(Bilim 'Yaratılış' Diyor -11)
Fosil Kayıtlarındaki Patlamalar ve Boşluklar
Hayatın geçmiş tarihini gösteren bir video kaydımız olmadığından, geçmiş hakkındaki bilgileri -el yordamıyla da olsa- fosillerden elde etmek mecburiyetindeyiz. Kesik, silik, kopuk ve parçalanmış da olsa, hayatın geçmişine ait taşıdığı bilgiler sebebiyle fosiller önemlidir. Ancak evrimcilerin mübalâğa ettiği gibi fosiller evrime destek olmamakta, bilakis onu yalanlamaktadır. Bu hususu fosillere ait üç konu etrafında ele almak gerekir:
1-Kambriyen patlaması, 2- Durgunluk, 3- Boşluklar.
1- Kambriyen Patlaması: Günümüzden yaklaşık 540 milyon yıl önce başlayıp, 490 milyon yıl önce sona erdiği tahmin edilen Kambriyen dönemine ait kayalardaki fosillere bakıldığında, hayvan çeşitlerinde birden ortaya çıkan bir bolluk görülmektedir. Bu dönem boyunca bilinen hayvan şubelerinin (filum) % 95 gibi büyük bir çoğunluğunun, 5–10 milyon yıl gibi kısa bir sürede yaratıldıkları anlaşılmaktadır. Bundan sonra, birkaç istisna dışında, jeolojik kayıtlar boyunca, yeni hayvan şubelerinin ortaya çıkması durmuştur. Hayvan şubeleri, temel özellikler bakımından çok farklı hayvan formlarına ait sistematik gruplar ihtiva eder. Bunlar vücut yapılarındaki temel morfolojik farkların büyüklüğü ile birbirinden kolayca ayrılır. Meselâ bir böcek ile denizyıldızı, bir solucan ile balık veya süngerin sistem ve organları arasındaki temel farklılıkların büyüklüğü çok açık bir ilâhi irâdenin tercihini gösterir. Evrim teorisi, hayvanlar âlemindeki filumlar gibi büyük taksonomik gruplara ait böyle büyük miktardaki değişik vücut plânlarının birdenbire ortaya çıkmasını açıklamak zorundadır.
Kambriyen patlamasından kaçan evrimciler
Kambriyen patlaması, klâsik evrim teorisi için ciddi bir problem olsa da, bazı Darwinciler, Kambriyen patlamasının kendi teorileri için gerçek bir sıkıntı olmadığını iddia etmektedir. Bu iddiaları seslendirenlerden Budd ve Jensen, çoğu taksonomist ve sınıflandırmacı biyolog tarafından kullanılan, "filum (şube)" ve "vücut plânı" isimlendirmelerinin, aslında hayvanların nasıl evrimleştiğini anlamak için bir engel olabileceğini iddia etmiştir. Bu yazarlara göre, hayvanların evrimleşme açısından birbiriyle münasebet içinde olmaları mantıkî bir gerekliliktir(!) Bu, hem vücut plânlarını belirleyen, hem de ortak atadan gelmeyi düzenleyen bir evrim ve filogenetik ölçü olabilir(!)1 Budd ve Jensen, böyle bir teklifte bulunarak, akıllarınca taksonomiyi (sınıflandırma) yeniden tanımlamaya çalışmışlardır. Ancak Kambriyen patlamasında çok sayıda vücut plânının âniden yaratılarak ortaya çıkışı böyle basit bir ifade ile açıklanamayacak kadar güçlü bir tespittir.2
Bir problemi yeniden tanımlamak, hiçbir zaman onu ortadan kaldırmaz. Bir midye ile bir denizyıldızı yahut bir böcek ile bir kurbağanın vücut plânlarındaki temel farklılık, sadece terminolojide oynanarak ortadan kaldırılamaz. Yaratılıştaki hiyerarşik sistematiği ve canlı vücutlarında görülen matematikî mükemmelliği gördüğü halde reddeden bir taksonomistin, belli karakterlere dayandırarak yaptığı sınıflandırma sistemi, ister istemez objektiflikten uzak olmaya mahkûmdur. Ancak, kelime oyunları ile başka mânâlar verilemeyecek ve hasıraltı edilemeyecek gerçek farklılıklar vardır.
"Kambriyen patlamasından önceki zamanlardaki geçiş fosillerindeki eksiklik, atalardaki eksikliği gösterir." fikrini reddetmek için, evrimcilerin sığındıkları diğer bir makaleye göre,3 Kambriyenden 40–50 milyon yıl öncesine ait, mikroskobik, yumuşak vücutlu çift taraflı (iki yanlı veya bilateral) simetriye sahip solucanlar gibi hayvanlar bulunmuştur. Kambriyen patlamasında ortaya çıkan hayvan filumları için ortak bir ataya ihtiyaç duyulduğundan, evrimcilerin yeni senaryosu için bu küçük solucan benzeri hayvanlar güzel birer adaydır. Bu fosilleşmiş organizmanın Kambriyen'deki hayvan filumlarının ortak atası olduğuna ve evrimleştiğine dâir ise, hiçbir müşahhas delil yoktur. Bu delil yetersizliğine rağmen karar verebilmek, ancak ideolojik bir saplantıyı gerektirir.
Bu solucan benzeri fosiller, herhangi bir şeye evrimleşmemiş ve yaratıldığı şekilde kalmış canlılar da olabilir. Kambriyen patlamasından 40–55 milyon yıl önce yaratıldığı düşünülen, iki yanlı simetri gösteren bu solucanların, Kambriyen'deki diğer organizmalara nasıl dönüştüğüne dâir hiçbir delil yoktur. Pre-Kambriyen dönemine ait iz fosilleri yıllardan beri bilinmektedir. Sözkonusu fosiller de belki, zaten dolaylı delillerin var olduğu pre-Kambriyen solucan şubesi için doğrudan bir delil olabilir.
Darwin, Türlerin Menşei adlı kitabında, "Eğer teori doğru ise, yer kabuğunun en alt [Kambriyen] tabakası zaman içinde birikmeden önce... dünyanın canlı yaratıklarla dolup taşması kaçınılmazdır." demektedir. Ancak, Darwin de, "hayvan âleminin ana bölümlerinin birçoğunun fosil taşıyan, bilinen en alt kayalarda –ki bu tabaka Kambriyen dönemine aittir- birden bire ortaya çıktığını" biliyordu. Darwin bu zor durumu kendisi de, "şuan için açıklanamaz olarak kalması gereken" ve "belki burada öne sürdüğümüz iddialara karşı geçerli bir düşünce olduğu..", "ciddi bir problem.." gibi ifadeleriyle itiraf etmiştir.4
Darwin'in takipçilerinin çoğu, Kambriyen patlamasına dâir fosil delillerini küçük göstermeye veya açıklamaktan kaçınmaya çalışmıştır. Bunun için de pre-Kambriyen dönemine ait fosillerin "kolaylıkla korunamayan", "bu hayvanların mikroskobik seviyeye yakın küçüklükte ve yumuşak vücutlu olmalarından dolayı" fosilleşemediklerini ve bulunamadıklarını imâ etmeye başlamışlardır. Kambriyen zamanına veya ondan önceye ait küçük yumuşak vücutlu fosilleri tanımlayan yayınlardan yukarıda bahsetmiştik.3 Eğer bu hayvanlar fosilleşebilmişlerse, evrimcilerin ihtiyaç duyduğu sayısız atalar neden fosilleşemesin? Kambriyen patlaması konusunda uzman olan paleontolog James Valentine ve Douglas Erwin'in de yazdığı gibi, "Patlama gerçektir ve fosil kayıtlarındaki eksikliklerle maskelenemeyecek kadar büyüktür."5
Bütün bunlardan sonra, Kambriyen'de âniden yaratılan hayvan şubelerinin ortak atalarının olmadığını söylemek daha gerçekçi değil midir? Binlerce fosil bulunmasına rağmen, Kambriyen öncesine ait geçişlerin hâlâ olmaması, onların hiçbir zaman mevcut olmadığını düşünmeyi daha mantıklı hâle getirmektedir.
2-Durgunluk: Fosil kayıtlarıyla ilgili ikinci problem, durgunluk (staz) olarak tarif edilebilir. Bir canlı formuna ait fosil, herhangi bir tabakanın kayıtlarında görüldükten sonra, birçok kaya tabakası boyunca, büyük nispette değişmeden kalma eğilimindedir. Bu canlının nesli günümüze kadar devam edebilir; ancak onlarca hattâ yüzlerce milyon yıl boyunca hiçbir değişme göstermez. Diğer bir tabirle canlı organizma formlarının, uzun ve değişmeyen bir tarihçe boyunca üzerlerindeki sanatları yeryüzünde sergiledikten sonra nesilleri tükenmiştir. Organizmaların, fosil kayıtlarında görüldükleri süre boyunca, bu değişmeden kalma karakteristikleri durgunluk olarak adlandırılır. Anlaşılacağı üzere bir türün kademeli olarak diğer bir türe dönüştüğünü göstermek yerine, fosiller herhangi bir tür içerisinde baskın bir şekilde küçük değişmeler gösterir. Bu açıdan bakıldığında, fosil kayıtları, hayvan ve bitki ıslahçılarının her zaman yaptıkları faaliyetlere benzer şekilde, aynı tür içinde çeşitlerin meydana geldiğini göstermektedir. Islah çalışmalarıyla belki güllerin, domateslerin, köpeklerin ve güvercinlerin enteresan ve sıra dışı çeşitleri üretilebilir; ancak bu çeşitlerin her birisi, onları bir gül, bir köpek veya güvercin yapan karakteristikleri taşımaya devam eder.
3. Boşluklar: Fosil kayıtları, kabaca takip edildiğinde, belli bir doğrultuda ilerleme gösteriyor gibi görünmesine rağmen (meselâ, balıkların sürüngenlerden önce onların da memelilerden önce ortaya çıkması gibi), Darwin'in, büyük taksonomik grupların birbirlerine biyolojik ortak ata vasıtasıyla bağlı olduğuna dâir iddiasını desteklemez. Meselâ, fosil kayıtlarında, balıklardan sürüngenlere veya sürüngenlerden kuşlara doğru giden kademeli fosil serileri bulunmaz. Fosil cinsleri, fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları ânda, tam olarak gerekli bütün donanımlara sahip bir organizma hâlindedir ve mükemmel fonksiyoneldir. Bilinen en eski balık fosili, günümüzdeki balıklara ait bütün karakteristikleri göstermektedir. Aynı şekilde, fosil kayıtlarındaki sürüngenler, günümüzde yaşayan sürüngenlerin bütün karakteristik özelliklerine sahiptir. Fosil kayıtlarındaki bu görüntü, bütün fosil çeşitleri için geçerlidir. Burada çok açık olarak ara türlerin ve/veya kademeli geçiş fosil serilerinin kıtlığı görülür, yani fosil kayıtları boyunca sayısız boşluk vardır.
Bu boşluk ve kesikliklere biraz daha yakından bakalım:
Yukarıda geniş şekilde zikredildiği üzere bu kesikliklerin en önemlilerinden biri, Kambriyen patlaması olarak bilinen dönemde, hayvan şubelerinin âniden meydana çıkmasıdır. Farklı şubeler içerisinde bulunan hayvanlar, temel vücut yapıları açısından çok köklü farklılıklar gösterir. Bu kadar büyük bir farklılık gösteren şubelerdeki yeni organ sistemlerinin ve vücut tiplerinin ancak son derece detaylı, hassas ve büyük bir ilim gerektiren evrimci modifikasyonlarla ortaya çıkması gerekir. Ancak, yaşayan hayvan şubelerinin (sistematikçilere göre yaklaşık 30–35 arası değişir) büyük çoğunluğu dikkat çekici şekilde jeolojik açıdan çok kısa bir süre (preKambriyen-Kambriyen sınırına 5 ila 10 milyon yıllık yakınlıktaki bir dönemde) içerisinde ortaya çıkmıştır. Hayatın 3,8 milyar yıllık tarihçesi düşünüldüğünde, bu süre göz açıp kapamak kadar kısa bir süredir. Buna rağmen, fosil kayıtları, hâlâ yaşayan şubelerden herhangi birisinin evrime ait ara formlarla bağlantılı olduğuna dâir hiçbir delil sunmamaktadır.
Kambriyen periyodu, yaklaşık 550 milyon yıl önce başlamıştır. Jeologlar, Kambriyen döneminden çok daha öncesinde hayatın olduğuna dâir deliller bulmuşlardır. Meselâ, Afrika ve Avustralya'da üç milyar yıldan daha yaşlı olduğu düşünülen fosilleşmiş tek hücreli organizmalar bulunmuştur. Bunlardan sadece biraz daha genç tabakalarda, stromatolitler olarak bilinen fosillerin (yani fotosentetik bakterilerin oluşturduğu hasırımsı tabakalar) bulunduğu tespit edilmiştir. Demek ki, Kambriyen'den az öncesine kadar, preKambriyen fosilleri, sadece tek hücreli organizmalardan meydana gelmektedir.
Çok hücreli organizmalar, Kambriyen'den az daha yaşlıdır (620 milyon yıldan daha eski değildirler) ve ilk olarak, 1940'ta Avustralya'da Ediakara tepesinde bulunmuşlardır. O zamandan beri, Ediakaran fosilleri dünya üzerinde pek çok noktada bulunmuştur. Ediakaran canlı formları, Kambriyen'dekilerden ciddi mânâda farklılık gösterir (Şekil–1). Birçoğu o kadar değişiktir ki, tam olarak bir hayvan olduklarını düşünmek konusunda bile şüpheler vardır. Ediakaran fosilleri, disk şeklinde ve eğreltiotlarına benzer organizmalardan meydana gelmektedir. Bazı paleontologlar, bunların hayvanlardan ziyade likenlere yakın olduğunu düşünmektedir. Cambridge Üniversitesi'nden paleontolog Simon Conway Morris, bazı Ediakaran fosillerinin hayvan olduklarına inanmaktadır. Ancak, Morris, aynı zamanda, en fazla birkaç istisna dışında, Ediakaran organizmalarının Kambriyen'de ortaya çıkan şubelerin ataları olmadığını da savunmaktadır.
Kambriyen'den az önce var olan çok hücreli hayvanlara ait üç örnekten daha söz edilebilir. Bunlardan bir kısmı fosilleri bildiğimiz diğer gruplara benzemeyen kabuklu küçük organizmalardır. İkinci gruptaki organizmaların kendi fosilleri olmayıp, sadece aktivitelerinin bıraktığı izlerin fosilleri mevcuttur. Son gruptakiler ise Kambriyen'den 40–55 milyon yıl öncesine ait mikroskobik, yumuşak bedenli iki yanlı simetriye sahip solucanlardır.
Bu örnekler ve muhtemelen az sayıda Ediakara döneminden hayatta kalanlar dışında, Kambriyen döneminden önce çok hücreli hayvanlara dair hiçbir fosil delili yoktur. PreKambriyen fosil kayıtları şu an için gayet güzel bir şekilde incelenip kataloglanmıştır. Ancak, hiçbir noktada preKambriyen'den Kambriyen'e geçiş, Darwin teorisinin gerektirdiği gibi, kademeli bir farklılaşmanın uzun tarihçesini göstermemektedir.
Kambriyen sonrası kayaları da, Kambriyen patlamasını aydınlatmakta çok fazla yardımda bulunmamaktadır. Eğer Kambriyen sonrası kayalarda ek hayvan şubeleri bulunursa, bunların da geçmişinin Kambriyen patlamasına dayanacağından şüphelenmişlerdir. Meselâ; yassı solucanların (Platyhelminthes) daha sonralara ait hiçbir fosil kaydı bulunmamaktadır, yine de paleontologlar bu şubenin diğer birçok filumdan önce var olması gerektiğine inanmaktadırlar. Buna ek olarak, şuan nesilleri tükenmiş yumuşak vücutlu hayvanlara ait başka muhtemel şubeler (bu organizmaların sınıflandırılması tartışmalıdır), Orta Kambriyen dönemde bulunmuştur. Ancak, daha fazla fosil delilleri ile nesli tükenmiş bu grupların menşei daha dar bir zamana, genellikle Kambriyen patlaması ile örtüşen kısa bir zaman dilimine dayanmaktadır. Bu periyot boyunca, en az 40 yeni şube âniden ortaya çıkmıştır. Şekil–2 hemen hemen bütün hayvan şubelerini açıklayan Kambriyen patlamasının ne kadar geniş tesirli ve ihâtalı olduğunu göstermektedir. Paleontolog James Valentine, bazı şubelerin hâlâ keşfedilmeyi beklediğini öne sürmüş ve en azından 60 şubenin kaynağının bu âni başlangıca dayandığını iddia etmiş, birçok yüksek sınıflandırma birimlerinin de bu patlamayla hem hızlı hem de geniş tesirli olarak ortaya çıktığını düşünmüştür.5
Kambriyen patlaması sadece ânsızın başlamamıştır, ânsızın da bitmiştir. Yeni hayvan şubelerinin patlaması, Erken-orta Kambriyen dönemi içerisinde meydana gelmiştir ve bunu neredeyse tamamen bir sessizlik takip etmiştir. Yeni hayvan şubelerinin yaratılması, geri kalan 500 milyon yıl veya daha fazla jeolojik zaman boyunca durmuştur. Buna ek olarak, yeni sınıfların (filumun hemen altındaki sınıflandırma birimi) ortaya çıkması da azalmıştır. Meselâ, 62 adet iyice belirlenmiş ve kolaylıkla fosilleşebilen deniz canlıları sınıfının yarısından fazlası, Kambriyen dönemi kapanmadan ortaya çıkmıştır ve diğer % 29'u ilk defa Ordovisyen döneminde (Kambriyen'den hemen sonraki yaklaşık 490 milyon yıl önceye ait jeolojik periyot) ilk olarak meydana gelmiştir.6Sınıf kategorisinin altında yer alan yeni takımların (ordo) çıkışı da zamanla azalmaktadır: "Deniz canlılarına ait takımların görülmesi daha dağınıktır; ancak yine de erken Paleozoik Dönemde [Kambriyen ile başlayan jeolojik çağ] büyük bir yenilenme gösterirler."7 Bu desen, mevcut organizmaların kademeli ve yavaş yavaş çeşitlenmesinin, aralarındaki temel farklılıklardan önce geldiğini öne süren, Darwin'in büyük hayat ağacı teziyle uyuşmamaktadır. Gerçekten de, şube, sınıf ve takım gibi daha yüksek sınıflandırma seviyelerinde fosil kayıtları bunun tamamen tersini göstermektedir.
En iyi bilinen hayvan şubelerinin neredeyse aynı zamanda ortaya çıkmalarının, bir şubenin içerisindeki farklılıkların tamamının, şubeler arasındaki farklılıklardan oldukça küçük olduğu düşünüldüğünde, daha dikkat çekicidir. Farklı şubeler temel vücut yapıları açısından birbirinden ayrılır; fakat aynı filumdaki organizmalar aynı temel vücut yapısını taşır. Netice olarak, birbirinden ayrı iki şube (meselâ, eklembacaklılar ile yumuşakçalar) arasındaki morfolojik mesafe, aynı şube içerisindeki o şubenin iki temsilcisini (meselâ, böcek ile örümceği veya ahtapot ile salyangozu) birbirinden ayıran mesafeden daha büyüktür. Hayvan formlarının çeşitlenmesindeki en büyük kaynaklar bu yeni şubeler olmuştur ve yeni hayvan filumlarının menşei fosil kayıtlarının ilk yüzde birlik veya ikilik kısmına sıkışmıştır. Ayrıca, farklı şubelerin arasındaki morfolojik mesafeyi inşa etmek ve böylece, bunların evrim için gerekli olan menşelerini belgelemek için ihtiyaç duyulan fosiller ortada yoktur. Hayvan şubelerinin çok erken bir zamanda ve tamamen müstakil bir şekilde ortaya çıkışları, fosil kayıtlarının en önemli özelliğini teşkil etse de, bu bilgilere biyoloji ders kitaplarında çok az dikkat çekilmektedir; çünkü Kambriyen patlaması, evrim teorisi için başa çıkılması gereken büyük bir problemdir.
Kambriyen patlamasındaki geçiş fosillerine dâir eksiklik durumu fosil kayıtlarının geri kalanı için de geçerlidir. Dünyanın her yerinden ve öne sürülen yaşlarına bakılmadan bütün kayalardan alınan fosilleri toplasak bile, yine de, kesin yumuşak bir geçiş serisi oluşturamayız. Yeni fosiller bulundukça, aralarındaki boşluklar daha da açık bir hâle gelmektedir. Chicago Üniversitesi'nden paleontolog David Raup, bu gerçek üzerine şu yorumu yapmıştır: Fosil kayıtlarına dair bilgi gittikçe artmıştır [Darwin'in Türlerin Menşei adlı kitabının yayımlanmasından bu yana]... Ancak ne gariptir ki, şu ânda elimizde, Darwin'in zamanındakinden daha az sayıda geçiş formu vardır. Bununla demek istediğim, fosil kayıtlarındaki klâsik Darwinci değişimlerin bazıları, Kuzey Amerika'daki atların evrimi örneğinde olduğu gibi, kullanımdan çıkarılmak veya daha detaylı bilgilerin sonucunda değiştirilmek zorundadır.8
Benzer şekilde, Harward'dan paleontolog Stephen Jay Gould da şuna dikkat çekmiştir: "Fosil kayıtlarındaki geçiş formlarının aşırı derecede azlığı, paleontolojide, mesleki bir sır olarak kalmaya devam etmektedir. Ders kitaplarımızı süsleyen evrim ağaçları, sadece ağacın dallarının uçlarında ve düğüm noktalarındaki bilgilere sahiptir; gerisi yorumdur, mantıklı fosil kaydı delilleri değildir."9 Ancak kendisi de bir evrimci olan Gould, bu tespitlerine rağmen evrim düşüncesini daha farklı bir teoriyle sürdürmede ısrarlıdır. Ona göre zaten çoğu tür dünyada bulundukları süre içerisinde hiçbir yönde değişme göstermez. Fosil kayıtlarında ilk göründüklerinden, fosil kayıtlarında yok oldukları zamana kadar benzer görünüşte olurlar. Morfolojik değişmeler genellikle sınırlı ve kontrolsüzdür. Ayrıca herhangi bir lokal bölgede, bir tür, kademeli ve yavaş bir şekilde, kendine ait bir atadan devamlı bir dönüşme ile meydana gelmez. Bir ânda ve tam olarak yeni bir forma sahip olarak ortaya çıkar.9 Bu ifadeler de yine bir nevi âni yaratılışın ifadesidir; ama Gould bunları Allah'ın bir yaratması olarak değil, evrimin âni bir sıçraması olarak değerlendirir.
Bir başka önemli paleontolog, Johns Hopkins Üniversitesi'nden Stephen Stanley, evrimcilerin iddia ettiği geçişlere ait fosil kayıtlarındaki eksikliği cins seviyesinde tarif etmiştir: "Avrupa'daki Pleistosen memelilerine dâir yapılan detaylı çalışmalara rağmen, bir cinsten ötekine evrimi gösterecek bir geçiş için geçerli tek bir örnek bilinmemektedir."10
Şimdiye kadar, hep hayvanların fosil kayıtları üzerinde durduk. Ancak, bitkilerin fosil kayıtları da, tıpkı hayvanlarınki gibi eksiktir. Meselâ, biyolog Harold Bold, bilim adamlarını fosil kayıtlarında "delil ve spekülasyon arasındaki ayrımı kesin olarak" yapma konusunda zorlamakta ve şöyle demektedir: "Şu anda, [bitkiler âleminde], öne sürülen herhangi iki bölüm arasındaki kesin bir münasebete dair bilinen hiçbir hayat formu veya fosil yoktur."11 Bu cümle 45 yıl önce yazılmasına rağmen hâlâ doğruluğunu sürdürmektedir.
Hem bitkiler hem de hayvanlar için geçiş formlarındaki bu kıtlık, Darwin teorisi için can sıkıcı bir problemdir. Bu boşlukları yorumlamak ve bu problemi çözmek için evrimciler tarafından dört açıklama öne sürülmüştür: Onlar, ilk olarak boşlukların fosil kayıtlarındaki eksiklikten kaynaklandığını, geçmişte yaşamış organizmaların sadece çok küçük bir bölümünün fosil olarak korunduğunu belirterek, gelecekteki araştırmalarla bu boşlukların doldurulacağını beklemektedirler. İkinci olarak fosilli tabakaların yeterli derecede incelenmediğini iddia ederler. Üçüncü olarak "Aralıklı Denge" adını verdikleri kavrama göre, evrimin sıçrayarak oluşmasından dolayı bu boşlukların ortaya çıktığını söylerler. Dolayısıyla, Darwin'in "evrimin yumuşak ve yavaş olduğu konusunda" yanıldığını söylerler(!) Son olarak da boşlukların gerçek olduğunu kabul ederek, bunu normal görürler. Bu, "tabiattaki süreksizliğin yansımasıdır" diyerek, organizmaların temel gruplarının birden bire ortaya çıktığını ve bu temel grupları birbirine bağlayan geçiş gruplarının hiçbir zaman olmadığını kabul ederler (aslında bu bir mânâda yaratılışın itirafı demektir). Bütün bu iddiaların cevabını gelecek sayıda verebilmek ümidiyle.
Dipnotlar
1. Budd, G. E. and Jensen (S). (2000): A Critical Reappraisal of the Fosil Record of the Bilaterian Phyla. Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society 75: 253–295.
2. Meyer, S. C. (2004): The Origin of Biological Information and the Higher Taxonomic Categories. Proceedings of the Biological Society of Washington 117(2): 213–239.
3. Chen, J-Y., Bottjer, D.J., Oliveri, P., Dornbos, S.Q., Gao, F., Ruffins, S., Chi, H., Li, C.-W. and Davidson, E.H. (2004): Small Bilaterian Fossils from 40 to 55 Million Years Before the Cambrian, Science 305: 218–222.
4. Darwin, C. (1859): Origin of Species, 307–308.
5. Valentine, J.W. and Douglas H. Erwin, D.H. (1987): "Interpreting Great Developmental Experiments: The Fossil Record," in R. A. Raff and E. C. Raff, eds., Development as an Evolutionary Process (New York: Alan R. Liss), 71–107.
6. Gould, S.J. (1989): Wonderful Life (New York:W.W. Norton, p.64).
7. Erwin, D., Valentine, J.W. and Sepkoski, J.J. (1987): A Comparative Study of Diversification Events: The Early Paleozoic Versus the Mesozoic. Evolution 41:1177-1186.
8. Raup, D. (1979): Conflicts between Darwin and Paleontology. Field Museum of Natural History Bulletin 30 (I):25.
9. Gould, S.J. (1977): Evolution's Erratic Pace. Natural History 86(5):12-16.
10. Stanley, S.M. (1979): Macroevolution: Pattern and Process (San Francisco: W.H. Freeman, p.82
11. Bold, H.C.(1967): Morphology of Plânts (New York: Harper and Row, p.515.
Fosil Yorumları Objektif mi? (Bilim 'Yaratılış' Diyor -10)
Evrim teorisinin çıkmasından itibaren en fazla tartışılan saha; paleontoloji, dolayısıyla fosiller olmuştur. Fosil kayıtları uzun zamandır incelenmekte, bunlardan elde edilen neticeler, bizleri hayrete düşürmektedir. Aristo (M.Ö. 384–322) bile, hayatın topraktan birden bire kendiliğinden çıktığını düşünmüş; fosilleri de bu süreç içerisinde bir "hayata tutunma veya kabaca ortaya çıkma" teşebbüsü olarak görmüştür. Peki, toprak altında gömülü kalmış ve taşlaşmış bitki ve hayvan şekilleri ne mânâya gelmektedir? Modern bilimin ortaya koyduğu bilgiler çerçevesinde bakarsak, daha önce yaşamış bitki ve hayvanlar uygun fizikî ve kimyevî şartlar altında taşa dönüşebilmektedir. Ölmüş bir organizma; çürümeden ve leş yiyiciler tarafından tüketilmeden evvel, yeterince hızlı bir şekilde toprak altına gerekli mineral karışımıyla gömülürse fosilleşebilir.
Paleontologlar, fosil kayıtlarını, önceki zamanlarda yaşamış canlılara ait tarihî bir zaman ölçer olarak okumaktadır (Şekil–1). İskeletler, ayak izleri, yapraklar, sporlar, hayvan izleri, tüyler, solucan delikleri ve bir parça deri kırıntısı bile fosil olarak bulunabilmektedir. Bu ipuçlarını yorumlayarak, paleontologlar, geçmişteki canlıların neye benzediklerini bulmaya çalışmaktadır. Kayalar ne hikâyeler anlatmaktadır? Bilimdeki birçok soru gibi, cevabın bir kısmı, altyapıda verilerin hangi faraziyelere göre elde edildiğine bağlıdır. Meselâ bir kişi, bilimdeki materyalistik açıklamalara olan sadakatinden dolayı, başlangıçta peşin şekilde Allah'ın yaratmasının imkânsızlığını kabul ederse, fosil kayıtlarını, kör fizikî ve kimyevî tabiat kuvvetlerinin, herhangi bir hedef veya maksat gözetmeden işlediği bir tarihçe olarak yorumlar.
Bilimin ne kadar objektif olduğu her zaman münakaşa mevzuu olmuştur. Bazıları bilimin, uzun zamandan beri, insanların sosyal sahalardaki sübjektifliğine karşı daha korunaklı olduğunu söyleseler de, durum hiç de iddia edildiği gibi değildir. Bilimin metodolojisi, bilim adamlarının şahsî olarak sahip oldukları felsefe ve değerlerin muhtemel bozucu tesirlerini ortadan kaldıracak bir filtre sağlayabilir mi? Şayet bilimi idealize ederek, onun uyulması gereken bütün şartlara bağlı kaldığını kabul edersek, bu objektiflik sağlanmış sayılabilir. Nitekim bilime ait birçok teori, şu anki hâdise ve fenomenlerin işleyişi hakkında üretilmiştir. Meselâ, hastalıklar hakkındaki mikrop teorisi; yerçekimi teorisi, Mendel'in kalıtım teorisi gibi birçok keşif artık genel geçer prensipler hâline gelmiştir. Bu tarz teorilerin doğruluğu, mevcut hâdiselerle kıyas edilerek kolayca test edilebilir. Meselâ, Ay'ın Dünya'nın, Dünya'nın da Güneş'in etrafında döndüğüne dâir bir teorimiz olsa, bu teorinin doğruluğunu test etmek kolaydır. Yörüngelere ve hızlara ait eldeki bilgileri değerlendirerek güneş tutulması tahmininde bulunup, daha sonra tutulmanın tahminimizdeki gibi olup olmadığını müşahede edebiliriz.
Deneylere, hesaplara ve doğrulama testlerine dayalı bu tarz konularda bilim geniş ölçekte nötr değerli veya objektif görünmektedir. Bu yüzden, aynı deneyleri aynı şekilde yapan bilim adamlarının, şahsî felsefelerinden veya bakış açılarından bağımsız olarak, aynı neticeyi almaları beklenir. Bu tarz tekrarlanabilen fenomenler için doğrudan bir delil olma, açık bir ispat veya çürütme imkânı mevcuttur. Bu tarz teoriler geçmişe ait gözlemlerden bağımsızdır. Meselâ, fiziğe ait bir teori, Dünya'nın eliptik bir yörüngede seyahat ettiğini söyler. Bunun gerçekte böyle olup olmadığının ispatı için, Dünya'nın yörüngesine ait geçmişteki bütün kayıtlar bir ânda yok olsa bile, astronomlar tarafından ihtiyaç duyulacak tek şey, yeni bazı gözlemler yapmaktır.
Fakat bütün bunların tersine, evrim teorisi geçmişte meydana gelmiş münferit hâdiseler üzerinde durmaktadır. Bilhassa, evrimci iddiaların konusu olan fosiller, gezegenlerin dönüşü gibi tekrarlanamayan, bir kerelik tarihî hâdiseleri temsil eder. Öncelikle, bir canlının nasıl ortaya çıktığından (Sonsuz Bir İrade ve Kudret'in yaratmasıyla mı, yoksa kendiliğinden meydana gelme ile mi sorusundan) ve balina veya farelerin nasıl meydana geldiğinden (Allah'ın takdir ve tercihi ile mi, yoksa tabii seleksiyon yolu ile mi sorusundan) bağımsız olarak, bu tarz olaylar yeniden yeniye meydana gelmemektedir. Bunlar geçmişte bir defa yaşanmış ve geçmiştir. Genetikçi Theodosius Dobzhansky'nin dikkat çektiği gibi: "Evrime ait vakalar, bir kereye mahsustur; tekrar edilemez ve geri dönüştürülemez.. Bu hâdiselerin geriye dönüşümünü sağlamak, karada yaşayan bir omurgalıyı bir balığa dönüştürmek kadar imkânsızdır."1 Akıllı tasarımla açıklanan biyolojik köken de belki, bir kereye mahsus, tekrar edilemez ve geri dönüştürülemezdir.
Dolaylı deliller ile akıl yürütme
Genel olarak, canlıların biyolojik menşei ile ilgili teoriler, tekrarlanabilen fenomenleri açıklayan teoriler gibi doğrudan deneye dayalı testlerle doğrulanamaz. Bu, iddiaların dolaylı deliller ile test edilmesi gerektiği mânâsına gelir. Elbette, dolaylı ispatlar da güçlü (veya mantıklı) olabilir. Meselâ, Ali'nin, Veli'yi 7.65'lik bir tabanca ile vurduğu iddia edilebilir; çünkü:
1. Ali'nin parmak izi, Veli'nin cesedinin yanında bulunan 7.65'lik bir tabancanın üzerinde bulunmuştur;
2. Cinayetten önceki gece, Ali, Veli'yi ölümle tehdit etmiştir;
3. Ali geçmişte, Veli'yi gizlice takip etmekten tutuklanmıştır;
4. Cinayet zamanında Ali, Veli'nin yakınlarında görülmüştür.
Ali'yi suçüstü yakalayacak bir müşahede olmasa bile, bu sebepler onun cinayeti işlediğini düşünmeye zorlayıcı sebeplerdir. Ancak, bütün dolaylı deliller bu kadar inandırıcı değildir. Çoğu zaman, dolaylı delil, bir ânda pek çok yöne işaret eder. Bazen, aynı anda birbirine zıt iki yöne işaret ettiği bile olur. Böyle bir durum olduğunda, delillerin birbirine aykırı olan yorumlanma şekillerinin dikkatli bir şekilde tartılması gerekir. Darwin de bu fikirdedir. Onun da dediği gibi: "Doğru/âdil bir sonuç, ancak her sorunun her iki tarafındaki gerçeklerin ve argümanların tamamıyla belirlenmesi ve tartılmasıyla elde edilebilir."2 Dolaylı delil üzerine inşa edilen bir gerçek, bütün hata ihtimallerini bertaraf eden kesin mantıkî bir ispatlama değildir. Dolaylı delil, kesin bir ispatlamanın yerine, akla yatkınlık ve inandırıcı olmayı hedefler. Neticede, dolaylı delillerin değerlendirilmesinde, sübjektif faktörler rol oynar.
Bütün deliller aleyhine olsa bile, iyi bir avukat, müvekkilinin suçsuzluğunu ispatlayabilir: Ali, tabancayı çok eskiden almıştı, bir süre sonra sözkonusu tabanca çalınmıştı, daha sonra asıl suçlu tabancayı Veli'nin cesedinin yanına koymuştu, sesini taklit eden birisi telefonda kendisine Ali süsü vererek maktulü tehdit etmiş ve Ali'ninkine benzer bir elbiseyle maktulü takip ederken görülmüştü. Daha birçok farklı senaryoyla zanlının suçsuzluğu gösterilebilir. Ali'nin aleyhine olan bu durum sarsılabilir, hattâ durum tersine dönüp, Ali'nin masumiyetinin mümkün olduğu bir senaryo ile yer değiştirebilir. Bütün iş, avukatın ve savcının delilleri değerlendirmedeki ustalık ve maharetlerine bağlıdır.
Bu yüzden paleontoloji tarihsel bir bilimdir. Dedektiflik çalışması gibi, geçmişte neyin meydana geldiğine dâir veya geçmişteki durumun ne olduğunu yeniden inşa etmek üzere ipuçları arar. Bu tarz yeniden inşa etmelere genellikle tarihî hikâyeler denir. Paleontologların tarihî hikâyelerini meydana getirmek için üzerinde çalıştıkları ipuçları fosillere ve moleküler dizilere aittir. Her zaman için eksik olan bu tarz verilerin mânâsı da genellikle belirsizdir; bu tarz verilerde bazı açıklamalar diğerlerinden daha çok delille desteklense de, bütün bunlar çok sayıda açıklamaya ve yoruma imkân sağlar. Ölümüne kadar (2005), Harward'da Amerikalı evrimcilerin başkanı olan Ernst Mayr, "Biyolojiyi Eşsiz Yapan Nedir?" isimli son kitabında bu noktaya temas ederken, önemli bir itirafta bulunmaktadır: "Tarih bilgisi.. tarihî zamanın boyutlarını içeren yaşayan dünyanın bütün yönlerine dâir bir açıklama için kaçınılmazdır... Bunun cevabını elde etmek için, özellikle deney yapmanın mümkün olmadığı durumlarda, evrim biyolojisi kendi metodolojisini, yani bazı tarihî hikâyelerini (belirsiz/farazi/kesin olmayan senaryolarını) geliştirmiştir."3 Kısacası, Mayr'e göre, geçmiş yeryüzü hayatının şekil veya taslağını çıkarmak için, paleontologlar, çeşitli derecede gerçekleşme imkânı olan veya olmayan farazî senaryolar öne sürmüşlerdir.
Tarihî hikâye, farazî senaryo, muhtemel hipotez gibi ifade ve kavramlar, hassas ve kesin sınırları olması gereken bir bilim için, hammadde olmaktan çok uzaktır. Ancak Darwinciler yine de, fosil kayıtlarını bir koz olarak görmektedir. Evrimin nasıl meydana geldiği hususu bir yana, Darwinciler, fosil kayıtlarının her halükârda evrimin meydana geldiğini göstermekte olduğunu savunmaktadır. Onların iddiasına göre fosiller, dünya üzerindeki hayatın tarihçesinin kademeli olarak dallanan bir ağaç gibi geliştiğini ve çeşitli organizmaların sayısız nesiller sonunda birbirine belli belirsiz şekilde karıştığını göstermektedir. En vahimi ise, fosil kayıtlarının ağır basan bir biçimde, büyük ölçekli (makroevrim) evrim değişmelerini doğruladığı iddiasıdır.
Evrimcilere göre, sadece evrimin bazı Darwinizm gibi materyalistik formları fosil kayıtlarına mantıkî bir açıklama getirebilir. Hâlbuki evrimcilerin bu faraziyeleri yanlıştır. Yaratılışa inanan ilim adamları, fosil kayıtları için çok daha mantıklı açıklamalar getirmektedir. Allah'ın sonsuz ilim ve kudretiyle yaratırken sebepleri icraatına perde olarak kullanmasını kabul eden yaratılışçı ilim adamları da deneylerden elde edilen ciddi bilgilere gayet uyumlu, makul ve tutarlı izahlar yapmaktadır. Yaratılış inancı bilhassa, kesin hatlarıyla ve organ sistemleriyle mükemmel bir şekle sahip organizmaların, fosil kayıtlarında bir ânda görünmesi ve diğer fosilleşmiş organizmalarla aralarında bulunan büyükçe boşluklarla ayrılması gerçekleri ile uyum içerisindedir.
Ortak ata var mı, ara formlar yaşamış mı?
Darwin, yaşayan bütün canlıların menşeinin bir veya birkaç orijinal forma dayandığını öne sürmüştür. Günümüzün Darwincileri, bu iddianın mantıkî olarak son noktasını, yani bütün organizmaların başlangıcının tek bir ortak atadan geldiği görüşünü savunmaktadır. Bu silsile içerisinde, bir organizma kademeli olarak bir başkasına dönüşmektedir. Âni değişmeler yoktur. Darwin'e göre, bu tarz dönüşmeler "sayısız başarılı küçük modifikasyonlar" ile meydana gelmiştir.4
Darwin, teorisini ifade etmek için, ağaç metaforunu kullanmıştır. Buna göre ağacın gövdesi ortak atayı, dalların uçları da hâlen yaşayan organizmaları temsil etmektedir. Darwin'e göre hayatın tarihçesi, bir ortak atadan kaynaklanan, bütün türlerin dallara serpiştirildiği "Büyük Hayat Ağacı" olarak isimlendirilen, dallanan bir ağaç yapısında gösterilebilir (Şekil–2).
Bir kaynaktan çıkan ortak ata fikri doğru kabul edildiğinde, Darwin teorisi fosil kayıtları ile nasıl bir uyum göstermektedir? Eğer Darwin teorisi doğru ve fosil kayıtları da hiç olmazsa büyük nispette tamamlanmış olsaydı, organizma gruplarına ait fosillerin yavaş ve tedrici bir şekilde birbirine dönüştüğü/harmanlandığı, sayısız geçiş formları bulunduran devamlı bir gelişme silsilesini göstermesi gerekirdi. Ancak gerçekte, canlıların sınıflandırılması ve isimlendirilmesi ile uğraşanlar, büyük grupları birbirinden ayıran farklılıkların çok büyük olduğunu görmektedir. Dolayısıyla Darwinci teorisyenler de çok büyük sayıdaki geçiş formunun gerekliliğinden kaçınamamışlardır. Darwin kendisi de Türlerin Menşeii'nde şöyle yazmıştır: "Tabiî seleksiyon teorisi ile bütün yaşayan türler, her cinse ait ana-türler vasıtasıyla birbiriyle bağlantılıdır ve aralarındaki farklılık günümüzde yaşayan aynı türün içerisinde gördüğümüz farklılıklardan daha büyük değildir. Bugün genelde nesilleri tükenmiş olan bu ana-türler de benzer şekilde daha eski türler vasıtasıyla birbiriyle bağlantılıdır ve geçmişe doğru bu böyle her büyük sınıfın ortak atasına doğru yakınlaşarak gitmektedir. Bu açıdan, eğer bu teori doğru ise ve bu türler dünya üzerinde yaşadıysa, bütün yaşayan ve soyu tükenmiş türler arasındaki, ara ve geçiş bağlantılarının sayısı anlaşılmaz derecede çok olmak mecburiyetindedir." 5
Herhangi iki organizmaya ait bir ortak ata, bu iki organizmayı birbirine bağlayacak geçiş formlarına ihtiyaç duyar. Ayrıca Darwin'in teorisi, kademeli bir değişimle evrim teklif ettiğine göre, iki organizma arasında ne kadar büyük bir farklılık varsa, bu iki organizmayı birbirine bağlamak için o kadar çok sayıda geçiş formunun olması gerekir. Darwin'in büyük hayat ağacının temelinde, yani geçmişten bugüne var olan bütün canlıların kökeninde, en son ortak bir ata olacaktır. Zaman geçtikçe, bu ağaç büyüyecek, yavaş yavaş cins kümeleri, daha sonra familyalar ve sırasıyla takımlar, yaşayan canlılar dallanmaya ve ayrılmaya devam ettikçe sınıflar, şubeler ortaya çıkacaktır. Bu gruplanmaların bazıları hayat ağacının köküne daha yakın olacaktır; ancak bunlar daha çok ağacın dallarının üst kısımlarında görülecektir (Şekil–3).
Darwin kendi zamanında teorisini desteklemek için hiçbir fosil deliline sahip değildi. Darwin'in zamanında yaşayan bilim adamları, onun teorisinin gerektirdiği "eksik halkaları" henüz keşfetmemişti. Darwin'in Türlerin Menşei'nde belirttiği gibi, "Vaktiyle dünya üzerinde yaşamış ara çeşitlerin sayısı, gerçek mânâda çok fazla olmalıdır."6 Ancak, bu anormal derecede büyük sayıda olan ara formlar, fosil kayıtlarında bulunamamıştır. Fosil kayıtları balıkları, sürüngenleri veya kuşları netice veren canlılara ait devamlı bir zincir hâlinde bir kayıt göstermemektedir. Darwin bu gerçeği kabul etmiştir: "O zaman, neden, bütün jeolojik oluşumlar ve her bir tabaka bu tarz ara türler ile dolu değildir? Jeoloji, kesinlikle, böyle güzelce derecelendirilmiş herhangi bir organik zincirin varlığını göstermemektedir."7 Zaten daha sonraki beyanının devamında itirafını açıklayarak tamamen teslim-i silâh etmektedir: "Bu durum, benim teorimi zorlayabilecek, en açık ve güçlü itirazdır."8
Darwin'in bu kabullenmesine rağmen, birçok bilim adamı, bu durumda bile Darwin'in evriminin doğru olduğunu düşünmeye devam etmektedir. Bütün ümitleri de, eksik olan geçiş formlarının daha sonra bulunacağı düşüncesidir. Darwin'in günlerinde, fosil buluntuları hakikaten eksik ve fosil araştırmaları da sistematik değildi. Darwin gibi birçok bilim adamı da, daha istekli ve sistematik çalışıldığında, eksik olan geçiş formlarının (eksik halkaların) bulunacağını umuyordu.
Paleontologlar yüz seneden fazla bir zamandır araştırıyor; elbette, birçok yeni fosil buldular. Ancak bulamadıkları şey, olması gereken daha önce yaşamış sayısız miktardaki ara formdur. Hattâ tam aksine, yeni bulunan fosiller, var olan boşlukları doldurmak yerine, yeni boşluklar meydana getirme eğiliminde. Ortak ata olduğu düşünülen az sayıdaki tuhaf tipler de, çok farklı organizmaların özelliklerini kombine ettiğinden ötürü düzenli şekilde, var olan kategorilerin içine dâhil edilememiştir. Dikkat çeken iki örnek, bazı sürüngen özelliklerine sahip eskiden yaşamış bir kuş olan Archaeopteryx ile ördek gibi bir gagaya ve memeli gibi bir kürke sahip gagalı memeli Ornithorhynchus'dur (Şekil–4). Buna rağmen, bu garip canlılar bile, iddia edildiği gibi tam olarak iki veya daha fazla kategorinin özelliklerini eşit şekilde bulundurmaz. Dikkatle incelendiğinde bunlar, öncelikli olarak belli bir taksonomik kategoriye (kuş yahut sürüngen veya memeli) girme eğilimindedir.
Meselâ; Archaeopteryx'in tüyleri, günümüzde yaşayan kuşlarda bulunan tüylerle aynı yapıdadır ve bu canlı onlar gibi gerçek bir kanat yapısına sahiptir. Ancak, kuşların standart özelliklerinin yerinde, Archaeopteryx kemiksi bir kuyruk, gagasında bulunan dişler ve kanatlarındaki tırnaklar ile sürüngen özelliği göstermektedir. Ornithorhynchus örneği de benzer bir durum sergiler. Ornithorhynchus yumurta bırakır, onun da ördeğinkine benzer bir ağzı vardır. Ancak bu kuş benzeri özelliklerin dışında, diğer memeliler gibi, kıllı bir deriye ve yavrularına süt verme gibi memeli özelliklerine de sahiptir. Taksonomistler, onu bir memeli olarak sınıflandırır ve asla, kuşlar ile memeliler arasında bir geçiş formu olarak görmez. Bunlara dayanarak taksonomik grupların bir ağaç dalında birleştirilmesi mümkün olamaz; çünkü bunlar iki gruptan sadece birisine dâhil olabilecek yaratılıştaki canlılardır.
Bugün, Darwin'in bilmediği binlerce fosil organizma şu anda bilinmektedir. Ancak büyük hayvan grupları arasındaki boşluklar, hâlâ kapanmayı reddetmektedir. Darwin teorisinin yayımlanmasından bugüne, geçiş formlarına ait fosillerdeki bu büyük eksiklik aşılmaya çalışılmaktadır. Paleontoloji biliminin daha yeni olduğu Darwin zamanında, eksik halkaları bulmayı ümit etmek mümkündü, bilim adamlarının yeterli çalışmadıkları düşünülebilirdi. Fakat bugün, topraktan çıkartılan fosillerin sayısı, insanı sarsacak kadar fazladır ve bulunanlar kategorize edilmeden, başka yeni fosiller bulunmaktadır.
Paleontologlar fosil buldukça, bunların evrim teorisi ile uyuşmayan bir yapı meydana getirdikleri daha açık görülmektedir. Fosiller, kademeli olarak dallanan bir ağaç yapısı meydana getirmemekte ve tam tersine, boşluklar ile birbirinden ayrılan iç içe yuvalanmış kümelerin toplamı bir yapı arz etmektedir. Aslında bu yapı çok da şaşırtıcı olmamalıdır; çünkü fosillerde görülen bu desen, günümüzde yaşayan organizmaların oluşturduğu varlık plânı ile aynıdır. Meselâ, birçok at cinsi vardır; ancak bütün bu cinsler açık bir şekilde sığır veya geyiklerden ayrılmıştır. Benzer şekilde, birçok mısır türü vardır; ancak hiç kimse bunları buğdayla veya pirinçle karıştırmaz. Çeşitlilikler, bir tipin diğer bir tip ile tedrici birleşmesinden ziyade, temel bir tipe ait morfolojik yapının etrafında kümelenmiştir.
Dipnotlar
1. Dobzhansky, T. (1957): On Methods of Evolutionary Biology and Anthropology. American Scientist 46: 388.
2. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species, facsimile; reprinted Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964), 2.
3. Mayr, E. (2004): What Makes Biology Unique? Considerations on the Autonomy of a Scientific Discipline. Cambridge University Press, p.24-25.
4. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species, facsimile; reprinted Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964), 189.
5. Age, s. 281–282
6. Age,, s. 280
7. Age,
8. Age,
Yeni Bir Masal: "Evo-Devo"
Darwinciler, kurdukları makroevrim senaryosunun çıkmazları karşısında insanları ikna etmede âciz kalınca, yeni bir teklif olarak "evo-devo" şeklinde formülleştirdikleri bir kavram etrafında bazı fikirlerle çıkış yolları aramaya başladılar. 1990'larda kullanılmaya başlanan bu tâbir, Evrimsel gelişme biyolojisi (evolutionary developmental biology) mânâsına gelmektedir. Tamamen peşin hükümlü ve ideolojik bir bakış acısıyla, biyolojinin iki alt disiplini (evrim+gelişme biyolojisi) birleştirilmeye çalışılmaktadır. Canlı topluluklarının nesiller boyunca evrimleşerek geliştikleri(!) iddiasıyla, bir türe ait fertlerin döllenmiş yumurta hâlinden, tam gelişmiş bir vücuda sahip oluncaya kadar doku ve organlarında olan değişiklikleri incelemeyi, birbirini tamamlayacak bir anlayışla ele alma düşüncesinden doğmuştur. Böylece mücerret 'evrim' ile müşahhas 'gelişme biyolojisi', hayalî ile gerçek, teori ile hakikat, zorlanarak birleştirilmeye çalışılmıştır.
Evo-devo kavramında, başlangıç noktası olarak bilinen genetik mekanizmaların, hem evrim hem de gelişme biyolojisi için anahtar konumundaki durumundan hareket edilmiştir. Bir türe ait fertlerin hayat süreleri içinde (deney ve gözlemle sabit) geçirdikleri değişiklikler ile, türlere ait nesillerin geçmişten günümüze (deneyden uzak, kısmî gözlemlere ait hayalî) ne gibi değişiklikler geçirebileceğine ait yorumlar birleştirilmek istenmiştir. Evrim ideolojini güçlendirme gibi bir anlayıştan doğan bu kavrama, giydirilmek istenen mânâlardan birincisi, embriyolojik gelişmeye tesir eden genlerin, makroevrime de sebep olabilecek, anahtar rolleri olabileceğidir.
Meselâ; embriyolojik gelişmenin kontrolünde kendisine rol verilen bir gen, eğer gelişmenin erken bir safhasında herhangi bir sebeple bir değişikliğe uğrarsa (mutasyon v.s.) ne olur? Gelişmenin erken dönemlerinde genomdaki küçük bir değişme bile, organizmanın anatomisinde ve fizyolojisinde büyük neticelere sebep olabilir. Bunu şöyle bir misâlle akla yakınlaştırabiliriz: Hedefe atılan bir ok, kendi hâlinde uçmasına izin verildiğinde, hedefi tam on ikiden vuracaktır. Ancak, henüz uçuşunun başındayken küçük bir dokunma ile ok yörüngesinden saptırılırsa, okun vurduğu nokta, hedeften çok ayrı bir yer olacaktır. İşte evo-devo düşüncesi de, gelişmenin başında meydana gelen küçük değişmelerin, kolayca ortaya çıkabilecek bir mahiyette olmasına rağmen, neticede makroevrim biçiminde, büyük değişmelere sebep olabileceğini iddia eder. Böylece Neo-Darwincilerin, 'devamlı ve küçük (mikro evrim seviyesinde) değişmelerin birikerek, makroevrimi meydana getireceği' şeklindeki geleneksel yaklaşımlarındaki problemlerine çözüm yolu aranmaktadır. Neo-Darwinizm'in aksine olan bu evo-devo anlayışı, gelişmenin erken safhalarını kontrol eden az sayıda genlerin mutasyona uğraması gibi, küçük bedelleri olan, fakat evrim için önemli olabilecek hızlı değişmelerin, makroevrim seviyesinde neticeler ortaya çıkaracağını iddia etmektedir.
Bütün evrimci düşünceler gibi başlangıçta cazip gelen bu iddialarına rağmen, evo-devo anlayışı da şu ân bir kriz içerisindedir. Embriyolojik gelişmeyi kontrol eden genler üzerindeki çalışmalar ve bunlara dair genetik mekanizmaların mikro değişmelere nasıl yardımcı olduğu konusunda gayretler hızla devam etmekte ve bunların evrimle bir alâkasının olmadığı görülmektedir. Maryland Üniversitesi'nde çalışan evo-devo biyoloğu William Jeffery'in itirafıyla, embriyolojik gelişmeye ait genlerin nasıl makroevrimci değişiklikler meydana getirdiğini anlama yolundaki evo-devo gayreti "çıkmaz bir sokaktadır."1 Problemin asıl kaynağı, makroevrim olarak değerlendirilecek değişikliklerin nasıl meydana geldiğini açıklamak için, korunan genler (çok çeşitli organizmalarda, hattâ farklı filumlarda bile temelde aynı şekilde mevcut olan genler) üzerinde durulmasıdır. Bu sıkıntıyı çok iyi bir şekilde gören Elizabeth Pennisi, Science dergisinde, evo-devo hakkında 2002'de yayımladığı bir raporda problemi şu şekilde açıklamıştır: "[korunan genlerin] listeleri neticede, aynı gene sahip olan organizmaların, nasıl bu kadar farklı olduklarına dair ciddi bir bilgi ve kavrama derinliği kazandırmamaktadır."1
Yüzyıldan fazla bir zaman önce, biyologlar bazı hayvanların ara sıra, normalde organizmanın belirli bir yerinde bulunan vücut parçalarının, olması gereken yerden başka yerlerde ortaya çıktığını müşahede etmişlerdir. Meselâ; böceklerin başında antenlerinin bulunduğu yerlerden bazen bacaklar çıkmaktadır (Şekil-1). Bozulan vücut kısımlarının, organizmanın başka kısımlarına benzediğini ifade etmek için, bu tarz transformasyonlara, 1894'te, "homeotik" denilmiştir.2 Modern genetiğin ilerlemesi ile bu tip anomalilere, embriyonik gelişme sırasında, belirli grup hücrelerin kimliğini belirlemekten sorumlu olan "homeotik genlerdeki" mutasyonların sebep olduğu anlaşılmıştır.
Bu durumda homeotik genler, makroevrimi destekleyen anahtar konumunda bir delil olmaktan otomatik olarak çıkmaktadır. Çünkü burada trajikomik bir durum söz konusudur. Homeotik genler "evrensel" olmalarından dolayı, organizmalardaki makroevrim sayılabilecek değişikliklere ait farklılıkları açıklayamaz. Eğer Neo-Darwinizm'in öne sürdüğü gibi, biyolojik yapılar kendilerine ait genler tarafından açıklanıyorsa, o zaman, farklı yapılar, farklı genler tarafından belirlenmelidir. Şayet aynı gen, meselâ, bir meyve sineğinin bacağı ve bir farenin beyni ile veya bir böcek gözü ile insan veya mürekkep balığı gözü gibi, çok farklı yapılarla alâkalı ise, o zaman, aslında bu gen gerçek mânâda bir şey belirlemiyor demektir!
Bir televizyon, bir teyp ve bir klima gibi üç elektrikli cihazda bulunan kontrol anahtarının, birbirinden oldukça farklı âletlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum bize, sadece âletlerin kontrol anahtarının açılmasıyla çalışmaya başladığını bildirir. Bunun dışında, kontrol anahtarlarının benzer olması bu âletlerin yapıları ve fonksiyonları hakkında herhangi bir bilgi vermez. Aynı şekilde, homeotik genler de embriyonun, hücrelerinin çok sayıda inşa edici gelişme yollarından birine ait olduğunu bildirir; fakat bunun dışında, gerçekte bu sürecin neticesinde nasıl bir yapı ortaya çıkacağı hakkında bir bilgi vermez. Homeotik genlerin çok daha fazla nispetlerde "evrensel" olduğu ortaya çıktıkça, bunlara yüklenmiş "kontrol" işi giderek daha az hususi bir yerde ve konumda kalacaktır.
Gelişme açısından en önemli genlerin, dikkat çekici şekilde, solucanlardan, meyve sineklerine ve memelilere kadar birçok farklı tip hayvanda benzer olduğu bulunmuştur. Bu durum önceleri, gelişmeyi kontrol eden genetik program için bir delil olarak görülmüşse de, bugün biyologlar aslında bunun bir paradoks olduğunun farkına varmışlardır. Eğer genler gelişmeyi kontrol ediyorsa, o zaman niçin aynı genler, bu kadar farklı hayvan üretmektedir? Bir tırtıl niçin, sardalye balığı veya kertenkele yerine, bir kelebeğe dönüşmektedir?Bu durumda şunu açıkça söyleyebiliriz ki: Makroevrimi kolaylaştırmak için embriyonik gelişmede ihtiyaç duyulan değişmeler meydana gelmemekte ve evo-devo iddiaları geçersiz kalmaktadır. Yolun başında hedefinden saptırılan bir ok benzetmesine dönersek; merkezden ilk çıkışta ok hedefe doğru olan yörüngesinden ne kadar erken saptırılırsa, istenen hedeften o kadar daha uzağa düşecektir. Merkezdeki çok küçük bir sapmanın, çevrede çok büyük bir açı meydana getirmesi gibi, gelişme hâlindeki bir embriyoya, herhangi bir şekilde bilemediğimiz bir sebepten mutasyona maruz kaldığında, kendisine verilmiş İlâhî programın ve sevkin yönlendirmesiyle, aslî gelişme çizgisine döndürülmek için bazı düzeltme hamleleri yaptırılır. Ancak İlâhî hikmetin ve imtihanın gereği bu tamir mekanizmalarına, bazen dur denir ve embriyo ne kadar erken safhada bozucu tesire maruz kalmışsa, o kadar ciddi ve ağır derecede kusurlu olur. Diğer bir tabirle o embriyonun gelişme oku tam hedefini vuramamış olur. Çok şükür ki embriyonik gelişme yörüngeleri, okların hedefe giderken sapması gibi olmayıp, çoğu zaman Rahmeti Sonsuz'un takdiriyle gelişmenin devamı sırasında, başka gelişme süreçlerinin sebep olarak devreye sokulmasıyla düzeltilmektedir.
Gelişme biyologları lâboratuvar deneylerinde çoğunlukla, embriyonik gelişmeyi bozacak şekilde cenin üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Gelişen bir embriyonun en dikkat çekici özelliği, gösterdiği esneklik ve dirençle, zorlukları yenme gücüdür. Deney için çok yoğun müdahaleye maruz kalsa bile, çok sayıda embriyonun hayretengiz bir şekilde gelişmesini tamamladığı görülür. Yaratıcı'nın (celle celâlühü) koyduğu esas gelişme hedefinin cebrî süreci, dış müdahalelerin meydana getireceği mutasyonlara direnir ve neticede deformasyonlar meydana gelse de, gelişmenin temel son noktası asla değişmez. Embriyolar eğer hayatta kalırlarsa, meyve sineği yumurtaları her zaman meyve sineği olur, kurbağa yumurtaları kurbağa, tavşan yumurtaları da her zaman tavşan olur. Türleri bile değişmez. Her embriyo gelişip, belirli bir tür hayvan olmak için, sonsuz bir ilim ve kudretle programlanmıştır.
Gelişmeye ait süreçlerin her safhasının genetik programlarla kontrol edilmediği hususunda çok sayıda delil ve çalışma vardır. Elbette, sebepler açısından genlere gelişmede belirli roller verilmiştir. Ancak, genlerin bütün gelişmeyi kontrol ettiğini veya belirlediğini söylemek oldukça mübalağalı bir ifadedir. Genlerin gelişmeyi tek başlarına kontrol etmediğine dâir delillerin en başında, şu deneyi gösterebiliriz: Bir yumurtanın genleri yumurtadan çıkarılıp, başka gruptan farklı bir hayvanın genleri o yumurtanın içerisine konulduğunda, gelişme orijinal yumurtanın yolunu takip etmekte, tabiî ki bu gelişme doğru proteinlerin yokluğundan dolayı, ancak embriyo ölünceye kadar sürmektedir. Bu kaidenin çok nadir istisnaları vardır, meselâ; melez üretmek için, normal olarak çiftleşebilen hayvanların genomu birbirine nakledildiğinde kendi özelliklerini sergileyebilir. Bilim kurgu senaryosunda, dinozor üretmek için fosilden elde edilen DNA'ları devekuşu yumurtalarının içerisine koymak, "Jurasik Park" filmini seyrederken heyecan verse de, ilmî gerçeklerle uyuşmamaktadır.
DNA'nın tamamen yer değiştirmesi yerine, DNA'yı mutasyona uğratsak ne olur? "Doygunluk mutagenezi"nin (doyuncaya kadar genetik mutasyona yol açma hâdisesi) çoğunlukla ölüme veya deformasyona sebep olduğu görülmüş; fakat organizmaya fayda sağlayacak bir anatomik değişiklik asla üretilememiştir. DNA mutasyonları embriyonik gelişmedeki hedefin son noktasını değiştiremediğinden, türler de başka bir türe değiştirilememektedir. Bir embriyonun, yeni proteinler yapması için doğru genlere ihtiyacı vardır ve onlar olmadan embriyonun gelişme süreci zarar görür. Fakat genlere bağlı olmak ile genler tarafından yönetilmek aynı şey değildir. Biraz açarsak; bir ev inşa ederken, uygun yapı malzemelerine ihtiyaç duyarız; ancak bu malzemeler ve âletler, yapacağımız binanın plânını belirlemez.
Genetik Program Bütün Gelişmeyi Kontrol Ediyor mu?
Evrimcilerin pek dikkat etmedikleri ve gözden uzak tuttukları diğer bir husus da genetik programın mutlak cebrîliği konusudur. Bütün temel biyolojik yapılar genetik kodlama programına bağlı gibi görülse de, gerçek tam böyle değildir. Bu durumda "Genetik program bütün bir gelişme sürecini tam olarak mevcut genomun mutlak bilgisiyle sürdürmektedir." denemez. Diğer bir tâbirle, "biyolojik bir kaderleri" vardır ve bu süreç tamamen deterministik değildir. Bu hususu biraz daha akla yakınlaştırmak için yine biyolojik varlıklara ait bazı misâller verebiliriz. Eğer, DNA gelişmeyi tek başına kontrol ediyor olsaydı, o zaman, kendi DNA'nızı, DNA'sı çıkartılmış bir yumurtanın içerisine koyarak, kendinizin bir kopyasını yapabilirdiniz. On sene kadar önce yaşadığımız "klonlama" mübalağasının arkasındaki bu mantıktır. Ancak böyle bir "klon", sizin tamamen aynı olan bir kopyanız olmayacaktır. Sizden daha genç olsa da, bu klonun neye benzeyeceği, büyük ölçüde, içine DNA'nızı koyduğunuz, çekirdeği çıkarılmış yumurtadaki bilgiye bağlıdır.
"Tek yumurta" ikizleri bile tamamen birbirlerinin aynısı olan kopyalar değildir. Ekseriya fizikî kabiliyetlerinde farklıdırlar ve her zaman bu ikizlerin mizaç ve kabiliyetleri de değişiklik gösterir. "Tek yumurta" ikizleri sadece aynı DNA'ya sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda aynı yumurta hücresinden ve aynı rahmin içinde meydana gelmişlerdir. "Tek yumurta" ikizlerinde görünen mükemmel olmayan benzerlik bile, aynı DNA'dan daha fazla unsurların hesaba katılması gerektiğini göstermektedir.
DNA'nın gelişmeyi tamamen kontrol ettiği iddiasına karşı diğer delil de, yetişkin fertteki hücrelerin, döllenmiş yumurta ile aynı DNA'yı taşıması gerçeğinden kaynaklanan, fakat yetişkin bir hayvanın hücrelerinin, hem sahip oldukları formlar hem de fonksiyonlar açısından birbirlerinden önemli bir şekilde farklılık göstermeleridir. Eğer hepsi aynı DNA'ya sahip ise, neden bu kadar farklıdırlar? Bu hâdise "Gelişme Biyologları"nı en çok meşgul eden hususların başında gelir. İnsanın bütün hücrelerinde aynı DNA zinciri olduğu hâlde, farklı biyokimyevî mekanizmalara, fonksiyonlara ve hususiyetlere sahip, 210 çeşit farklı fabrika gibi, farklı hücreler ortaya çıkmaktadır. Demek ki, DNA dışında bazı faktörler, bazı genlerin çalışmasını durdurmakta ve neticede her hücre tipi, sahip olduğu genetik bilginin sadece bir kısmını kullanmaktadır. Emriyonik gelişme, DNA'nın dışındaki faktörler tarafından kontrol edilmeyi gerektiriyorsa, o zaman, DNA bütün gelişmeyi kontrol etmiyor demektir.
Diğer bir açıdan da, solucanlar, sinekler ve memeliler gibi çok farklı hayvanlarda benzer gelişme genleri bulunduğu hâlde, bu genler ait oldukları organizmanın bütünlüğü içinde, farklı ürünler (organ kısımları) meydana getirebilmektedir. Bütün bunların dışında, yumurta içinde, DNA'dan bağımsız olarak gelişmeye tesir ettiği bilinen, mikrotübül dizileri ve zar yapıları gibi çok sayıda organel kısımları veya moleküllerin bulunması, gelişme sürecindeki kompleksliğin, sadece DNA programıyla ve bu molekül dizisinde tesadüfen ortaya çıkabilecek mutasyonlarla izah edilemeyecek kadar müthiş olduğunu göstermektedir.
Peki, o zaman, genetik programların gelişmeyi kontrol ettiği görüşünün bu kadar câzip olmaya devam etmesinin sebebi nedir? Çünkü büyük ölçüde bu görüşün mantığı ile Neo-Darwinci evrim mantığı arasında bağlantı vardır. Neo-Darwinizm'e göre, "Genetik mutasyonlar evrim için hammadde sağlarlar ve tabiî seleksiyon da organizmaları, gen frekanslarındaki değişmeye göre ayarlar. Gelişme, tek bir hücreyi, fare yerine solucana dönüştüren şeydir." Böylece, eğer evrim solucanların genlerini ayarlayıp düzenleyerek, bir fareye dönüştürebilir ise, o zaman bunu, gelişmeyi kontrol eden genleri değiştirerek yapmak zorundadır. Tersinden söylersek, eğer gelişme genler dışında başka bir şey ile kontrol ediliyor ise, o zaman, evrim, genetik mutasyonlar ve gen frekanslarındaki değişikliklerden farklı bir şey yapmak zorundadır. Netice olarak, genetik programların bütün gelişmeyi kontrol ettiği ifadesi eğer yanlış ise, o zaman, Neo-Darwinizm de yanlıştır. Çünkü Neo-Darwinizm mantıkî olarak, gelişmenin bütünüyle genetik programlar tarafından kontrol edilmesini gerektirmektedir.
Neo-Darwinizm'i diğer sahalarda destekleyen deliller çok güçlü olsa idi, belki genetik programın evrim düşüncesindeki merkezî yeri, yukarıda anlatılan karşı delillere rağmen yine de savunulabilirdi. Ancak, Neo-Darwinizm'i desteklediği iddia edilen delillerin, şaşırtıcı bir şekilde zayıf oldukları ortaya çıkmaktadır. Neo-Darwinci evrim için hammadde sağladığı öne sürülen mutasyonlar, bunu ancak organizma için faydalı iseler yapabilirler; fakat gelişmeye ait veya homeotik genlerde meydana gelen mutasyonlar, her zaman zarar vericidir. Aslında, faydalı olduğu bilinen tek mutasyon, mutasyona uğramış bir proteinin diğer moleküller ile doğrudan bağlantılarına tesir eden mutasyonlardır. Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olarak canlı neslinin korunmasına müteveccih DNA'daki bu tarz mutasyonlar antibiyotiklere ve böcek ilâçlarına karşı canlıya direnç kazandırmakta, böylece aynı türe ait bu dirençli fertler sâyesinde nesilleri yok olmaktan korunmaktadır. Fakat asla Darwinizm'e uygun bir evrim için gerekli olan yapıya ait büyük değişmelere sebep olmamaktadır. Mutasyonlar yeni bir tür dahi üretemezken, nasıl olacak da bir balığı sürüngene veya bir dinozoru bir kuşa dönüştürebilecektir.
Gelişmede rol verilen homeotik genlerin ortak bir atada mevcut olması düşünüldüğünden evrensel olduğu öne sürülmüştür. Ancak eldeki delillerin çoğunluğu, homeotik genlerin hâlen kontrol ettiği düşünülen özelliklerin, hayalî ortak atada bulunmadığı yönündedir. Darwinci bir perspektiften bakıldığında bu ciddi bir problemdir. Neo-Darwinizm'e göre, kompleks gen dizileri, onlara sahip olan organizmalara sağladıkları seçici avantaja göre kademeli olarak evrimleşmiştir. Ancak, seçici avantaj sağlayan gen dizileri, eğer faydalı adaptasyonların gelişmesini programlıyorsa, bunu yapabilir. Fakat pratikte durum böyle değildir. Homeotik genlere sahip ortak ata konumundaki bir hayvanın, sahip olduğu genler, bugün alâkalı olan adaptasyonların hiçbirini taşımıyorsa, o zaman bu genlerin, sanki karşılaşacağı ortam şartlarını bilip, akıllı gibi davranması, her şeyi hesaplayıp tahmin ederek, bu adaptasyonlardan önce meydana getirilmiş olması gerekir ki, böyle bir durum muhaldir. Bu takdirde homeotik genler nasıl ortaya çıkıp, evrimleşmiştir?
Neo-Darwinizm, bu tarz genlerin, keşfedilmeyi bekleyen ilkel adaptasyonları kodlayarak evrimleştiği fikrini sürdürmektedir. Ancak bu özel ve geçici olarak, baştan kurgulanmış bir gâye için, keyfi bir biçimde ve hiçbir temeli olmadan meydana getirilmiş (ad hoc) bir spekülasyondur. Çok büyük farklılıklar gösteren organizmalarda, aynı homeotik genlerin bulunmasına, mühendislerin çalışmalarından örnek verebiliriz. Mühendisler tekerleği yeniden icat etmek yerine, mevcut tekerlekle ilgili bilgi birikimlerini yeniden kullanırlar. Bir mühendis, benzer veya kısmen aynı olan bir elektrik motorunun hem çamaşır makinesinde, hem bulaşık makinesinde, hem bir otomobilin marş dinamosunda kullanılmasına şaşırmaz. Aynı benzer homeotik genlerin de farklı cins hayvanlarda bulunmasına şaşırmamalıyız. Bu tarz gen dizilerinin, canlılar âleminde farklı organizmalar içinde yaygın olması, ortak yeryüzü ortamının şartlarına uygun yaratılış süreçlerini gösterir. Oksijen almak mecburiyetindeki hayvanların büyük bir çoğunluğunda hemoglobin ve hemocyanin moleküllerinin yaygın olması, bunların benzer gen gruplarıyla kodlanmasını gerektirebilir. Ancak oksijen taşıyıcı farklı pigmentler de vardır. Dolayısıyla birçok organizmadaki bazı yapıların veya temel süreçlerin, kısmî benzerliklere sahip olmaları, Yaratıcı'nın benzer programlar kullanmasının hikmetini mükemmel bir şekilde açıklar.
1. Pennisi, E. (2002): Evo-Devo Enthusiasts Get Down to Details. Science 298:953.
2. Bateson, W. (1894): Materials fort he Study of Variation Treated with Especial Regard to Discontinuity in the Origin of Species (London: MacMillan).
Makroevrimin İmkânsızlığı
Mutasyonlar ve tabiî seleksiyon, yeni adaptasyonlara ve orijinal organlara sahip bir canlı üretilmesine dâir herhangi bir güçlü delil ortaya koymamasına rağmen yine de; "Makroevrimle bir yeniliğin ortaya çıkması acaba mümkün müdür?" şeklinde bir soru sorabilir ve böyle bir değişme olması için, kaç genin değişmesi gerektiğini merak edebiliriz. Hücre biyologu, E. J. Ambrose: "Bir organizmada daha önce bilinmeyen en basit bir yapının ortaya çıkmasında bile, en az ihtimal ile beşten daha az sayıda genin rol alması pek mümkün değildir."1 tahmininde bulunmaktadır. Nitekim daha sonra, sadece beş genle kodlanabilen yeni ve nispeten basit bir yapı için gerekli olan fonksiyonel bilginin bile, şans eseri olarak mutasyonlarla meydana gelmesinin akıl almaz derecede imkân dışı olduğu Ambrose tarafından gösterilmiştir.
Ambrose, işe sadece zararlı olmayan mutasyonların (faydalı veya nötr olan mutasyonlar) meydana gelme oranları ile başlamıştır. İhtiyatlı bir tahmin ile 1.000 kişilik bir toplulukta, her nesilde birden daha fazla yeni, zararsız mutasyon olmamaktadır (çoğu gen 100.000'de 1'den daha düşük, mutasyona uğrama/olma sıklığına sahiptir ve bu mutasyonların çoğu da zararlıdır).
Bu takdirde, aynı organizmada iki zararsız mutasyonun olma ihtimali 1.000.000'da 1 olacaktır (birbirinden bağımsız iki hâdisenin birlikte olma ihtimali, bu hâdiselerin müstakil olarak görülme ihtimallerinin çarpımıdır; böylece 1/1000 x 1/1000 = 1/1.000.000 olur). Beş adet zararsız mutasyonun bir organizmada olma ihtimali bu hesaba göre, bin milyon kere milyonda birdir! (Bu ihtimali hesaplamak için, 1/1.000'i kendisiyle beş kere çarpmak gerekir; netice 1/1.000.000.000.000.000'dir.) Böyle korkunç bir rakamın bize birinci olarak söylediği şudur: "Bu beş mutasyonun tek bir organizmanın hayat süreci içerisinde meydana gelme şansı yoktur." İkinci olarak da şöyle söylenebilir: "Nispeten basit bir biyolojik yapının bile tesadüfî mutasyonlarla meydana gelme şansı 'sıfırken' ve ortada hiçbir model yokken, meselâ; bir akciğerin, bir bacağın veya kanadın ortaya çıkma şansı olabilir mi?"
Genetik prensipler evrime karşı çıkıyor!
Evrimcilerin tatlı hayallerinin hatırı için, bu beş zararsız mutasyonun tek bir organizma yerine, organizma topluluklarının teşkil ettiği, türün gen havuzu içerisindeki farklı fertlerinde meydana geldiğini farz edelim. Hattâ daha fazla taviz vererek, her şeye rağmen bu mutasyonların zaman içerisinde meydana geldiğini ve heterozigot şekilde korunduğunu da kabul edelim. Hardy-Weinberg Genetik Prensibi'ne göre; "Seleksiyon veya başka dış faktörler olmadan meydana gelen tesadüfî çiftleşmelerle, bir populasyonun içerisindeki gen nispetleri nesilden nesile aynı kalmaktadır." Bu durumda, bu beş mutasyona uğramış genin yüzdelerinin, populasyonun geri kalanındaki mutasyona uğramamış eşlerine olan oranı sabit kalacağından, sadece daha fazla yavru üretiminin, bu genlerin yeniden dizilip yerleşerek (rekombinasyon) bir araya gelme nispetlerini artırmaz. Bu oran ancak, bu mutasyona uğramış genleri taşıyan fertlerin çiftleşmesinin özel olarak seçilmesi veya bu mutasyonların daha küçük bir topluluk içerisinde meydan gelmesi olarak tarif edebileceğimiz, genetik sürüklenme ile artabilir. Genetik sürüklenme ile ayrılmış küçük bir topluluk zaman içinde sadece alttür veya ırk dediğimiz, aynı türe dâhil, küçük farklılıklara sahip fertler meydana getirebilir. Başta insan ırkları olmak üzere çeşitli, koyun, köpek, sığır ve güvercin ırklarının ortaya çıkışı genetik sürüklenmeye örnek verilebilir; fakat bunlar hiçbir zaman makromutasyon değildir.
Mutasyonlar, genomun kodlama yapmayan bir kısmında meydana gelmiş ise, herhangi bir özellik kodlamayan bir gen, hayvana herhangi bir avantaj veya dezavantaj sağlamayacağı için seçilemez ve bu yüzden de tabiî seleksiyon, böyle bir mutasyonu eleyemez. Ancak bu durumda yine de, ihtimale dayanan büyük engeller vardır.
Tesadüf üstüne, mutlu tesadüfler(!)
Bu birbirinden ayrı genleri taşıyan organizma fertlerinin, diyelim ki, bir milyon nüfusa sahip bir toplulukta birbirlerini bulma ihtimali nedir? Bu beş genin hepsinin bir organizmada bir araya gelmesi için, doğru zamanda ve doğru bir sıra ile çiftleşmelerine ihtiyaç vardır. Buna ek olarak, neticede meydana gelen yeni beş gen takımı, organizmanın komplekslik seviyesini, ait olduğu türün özelliklerinden daha yukarıya çıkarmak için (makroevrimin gerektirdiği gibi) gerçek mânâda yeni bir yapıyı kodlamak zorundadır. Ancak, böyle bir senaryo tamamıyla inanılmaz ve imkânsız görünmekte, tesadüf üstüne tesadüflerin ardı ardına tam hedefine varmasını gerektirmektedir.
Böyle bir senaryoyla makromutasyon olduğunu açıklamak evrimcilere makûl gelse bile, hâlâ izaha muhtaç çok şey vardır. Beş yeni genden meydana gelen özellikler toplamının aynı fertte tesadüfen(!) bir araya geldiğini ve yine taviz olarak, homozigot seviyede (iki eş kromozomdan her ikisinin de mutant) olduğunu da farz edelim. Şayet heterozigot olursa (iki eş kromozomdan birisinin sağlam olduğu), diğer sağlam kromozomdaki mutasyonlu genlere karşılık gelen genler, dominant (baskın) olacağı için, mutasyonlu beş geni perdeleyecek ve onların kendini göstermesini (ekspresyonunu) engelleyecektir. Bunlara ilâve olarak, beş genin hepsinin kromozomun aynı bölgesinde bir araya geldiğini de farz edelim ki bu, kromozomları kırıp yeniden bir araya getiren mekanizma açısından düşünüldüğünde, imkânsız olmasa da, akla son derece uzak bir durumdur. Eğer bu genler gerçekten bir tek sahada toplanmış olsalardı, bir başka gende meydana gelecek ek bir mutasyon (bu gen topluluğu için anahtar/açma kapama düğmesi geni gibi çalışarak), o alanı çekinik hâlden baskın hâle dönüştürebilirdi.
Renk ve desen değişikliği türün mahiyetini değiştirmez
Bir kromozom üzerindeki genlerdeki böyle bir dönüşüm, bir organizmada gerçekten yeni bir yapının ortaya çıkmasına sebep olabilir mi? Bu tarz beş-altı genin teşkil ettiği bir gen kümesinin Afrika'daki Papilio dardanus gibi taklitçi kelebeklerin renklenmesinin kontrolüne vesile olduğu bilinmektedir.2 Ancak, renk ve desen gibi sadece pigment hücrelerinin faaliyetine ait değişikliklerin kontrol edilmesi, alttür seviyesinde bir değişikliktir ve organlar gibi kompleks yeni yapıların türetilmesi yanında çok küçük kalmaktadır. Çünkü yeni özellikler kazanmış, daha farklı plânda ve kompleks yapıların ortaya çıkmasını açıklayan, beş-altı genden ibaret kümelere ait herhangi bir örnek gösterilmemiştir.
Sistemler "koordinasyon" ve "entegrasyona" muhtaçtır
Ambrose, zararsız mutasyonlara uğramış beş birimlik bir gen kümesinin tesadüfen oluşmasının mümkün olmamasının dışında, makromutasyonların ortaya çıkamayacağına dâir çok daha gayrimümkün yönlere de dikkati çekmektedir. Her şeyden önce, en basit bir biyolojik yapı için bile, örnek olarak verdiğimiz beş genden çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ayrıca "Gen kümelerinin içerisindeki genlerin her birinin fonksiyonlarının birbiri ile ve aynı ânda, organizmanın bütününün gelişmesi ile sıkı bir münasebet (koordinasyon ve entegrasyon) içerisinde olmak mecburiyetinde olduğunu düşündüğümüzde, doğru genleri bir küme hâline getirmenin muhtemel olmaması zaten önemini kaybetmektedir."1 Ambrose bu düşüncelerinin devamında şu neticeye varmıştır: "Bir topluluktan ayrılıp izole olan yeni çiftler, üremeleri sırasında yoğun bir yeni bilgi girişini kabul etmedikleri sürece, türlerin menşei ile alâkalı hipotezler, geçerliliklerini kaybedeceklerdir."1
Ambrose'un otuz yıl önce evrimciler için çizdiği bu soğuk ve ümitsiz resim, aradan geçen zaman içerisinde de daha parlak bir netice vermemiştir. Evrimci biyologlar, Ambrose'un işaret ettiği soruları çözmek için gittikçe artan bir şekilde ko-opsiyon ve koevrim ismini verdikleri yeni kavramlara başvurmaktadırlar. Bu yeni hayalî hipotezlere göre, evrim, beş genin (veya çok sayıda genin) hepsinin, istenen bir yapının ortaya çıkması için bir ânda var olmasına gerek duymayabilir. Bunun yerine, bir gen, kendisinin evrimleştiği genden farklı bir fonksiyona ve bazı yapılar için de seçilmek için yeni bir avantaja sahip olarak oluşabilir. Daha sonra bu ilk geni farklı bir fonksiyona sahip bir başka yapıyı oluşturması açısından kuvvetlendiren bir başka gen ortaya çıkabilir(!) Bütün bu tesadüflerden sonra, yeni genler kademeli olarak ortaya çıkabilir ve belli bir fonksiyon için yerleşebilir, daha sonra yine evrimcilerin geniş hayallerine uyarak(!) başka bir fonksiyon için yeniden başka bir yere kayabilir (ko-opsiyon) ki, böylece bir organizmanın yapıları ve fonksiyonları zaman içerisinde kademeli olarak evrimleşir (buna da ko-evrimleşme diyorlar!).
Masal çok, ama delil yok!
Bu masaldaki ana problem, iddiaları destekleyen hiçbir delilin olmamasıdır. Sadece hayalî kavramlara dayanan bir ihtimal olarak, başlangıçta bir inandırıcılığı vardır. Ancak, herhangi yeni bir kompleks biyolojik yapı (bir organ, özel bir doku veya yeni bir sistem) üreten, ko-opsiyon ve ko-evrimleşme ile adım adım delillendirilmiş hiçbir yol bilinmemektedir. Aslında belli bir gâye için hikmetlerle donatılarak çalıştırılan biyolojik yapıların, bazen hikmetli bir şekilde başka gâyeler için de çalıştırılması (ko-opted olması) sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olan yaratılışa ait neticelerdir.3 Çok sayıda gen gerektiren kompleks bir yapı için gereken ise, bu genlerin kademeli olarak eklenmesi, fonksiyonlar ve yapılar kademeli olarak değiştikçe, yani inşa hâlinde olan bir yapı veya fonksiyon üzerinde birleşmesi ve işleyen sisteme ters düşmeden, âhenkli bütünlüğü devam ettirecek plânlanmış bir yeniden düzenlenme sürecidir. Birbirine ardına uyumlu, dengeli, sıralı, sistem bütünlüğüne entegre ve kademeli şekilde, yeni bir düzenleme sürecine ait hiçbir delil yoktur.
Buradaki zorluk, sadece bazı yeni biyolojik yapıların evrimleşmesinin de ötesinde her canlı sisteminin kendi bütünlüğü içindeki mükemmelliğinin bozulmamasının teminidir. Biyolojik organizmaların sistem kompleksliğinin derecesi, akıl almayacak kadar müthiş olup, genlerin bir araya gelerek teşkil ettikleri kümelerin ve sebep oldukları yapıların kompleksliğinin çok ötesindedir. Bizler bu kompleksliği ve sistemlerdeki çoklu hikmetlerle irtibatlı gâyeli yaratılışı, bugünkü ilmimizin ve teknolojik imkânlarımızın sağladığı kolaylıklarla, bilgisayarlarla kısmen anlayabiliyoruz. Hiçbir model, örnek ve bilgi birikimi yokken, bütün bu kompleks organları ve süper kompleks sistemleri, akılsız ve şuursuz "evrimin makro mutasyonlarına" vermek, insan zekâsıyla alay etmektir.
Sistem biyolojisi evrimi reddeder.
Her bir "biyolojik varlık" çok sayıda birbirinden bağımsız yapılardan meydana gelmiş sistemlerin, hiyerarşik bir şekilde iç içe geçmesi şeklinde organize bir yaratılışa sahiptir. Bir organizmanın düzgün şekilde çalışabilmesi için, sahip olduğu hassas sanatlı yapıların mutlaka birbiriyle uyumlu olması ve her bir yapının, yüksek seviyedeki diğer bir sistemin parçası olan sistemler manzumesinin içerisine, arızasız bir şekilde oturtulması ve burada çalıştırılması gerekir. Böyle iç içe kompleks yapı sistemlerini kodlayan DNA, yüzlerce, hattâ binlerce genin işbirliğine ihtiyaç duyacaktır. Yaratılışın mahiyeti gereği aynı sisteme dâhil biyolojik yapılar asla birbirinden habersiz ve âlâkasız (izole olmuş hâlde) olmadıkları gibi, aksine organizmanın mevcut şartlarla optimum derecede uyumlu yaşamasına yardım eden daha geniş sistemler içerisinde koordine edilmişler ve bir arada çalıştırılmaktadırlar. Akılsız ve şuursuz Darwinci mekanizmaların ise böyle bir koordinasyon icra ettirme güçleri ve ilimleri yoktur.
Dipnotlar
1. Ambrose, E. J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.120.
2. Ford, E. B. (1975): Ecological Genetics. 4 th. Ed. (London: Chapman and Hall)
3. True, J. R. and Carroll, S. B. (2002): Gene Co-option in Physiological and Morphological Evolution. Annual Review of Cell and Developmental Biology 18: 53-80.
Bilim 'Yaratılış' Diyor -7
Hayvan şubeleri (phylumlar) birbirinden çok farklı temel plânlara göre inşa edilmeleriyle ayrılır. Benzer şekilde, bir phylum içindeki sınıflar arasında da çok bariz bir mahiyet farkı görülür. Halkalı solu-canlarla, eklembacaklılar, derisidikenliler veya yumuşakçalar şubeleri arasındaki farklar temel inşa plânlarında hemen göze çarpar. Omurgalılara dâhil olan balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler sınıfları arasındaki farklar ise, organlar seviyesinde hemen kendini belli eder. Balıkların yüzgeciyle, sürüngenlerin bacakları, kuşların kanatları ve atların toynakları arasındaki farklar; solun-gaçlar ile akciğerler arasındaki, kalblerin odacıkları ve ana kan damarları şebekesindeki hususi vazifeler, yumurtlayarak veya doğurarak üreme gibi temel embriyolojik farklar, vücut boşlukları, böbrekler, deri türevlerinin (kıl, pul, tüy) farklı yapılarındaki hususi gâyeler gözetilerek inşa edilen hikmetli icraatlar, modern evrimcilere göre mutasyonlarla ve makroevrimle meydana gelmektedir. Yüksek derecede kompleks ve sanatlı yapılar olan ve farklı vazifeler için yapılmış organların kaynağının mutasyon olup olmadığı konusu, biyologların büyük çoğunluğu için ciddi şüpheler taşımaktadır.
ADAPTASYON PAKETİNİ KİM HAZIRLIYOR
Makroevrim dedikleri büyük çaplı farklılaşmalar için ne çeşit genetik değişmeler gerekmektedir? Evrimcilerin bunu söyleyebilmeleri için şunu bilmeleri gerekir ki, biyolojik bir organizma, kendisine verilmiş ferdî yapılarının toplamından daha fazlasıdır. Biyolojik evrim tartışmalarında, bu nokta sıklıkla unutulur, sanki evrim akıllı ve şuurlu bir mahiyete sahipmiş gibi, tesadüfen meydana gelen avantajları biriktirerek işlediği düşünülür. Ancak, organizmalar, sadece birikmiş avantajlardan yapılmış bir demet değildir. Bir organizmanın hayatta kalması ve verimli şekilde çalışabilmesi, onun bütün vücut anatomisinin ve fizyolojisinin en ince detaylarına kadar bilinmesine ve ona göre çok sayıda birbiriyle çelişmeyen tedbirlerin alınmasına bağlıdır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Müdebbir-i Hakiki'nin yaratabileceği onlarca, belki yüzlerce hikmetli yapı dikkatli bir şekilde birbirleri ile koordine olmuş bir sistem hâlinde işleyebilen bütün bir adaptasyon paketinin, eksiksiz hazır olması gerekir. Yaşanılan ortamda yabancı ve uyumsuz kalıp ölmemek için, orada geçerli bütün iklim ve beslenme şartlarının bilinip ona göre bir uyum paketinin hazırlanmasında, makroevrim denilen ve tesadüfen ortaya çıkması beklenen bir süreç, nasıl iş görebilir?
Adaptasyon paketinin en mükemmel bir örneği zürafalardır. Bir zürafanın insanlara en çok tesir eden yönü onların sahip olduğu uzun boyunlardır. Darwin kendisi de zürafaların boynuna dikkat çekmiş, Türlerin Orijini'ninde şöyle yazmıştır:
Azametli boyları, uzun boyunları, ön bacakları, başı ve dili ile bir zürafa ağaçların yüksek dallarından otlanmak üzere çok güzel bir şekilde adapte olmuş bir bedene sahiptir. Böylece, zürafalar, diğer Ungulat'ların veya aynı ülkede yaşayan diğer toynaklı hayvanların çok ötesinde yiyeceklerini elde edebilir ve bu onun için büyük bir avantaj olmalıdır.1
Zürafaların uzun boyunlarının "ağaçların yüksek dallarından otlama" noktasında sağladığı avantaj, aslında Darwin'in düşündüğü kadar açık değildir. Dişi zürafaların boyunlarını düşünelim, ortalama olarak, erkek zürafalarınkinden 60 cm. kadar daha kısadır. Eğer, daha uzun bir boyun, var olan otlanma çizgisinin üzerine geçmek için cidden gerekli olsaydı, o zaman, dişiler bir müddet sonra açlıktan ölür ve zürafaların da soyu tükenirdi.
Darwin, zürafalar "Güzel bir şekilde adapte olmuşlar." derken haklıdır; ancak Darwin'in, zürafaların yaratılışındaki hikmetleri görecek, onu her yönü ile takdir edecek yeterli bilgisi yoktu. Hayvanat bahçesinde bazı zürafaların yemek yemesini ve su içmesini müşahede ederseniz, sadece boyunlarını ağaçların tepelerindeki yaprakları yemek için yukarı kaldırmadıklarını, aynı zamanda, yerdeki otları yemek ve su içmek için, boyunlarını yere doğru da eğdiklerini fark edeceksiniz. Uzun bacaklarını hesaba kattığımızda, zürafaların ağaçların tepelerine yetişmekten çok, yerden su içmek için uzun bir boyna ihtiyaçları vardır. Çoğu bölgelerde zürafaların beslenme kaynağı sadece ağaçlar değildir. Onlar yerden ot da yemektedir.
Beyin kanaması için alınan tedbir
Bu açılardan baktığımızda zürafayı, bütün vücut parçaları birbiri ile ölçülü ve hassas şekilde koordine edilmiş, komple bir uyum paketi olarak tahayyül edebiliriz. Böyle bütün kısımlarıyla paket hâlde hikmetlerle yüklü bir organizmanın, bütün hücreleri, dokuları ve organları ancak küllî bir ilim ve iradenin tecellisi olarak hayat bulabilir. Deneme-yanılma yoluyla her bir parçanın tesadüfen en uyumlu hâlini bulması mümkün müdür? Yaşayacağı çevreyle kusursuz bir uyum gösterebilmesi için, ihtiyaç duyacağı uzun bacaklar verilmiştir; ancak uzun bacaklara sahip olmak, uzun bir boyna sahip olmayı da ihtiyaç hâline getirir. Ayrıca uzun bir boynu kullanmak için de, daha başka adaptasyonlara ihtiyaç vardır. Bir zürafa normal ayakta duruş pozisyonunda iken, boyun arterlerindeki kan basıncı, boynun en alt kısmında en yüksek, başın beyin kısmında ise en azdır. Bu yüzden kanı zürafanın kafasına kadar pompalayabilmek için zürafa kalbinin aşırı derecede yüksek bir basınçla pompalama yapması gerekir. Ancak bu takdirde, başını yere eğdiği zaman, zürafa potansiyel olarak tehlikeli bir durumla karşılaşır. Başını ön bacaklarının arasına doğru eğmekle, boynundaki ve başındaki kan damarlarında büyük bir basınç meydana gelir. Boynun içerisindeki kanın ağırlığı, kan basıncı ile birleştiğinde öyle bir basınç meydana gelir ki, eğer bir koruyucu olmazsa bu basınç, kafatası içindeki kan damarlarını patlatabilir (Resim-1).
Allah'tan ki, bütün canlılar gibi zürafa da böyle koruyucu tedbirler alınarak yaratılmıştır. Zürafanın dolaşım sistemine, kan basıncını kontrol edecek mükemmel bir koordinasyon sistemi ihsan edilmiştir. Boyun arteri boyunca yerleştirilmiş olan basınç alıcıları vasıtasıyla kan basıncı otomatik olarak ölçülür ve zürafanın su içmesi veya yerden otlaması gibi, kan basıncını artıracak bir durumla karşılaşıldığı zaman, diğer mekanizmalar harekete geçirilir. Kan damarlarının duvarlarındaki kasılmalar, atardamardaki kanın yönünün beyni kestirmeden geçecek şekilde değiştirilmesi ve arterler ile beyin arasında bulunan küçük kan damarlarından yapılmış bir damar ağı (rete mirabilis) gibi, hususi sistemler bütünü vasıtasıyla zürafanın başındaki kan basıncı kontrol edilir. Zürafaların yaşayacağı hayat şartlarına uygun yapıların (adaptasyonlar) her birinin tesadüfen kendi başına meydana gelmesi mümkün müdür? Her bir hususi yapının meydana getireceği biyolojik tesirin diğerleriyle çakışmadan veya terslik meydana getirmeden birbirleriyle konuşup anlaşmaları(!) düşünülebilir mi? Bu gibi sorular saçma gibi gelse bile, evrimciler aslında bu sorulara gizli olarak müspet cevap vermiş olmaktadırlar.
Kısacası, zürafalar sadece, tek başına var olan özelliklerin bir toplamı olmayıp, birbirleri ile uyumlu ve rabıtalı çok sayıda özelliklerin toplanmasıyla inşa edilmiş hususi bir pakettir. Bütün parçaların tek bir gaye için birleştirildiği, yekpâre bir sanat eseri sergilenmektedir. Pekiyi, böyle mükemmel uyumlu parçalardan plânlanmış bir sanat eseri nasıl ortaya çıkmıştır? Neo-Darwinizm'e göre, tek tek meydana gelen tesadüfî genetik değişikliklerin tabiî seleksiyon tarafından parça parça korunup, birikmesi ile zürafalar şu anki formlarına evrimleşmiştir(!) Bunun için mutasyonların ve seleksiyonun çok akıllı ve şuurlu olarak organizmaya gelecekte sağlanacak faydaları bilmeleri gerekir. Evrimcilerin ifadesine göre, bu iki kavram anlık olarak işlemektedir. Hâlbuki böyle bir sanat eseri tamamlanıncaya kadar, bütün parçalar lüzumsuz ve hattâ zararlı olacak hiçbir tesir ortaya çıkarmadan, uyumlu şekilde birleşerek böyle bir evrimi nasıl gerçekleştirebilir? Bu şekilde bütün kısımlarıyla bütünleşmiş biyolojik bir sanat, tamamlanıncaya kadar parçalarının faydalı-faydasız şeklinde nasıl ayıklandığı tam bir muammadır. Bu problem "indirgenemez komplekslik" kavramı olarak evrimin aşamadığı çok büyük bir problem olarak durmaktadır. Kısaca özetlersek, kompleks ve fonksiyonel bir bütün hâlindeki bir sistemi teşkil eden bütün parçalar birlikte ve uyumlu olarak bulunmalıdır. Bu durum da her parçanın hususiyetini ve yerini bilen sınırsız bir İlim ve Kudret Sahibi'ni gerektirir.
Bir zürafanın, kısa bacaklı ve kısa boyunlu bir hayvandan evrimleşmesi, koordineli adaptasyonların çok geniş çerçeveli bir bütünlüğünü gerektirir. Zürafaların kompleks dolaşım sistemleri, onların uzun bacakları ve boyunları ile aynı anda ortaya çıkmak zorundadır, yoksa hayvan ölür. Bu parçaların birbirine bağlılığı kuvvetli bir şekilde, önceden zürafa gibi bir organizmanın yapısına ait mühendislik hesaplarını tepeden tırnağa bilen sınırsız ilim sahibi bir Yaratıcı'yı düşündürmelidir.
Biyoloji literatürü bu tarz mükemmel hazırlanmış, her parçasıyla uyumlu ve ahenkli örneklerle doludur. Bazı organizmalar, meselâ, eklembacaklıların (yengeç ve ıstakozların dahil olduğu grup) en küçük parçalarına kadar birbiriyle uyumlu ve hususi yapıdaki organları Kambriyen patlaması sırasında bile görünmektedir. Kambriyen patlaması, fosil kayıtlarında âniden çeşitli vücut plânları ile çok sayıda çokhücreli organizmaların yaratıldığını göstermektedir. Bu hayvanların bir iki istisna dışında çoğunluğu için, ata olabilecek herhangi bir fosil delil yoktur. (Prekambriyen öncüleri olarak bilinen birkaç form vardır; fakat onların da ata olduğuna ait bir delil bilinmemektedir). Bu organizmalar, fosil kayıtlarında nihaî formlarına sahip olarak, bütün organları birbiriyle uyumlu yaratılmış bir şekilde bulunmaktadır.
Abartarak mikroyu makro gösterme
Buradaki problem, mikrodeğişme değildir. Nesiller boyunca renkleri, açıktan koyuya değişen gece kelebeği populasyonları veya DDT'ye karşı direnç gösteren böcekler, çok sık olarak tabiî seleksiyonla meydana gelen evrime örnek gösterilir. Hâlbuki bu tarz örnekler, sadece aynı türe ait populasyonun gen frekansı içerisindeki küçük değişmeleri gösterir. Gece kelebeklerinin dominant rengindeki bir değişme yeni bir genetik bilgi gerektirmez; çünkü bu genin alelleri (varyant genler) zaten yaratılışlarında populasyon içerisinde bulunmaktadır. Evrimciler ise bunun aksine, büyük değişmeler, düzenli ve plânlı büyük adaptasyonlarla yeni ortaya çıkmış organlar beklemektedir ki, bunlar da çarpıcı miktarda yeni fonksiyonel ve genetik bilgi gerektirir. Büyük çapta uyumlu ve bütün hâlde adaptasyonlar taşıyan bir organizma şöyle dursun, çok küçük ve gösterişsiz yeni bir özelliğin menşei için lazım olan bilgileri bile tam olarak anlamaya çalıştığımızda, bunun mutasyon ve tabiî seleksiyon gibi kör mekanizmalar tarafından açıklanmasının, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını görebiliriz.
E. J. Ambrose göre, çevreden kaynaklanan seleksiyon baskısı, evrimin istekleri için çok fazla zayıf ve yetersizdir.2 Herhangi bir davranışı yerine getirmek ve hayatta kalmak için gerekli basit bilgiler muhal farz, zaman içerisinde birikse bile, yeni kompleks biyolojik yapılar veya vücut formları inşa etmek için mutlaka gerekli olan sayısız plânlı, düzenli ve uyumlu değişmeler için çok sıkı bir şekilde bütünleşmiş bir bilgi oluşturamazlar. Yeni mimarî plânlara sahip orijinal organlarla teçhiz edilmiş canlıların evrimleşmesi için, bu akılsız ve şuursuz evrimin, önce bilgi probleminin üstesinden gelmesi gerekir.
Filogenetik durgunluk, olarak isimlendirebileceğimiz bir tespite göre, populasyonlar ortalama bir morfolojide kalma eğilimine sahiptir. Bu aynı zamanda bir populasyonun ortalama kabul edebileceğimiz umumî bir tip etrafında sınırlı bir derecede çeşitlilik gösterme mânâsına da gelir. Yeni plânlara ve hususi organ sistemlerine sahip canlı şubelerinin ortaya çıkabilmesi için mutasyonlar, bu filogenetik durgunluğu nasıl aşabilir? Henüz böyle bir durum gözlenmemiştir, evrimcilerin bunun olacağını tahmin etmeleri, bunun kesinlikle olacağı demek değildir. Kromozom mutasyonları gen dizilmelerinde bazı parçaları değiştirebilir. Fakat, böyle meydana gelmiş 'yeni' genlerin, evrimde müessir olabilmesi için tabiî seleksiyonun ihtiyaç duyduğu yeni özellikleri ortaya çıkarmak üzere belli bir sıra ve düzen içinde sürekli biriktiğine dair bir delil de yoktur. Kromozom mutasyonları sadece yaratılıştan mevcut genlerin yerlerini/vazifelerini kısmen değiştirebilir.
Gerçekten yeni bir genetik bilgiyi, gen havuzuna sokmanın bilinen tek yolu, tek tek genlerin nükleotid bazlarını değiştirmektir. Bu, DNA'nın bir kısmının duplike olduğu, ters döndüğü, kaybolduğu veya DNA içerisinde bir başka yere taşındığı kromozom mutasyonlarından farklıdır. Nokta mutasyonları var olan genleri sadece yeniden düzenlememekte aynı zamanda temel olarak onların yapılarını değiştirmektedir. Bu tarz mutasyonlar, genel olarak DNA kopyalamasında meydana gelen zahiren tesadüfî kopyalama hatalardır, hastalıklara ve ölüme perde olması için yaratıcı irade tarafından ortaya çıkarılan bu mutasyonların oluş sıklığı, sıcaklık, kimyevî maddeler veya radyasyon ile artmaktadır.
Makroevrim için delil var mı?
Kromozom ve nokta mutasyonlarının makroevrim seviyesinde değişimler için gerekli olan imkânı sağlayıp sağlayamayacağı hususundaki çalışmalar geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca sürdürülmüştür. Genomları ile kolaylıkla oynanabilen ve kısa hayat süreleri ve üreme süreçleri ile çok sayıda nesli gözlemlemeye izin veren meyve sinekleri bu noktada iyi bir örnektir. Sayısız deneye tâbi tutulan meyve sineklerinde mutasyon oranlarını artırmak için bu sinekler radyasyona maruz bırakılmıştır. Bunların arasında yeni yapıları meydana getiren bir mutasyona dâir hiçbir delil yoktur. Mutasyonlarla buruşuk, normalden büyük veya küçük kanatlar, iki çift kanata sahip, bozuk bacaklara ve antenlere sahip mutantlar üretilmiş; ancak mutasyonlar uçmak için daha uygun yeni bir kanat türü ortaya çıkarmamış, aksine ucubeler meydana gelmesine sebep olmuştur. Meselâ, Antennapedia olarak bilinen, antenlerinin çıkması gereken yerden bacakları çıkan meyve sinekleri gibi hilkat garibeleri oluşmuştur (Resim-2). Aslında bu ucubeler bile var olan yapıların, değişik bir tarzda olsa da, sadece yeni bir düzenlemesidir. Mutasyonlar bir meyve sineğini başka bir cins sineğe dönüştürmemiştir. Deneyler sadece meyve sineklerinin varyasyonlarını (çeşitliliğini) üretmektedir.
Asıl olan malzeme değil, bilgidir!
Netice olarak, evrimle yeni plâna ve özelliklere sahip bir canlı meydana getirmek için, parça parça bir değişme değil, entegre olmuş sistematik bir değişme gereklidir. Ayrıca, böyle bir değişmenin kaynağı, organizmaya büyük miktarda yeni fonksiyonel bilgiler sağlamalıdır. Bu tarz kompleks bilgilerin ise, mutasyonlar ve seleksiyonun beraber çalışmasıyla ortaya çıktığına dâir hiçbir delil yoktur. Daha doğrusu bilginin madde veya enerjiye indirgendiğine dâir bir delil yoktur. Bilgi teorisinin kurucularından biri olan Norbert Wiener şuna dikkat çekmiştir: "Bilgi, bilgidir, enerji yahut madde değildir. Bunu kabul etmeyen hiçbir materyalist fikir bugün ayakta kalamaz."3 Bu sayfa üzerinde basılan bilgi, mürekkep ve kâğıttan farklı olduğu gibi, biyolojik sistemlerdeki bilgi de canlıyı teşkil eden materyalden farklıdır. İşte, yaratmak için gerekli olan bilginin kaynağı, sınırsız ve küllî ilim sahibi bir Yaratıcı'dan başkası olamaz!
Dipnotlar:
1. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964.
2. Ambrose, E.J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.140-141.
3. Wiener, N. (1961): Cybernetics; or Control and Communication in the Animal and the Machine, 2nd er. (Cambridge, Mass.; MIT Press, p.132.