benzer kemik yapıları örneğindeki gibi, ön bacakların homolog olup olmadığına karar vermek isteyen bir NeoDarwinist, ilk önce omurgalıların ortak bir atadan gelip gelmediğine karar vermelidir. Diğer bir tabirle, bacakların homolog olarak adlandırılmalarından önce, ortak ata için bir delil bulunması mecburidir. Ancak, tam bu noktada geri dönüp, homolog bacakların ortak ataya işaret ettiğini söylemek bir fasit daire meydana getirir ki, bu durumda ortak ata, homolojiyi, homoloji de ortak atayı belirlemektedir.



Birçok biyolog ve felsefeci, bu totolojinin ve fasit dairenin (kısır döngünün) farkına varmış ve bunu eleştirmektedir. 1945 yılında J. H. Woodger, homolojiye dayanan yeni evrim tanımının "attan önce, arabayı inşa etmek / işi tersinden yapmak" olduğunu yazmıştır.5 Alan Boyden: "Sanki bize yol gösteren benzerlikler olmadan ortak ataları bilebilirmişiz gibi!"6 diyerek, NeoDarwinci homolojinin "ilk olarak atayı bilmeyi, daha sonra da buna göre birbirine karşılık gelen organ veya parçaların homolog olduğuna karar verilmesini" gerektirdiğine dikkati çekmiştir. NeoDarwinci paleontolog George Gaylord Simpson, evrim akrabalığı mânâsını çıkarmak için homolojiyi ortak ata münasebeti olarak kullanmaya çalıştığında, bu totolojik düşünce (devridâimci düşünme) tarzından dolayı Robert Sokal ve Peter Sneath, tarafından eleştirilmiştir.7



Buna rağmen birçok NeoDarwinist, sebepnetice devridaimi suçlamasına aldırmadan, homolojiyi kullanmalarını savunmaya çalışır. Hâlbuki tanımın dayandığı mantık tam bir dogmatik totolojidir. Kendisi de bir evrimci olan David Hull'a göre, evrimci biyologlar, türlerin ilk çıkış kaynağı ile ilgili belirli bir faraziye ile işe başlarlar ve daha sonra benzerlikleri bu hipotezi netleştirmek için kullanırlar. Ancak, ne hikmetse işin ilginç yanı(!) bu metot, sadece ortak ata kavramını doğru sayarak çalışır. Eğer Darwin teorisinin başlangıçta doğru olup olmadığı sorusunu sorarsak, o zaman Hull'un başarılı gibi görünen tahmin yürütme metodu sadece bir başka "totolojik devridaim (kısır döngü)" olur.9



Biyoloji felsefecisi Ronald Brady, açık sözlü bir NeoDarwinizm eleştirmeni olarak şöyle bir gözlemde bulunmuştur: "Açıklanması gereken şartları tarif ederken bunların içerisine, kendi (ideolojik) açıklamalarımızı koyarak, ilmî hipotezler değil, inançlarımızı ifade etmiş oluruz. Açıklamalarımızın doğru olduğuna o kadar inanmışız ki, artık onları açıklamaya çalıştığımız durumdan ayırma adına herhangi bir ihtiyaç görmemekteyiz. Bu tarz dogmatik hevesler, eninde sonunda bilim alanını terk etmek zorunda kalacaktır."10



Bu açıdan bakıldığında bir evrimci, homolojiyi ortak ata inancıyla kabul edebilir; fakat buradan evrime bir delil çıkaramaz. Nitekim buna inanan David Wake: "Ortak ata, homolojinin olmasıdır" demiştir; ona göre "Homoloji, evrimin olması tahmin edilen ve beklenen bir neticesidir, fakat homoloji evrimin delili değildir."11



Homoloji, yapı bakımından ortak bir plâna göre yaratılmayı tarif etmek için kullanılabilir; ama bu kavramın "ortak bir atadan" gelme mânâsında kullanılmasının hiçbir ilmî geçerliliği olmayacaktır.


Fosiller homolojiyi gösterebilir mi?


Bazı zoologlar, homolojinin izlerini belirlemenin en iyi yolunun, iki veya daha fazla organizmadaki benzerliklerin izinin, kesintiye uğramamış fosil organizmalar ile bu organizmaların muhtemel ortak atalarına kadar sürülmesi olduğunu iddia ederler. Ancak, maalesef, fosilleri karşılaştırmak, canlı numuneleri karşılaştırmaktan daha kolay değildir. 1963 yılında, Sokal ve Sneath'in de işaret ettiği gibi, "Fosil delilleri elimizde olsa bile, bu delillerin öncelikle, benzer özelliklerin karşılaştırılması ile yorumlanması gerekir." "Fosillerin arasındaki ortak atadan kaynaklanan homolojiyi temel alarak yorumlamaya dair herhangi bir deneme, içinden çıkmanın mümkün olmadığı bir kısır döngü meydana getirir."7



Aslında, fosil kayıtlarından homoloji münasebeti yorumlamasını yapmak, canlı numunelerden daha zordur; çünkü fosil kayıtları parça parçadır ve fosillerde gerekli olan bütün özellikler korunmaz, yani fosiller normal olarak canlı organizmalardan daha az özelliğe sahiptir.


Kaynaklar
1. Davis, D. D.(1964): The Giant Panda: A Morphological Study of Evolutionary Mechanisms Chicago: Field Museum of Natural History.

2. Darwin, C. (1872): On the Origin of Species, 6th ed. London: John Murray, 383420.


3. Aynı eser: s. 403.

4. Mayr, E. (1932): The Growth of Biological Thought (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1932), 232, 465.

5. Woodger, J.H. (1945): On Biological Transformations, in W. E. Le Gros Clark and P. B. Medawar (eds.), Essays on Growth and Form Presented to D'Arcy Wentworth Thompson. Oxford, Clarendon Press, p. 109.

6. Boyden, A. (1947): Homology and Analogy. American Midland Naturalist 37: 648669.

7. Sokal, R. R. and Sneath, P. H. A.(1963): Principles of Numerical Taxonomy. San Francisco: Freeman, 21. 5657.

8. Hull, D. L. (1967): Certainty and Circularity in Evolutionary Taxonomy. Evolution 21: 174189.

9. Colless, D. H. (1967): The Phylogerietic Fallacy. Systematic Zoology 16: 289295.

10.Brady, R. H.(1985): On the Independence of Systematica. Cladistics 1: 113126.

11. Wake, D.B.(1999): Homoplasy, Homology and the Problem of 'Sameness' in Biology. Homology, Novartis Symposium 222. Chichester, UK: Wiley 45: 27.