Yeni Bir Masal: "Evo-Devo"
Darwinciler, kurdukları makroevrim senaryosunun çıkmazları karşısında insanları ikna etmede âciz kalınca, yeni bir teklif olarak "evo-devo" şeklinde formülleştirdikleri bir kavram etrafında bazı fikirlerle çıkış yolları aramaya başladılar. 1990'larda kullanılmaya başlanan bu tâbir, Evrimsel gelişme biyolojisi (evolutionary developmental biology) mânâsına gelmektedir. Tamamen peşin hükümlü ve ideolojik bir bakış acısıyla, biyolojinin iki alt disiplini (evrim+gelişme biyolojisi) birleştirilmeye çalışılmaktadır. Canlı topluluklarının nesiller boyunca evrimleşerek geliştikleri(!) iddiasıyla, bir türe ait fertlerin döllenmiş yumurta hâlinden, tam gelişmiş bir vücuda sahip oluncaya kadar doku ve organlarında olan değişiklikleri incelemeyi, birbirini tamamlayacak bir anlayışla ele alma düşüncesinden doğmuştur. Böylece mücerret 'evrim' ile müşahhas 'gelişme biyolojisi', hayalî ile gerçek, teori ile hakikat, zorlanarak birleştirilmeye çalışılmıştır.
Evo-devo kavramında, başlangıç noktası olarak bilinen genetik mekanizmaların, hem evrim hem de gelişme biyolojisi için anahtar konumundaki durumundan hareket edilmiştir. Bir türe ait fertlerin hayat süreleri içinde (deney ve gözlemle sabit) geçirdikleri değişiklikler ile, türlere ait nesillerin geçmişten günümüze (deneyden uzak, kısmî gözlemlere ait hayalî) ne gibi değişiklikler geçirebileceğine ait yorumlar birleştirilmek istenmiştir. Evrim ideolojini güçlendirme gibi bir anlayıştan doğan bu kavrama, giydirilmek istenen mânâlardan birincisi, embriyolojik gelişmeye tesir eden genlerin, makroevrime de sebep olabilecek, anahtar rolleri olabileceğidir.
Meselâ; embriyolojik gelişmenin kontrolünde kendisine rol verilen bir gen, eğer gelişmenin erken bir safhasında herhangi bir sebeple bir değişikliğe uğrarsa (mutasyon v.s.) ne olur? Gelişmenin erken dönemlerinde genomdaki küçük bir değişme bile, organizmanın anatomisinde ve fizyolojisinde büyük neticelere sebep olabilir. Bunu şöyle bir misâlle akla yakınlaştırabiliriz: Hedefe atılan bir ok, kendi hâlinde uçmasına izin verildiğinde, hedefi tam on ikiden vuracaktır. Ancak, henüz uçuşunun başındayken küçük bir dokunma ile ok yörüngesinden saptırılırsa, okun vurduğu nokta, hedeften çok ayrı bir yer olacaktır. İşte evo-devo düşüncesi de, gelişmenin başında meydana gelen küçük değişmelerin, kolayca ortaya çıkabilecek bir mahiyette olmasına rağmen, neticede makroevrim biçiminde, büyük değişmelere sebep olabileceğini iddia eder. Böylece Neo-Darwincilerin, 'devamlı ve küçük (mikro evrim seviyesinde) değişmelerin birikerek, makroevrimi meydana getireceği' şeklindeki geleneksel yaklaşımlarındaki problemlerine çözüm yolu aranmaktadır. Neo-Darwinizm'in aksine olan bu evo-devo anlayışı, gelişmenin erken safhalarını kontrol eden az sayıda genlerin mutasyona uğraması gibi, küçük bedelleri olan, fakat evrim için önemli olabilecek hızlı değişmelerin, makroevrim seviyesinde neticeler ortaya çıkaracağını iddia etmektedir.
Bütün evrimci düşünceler gibi başlangıçta cazip gelen bu iddialarına rağmen, evo-devo anlayışı da şu ân bir kriz içerisindedir. Embriyolojik gelişmeyi kontrol eden genler üzerindeki çalışmalar ve bunlara dair genetik mekanizmaların mikro değişmelere nasıl yardımcı olduğu konusunda gayretler hızla devam etmekte ve bunların evrimle bir alâkasının olmadığı görülmektedir. Maryland Üniversitesi'nde çalışan evo-devo biyoloğu William Jeffery'in itirafıyla, embriyolojik gelişmeye ait genlerin nasıl makroevrimci değişiklikler meydana getirdiğini anlama yolundaki evo-devo gayreti "çıkmaz bir sokaktadır."1 Problemin asıl kaynağı, makroevrim olarak değerlendirilecek değişikliklerin nasıl meydana geldiğini açıklamak için, korunan genler (çok çeşitli organizmalarda, hattâ farklı filumlarda bile temelde aynı şekilde mevcut olan genler) üzerinde durulmasıdır. Bu sıkıntıyı çok iyi bir şekilde gören Elizabeth Pennisi, Science dergisinde, evo-devo hakkında 2002'de yayımladığı bir raporda problemi şu şekilde açıklamıştır: "[korunan genlerin] listeleri neticede, aynı gene sahip olan organizmaların, nasıl bu kadar farklı olduklarına dair ciddi bir bilgi ve kavrama derinliği kazandırmamaktadır."1
Yüzyıldan fazla bir zaman önce, biyologlar bazı hayvanların ara sıra, normalde organizmanın belirli bir yerinde bulunan vücut parçalarının, olması gereken yerden başka yerlerde ortaya çıktığını müşahede etmişlerdir. Meselâ; böceklerin başında antenlerinin bulunduğu yerlerden bazen bacaklar çıkmaktadır (Şekil-1). Bozulan vücut kısımlarının, organizmanın başka kısımlarına benzediğini ifade etmek için, bu tarz transformasyonlara, 1894'te, "homeotik" denilmiştir.2 Modern genetiğin ilerlemesi ile bu tip anomalilere, embriyonik gelişme sırasında, belirli grup hücrelerin kimliğini belirlemekten sorumlu olan "homeotik genlerdeki" mutasyonların sebep olduğu anlaşılmıştır.
Bu durumda homeotik genler, makroevrimi destekleyen anahtar konumunda bir delil olmaktan otomatik olarak çıkmaktadır. Çünkü burada trajikomik bir durum söz konusudur. Homeotik genler "evrensel" olmalarından dolayı, organizmalardaki makroevrim sayılabilecek değişikliklere ait farklılıkları açıklayamaz. Eğer Neo-Darwinizm'in öne sürdüğü gibi, biyolojik yapılar kendilerine ait genler tarafından açıklanıyorsa, o zaman, farklı yapılar, farklı genler tarafından belirlenmelidir. Şayet aynı gen, meselâ, bir meyve sineğinin bacağı ve bir farenin beyni ile veya bir böcek gözü ile insan veya mürekkep balığı gözü gibi, çok farklı yapılarla alâkalı ise, o zaman, aslında bu gen gerçek mânâda bir şey belirlemiyor demektir!
Bir televizyon, bir teyp ve bir klima gibi üç elektrikli cihazda bulunan kontrol anahtarının, birbirinden oldukça farklı âletlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum bize, sadece âletlerin kontrol anahtarının açılmasıyla çalışmaya başladığını bildirir. Bunun dışında, kontrol anahtarlarının benzer olması bu âletlerin yapıları ve fonksiyonları hakkında herhangi bir bilgi vermez. Aynı şekilde, homeotik genler de embriyonun, hücrelerinin çok sayıda inşa edici gelişme yollarından birine ait olduğunu bildirir; fakat bunun dışında, gerçekte bu sürecin neticesinde nasıl bir yapı ortaya çıkacağı hakkında bir bilgi vermez. Homeotik genlerin çok daha fazla nispetlerde "evrensel" olduğu ortaya çıktıkça, bunlara yüklenmiş "kontrol" işi giderek daha az hususi bir yerde ve konumda kalacaktır.
Gelişme açısından en önemli genlerin, dikkat çekici şekilde, solucanlardan, meyve sineklerine ve memelilere kadar birçok farklı tip hayvanda benzer olduğu bulunmuştur. Bu durum önceleri, gelişmeyi kontrol eden genetik program için bir delil olarak görülmüşse de, bugün biyologlar aslında bunun bir paradoks olduğunun farkına varmışlardır. Eğer genler gelişmeyi kontrol ediyorsa, o zaman niçin aynı genler, bu kadar farklı hayvan üretmektedir? Bir tırtıl niçin, sardalye balığı veya kertenkele yerine, bir kelebeğe dönüşmektedir?Bu durumda şunu açıkça söyleyebiliriz ki: Makroevrimi kolaylaştırmak için embriyonik gelişmede ihtiyaç duyulan değişmeler meydana gelmemekte ve evo-devo iddiaları geçersiz kalmaktadır. Yolun başında hedefinden saptırılan bir ok benzetmesine dönersek; merkezden ilk çıkışta ok hedefe doğru olan yörüngesinden ne kadar erken saptırılırsa, istenen hedeften o kadar daha uzağa düşecektir. Merkezdeki çok küçük bir sapmanın, çevrede çok büyük bir açı meydana getirmesi gibi, gelişme hâlindeki bir embriyoya, herhangi bir şekilde bilemediğimiz bir sebepten mutasyona maruz kaldığında, kendisine verilmiş İlâhî programın ve sevkin yönlendirmesiyle, aslî gelişme çizgisine döndürülmek için bazı düzeltme hamleleri yaptırılır. Ancak İlâhî hikmetin ve imtihanın gereği bu tamir mekanizmalarına, bazen dur denir ve embriyo ne kadar erken safhada bozucu tesire maruz kalmışsa, o kadar ciddi ve ağır derecede kusurlu olur. Diğer bir tabirle o embriyonun gelişme oku tam hedefini vuramamış olur. Çok şükür ki embriyonik gelişme yörüngeleri, okların hedefe giderken sapması gibi olmayıp, çoğu zaman Rahmeti Sonsuz'un takdiriyle gelişmenin devamı sırasında, başka gelişme süreçlerinin sebep olarak devreye sokulmasıyla düzeltilmektedir.
Gelişme biyologları lâboratuvar deneylerinde çoğunlukla, embriyonik gelişmeyi bozacak şekilde cenin üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Gelişen bir embriyonun en dikkat çekici özelliği, gösterdiği esneklik ve dirençle, zorlukları yenme gücüdür. Deney için çok yoğun müdahaleye maruz kalsa bile, çok sayıda embriyonun hayretengiz bir şekilde gelişmesini tamamladığı görülür. Yaratıcı'nın (celle celâlühü) koyduğu esas gelişme hedefinin cebrî süreci, dış müdahalelerin meydana getireceği mutasyonlara direnir ve neticede deformasyonlar meydana gelse de, gelişmenin temel son noktası asla değişmez. Embriyolar eğer hayatta kalırlarsa, meyve sineği yumurtaları her zaman meyve sineği olur, kurbağa yumurtaları kurbağa, tavşan yumurtaları da her zaman tavşan olur. Türleri bile değişmez. Her embriyo gelişip, belirli bir tür hayvan olmak için, sonsuz bir ilim ve kudretle programlanmıştır.
Gelişmeye ait süreçlerin her safhasının genetik programlarla kontrol edilmediği hususunda çok sayıda delil ve çalışma vardır. Elbette, sebepler açısından genlere gelişmede belirli roller verilmiştir. Ancak, genlerin bütün gelişmeyi kontrol ettiğini veya belirlediğini söylemek oldukça mübalağalı bir ifadedir. Genlerin gelişmeyi tek başlarına kontrol etmediğine dâir delillerin en başında, şu deneyi gösterebiliriz: Bir yumurtanın genleri yumurtadan çıkarılıp, başka gruptan farklı bir hayvanın genleri o yumurtanın içerisine konulduğunda, gelişme orijinal yumurtanın yolunu takip etmekte, tabiî ki bu gelişme doğru proteinlerin yokluğundan dolayı, ancak embriyo ölünceye kadar sürmektedir. Bu kaidenin çok nadir istisnaları vardır, meselâ; melez üretmek için, normal olarak çiftleşebilen hayvanların genomu birbirine nakledildiğinde kendi özelliklerini sergileyebilir. Bilim kurgu senaryosunda, dinozor üretmek için fosilden elde edilen DNA'ları devekuşu yumurtalarının içerisine koymak, "Jurasik Park" filmini seyrederken heyecan verse de, ilmî gerçeklerle uyuşmamaktadır.
DNA'nın tamamen yer değiştirmesi yerine, DNA'yı mutasyona uğratsak ne olur? "Doygunluk mutagenezi"nin (doyuncaya kadar genetik mutasyona yol açma hâdisesi) çoğunlukla ölüme veya deformasyona sebep olduğu görülmüş; fakat organizmaya fayda sağlayacak bir anatomik değişiklik asla üretilememiştir. DNA mutasyonları embriyonik gelişmedeki hedefin son noktasını değiştiremediğinden, türler de başka bir türe değiştirilememektedir. Bir embriyonun, yeni proteinler yapması için doğru genlere ihtiyacı vardır ve onlar olmadan embriyonun gelişme süreci zarar görür. Fakat genlere bağlı olmak ile genler tarafından yönetilmek aynı şey değildir. Biraz açarsak; bir ev inşa ederken, uygun yapı malzemelerine ihtiyaç duyarız; ancak bu malzemeler ve âletler, yapacağımız binanın plânını belirlemez.
Genetik Program Bütün Gelişmeyi Kontrol Ediyor mu?
Evrimcilerin pek dikkat etmedikleri ve gözden uzak tuttukları diğer bir husus da genetik programın mutlak cebrîliği konusudur. Bütün temel biyolojik yapılar genetik kodlama programına bağlı gibi görülse de, gerçek tam böyle değildir. Bu durumda "Genetik program bütün bir gelişme sürecini tam olarak mevcut genomun mutlak bilgisiyle sürdürmektedir." denemez. Diğer bir tâbirle, "biyolojik bir kaderleri" vardır ve bu süreç tamamen deterministik değildir. Bu hususu biraz daha akla yakınlaştırmak için yine biyolojik varlıklara ait bazı misâller verebiliriz. Eğer, DNA gelişmeyi tek başına kontrol ediyor olsaydı, o zaman, kendi DNA'nızı, DNA'sı çıkartılmış bir yumurtanın içerisine koyarak, kendinizin bir kopyasını yapabilirdiniz. On sene kadar önce yaşadığımız "klonlama" mübalağasının arkasındaki bu mantıktır. Ancak böyle bir "klon", sizin tamamen aynı olan bir kopyanız olmayacaktır. Sizden daha genç olsa da, bu klonun neye benzeyeceği, büyük ölçüde, içine DNA'nızı koyduğunuz, çekirdeği çıkarılmış yumurtadaki bilgiye bağlıdır.
"Tek yumurta" ikizleri bile tamamen birbirlerinin aynısı olan kopyalar değildir. Ekseriya fizikî kabiliyetlerinde farklıdırlar ve her zaman bu ikizlerin mizaç ve kabiliyetleri de değişiklik gösterir. "Tek yumurta" ikizleri sadece aynı DNA'ya sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda aynı yumurta hücresinden ve aynı rahmin içinde meydana gelmişlerdir. "Tek yumurta" ikizlerinde görünen mükemmel olmayan benzerlik bile, aynı DNA'dan daha fazla unsurların hesaba katılması gerektiğini göstermektedir.
DNA'nın gelişmeyi tamamen kontrol ettiği iddiasına karşı diğer delil de, yetişkin fertteki hücrelerin, döllenmiş yumurta ile aynı DNA'yı taşıması gerçeğinden kaynaklanan, fakat yetişkin bir hayvanın hücrelerinin, hem sahip oldukları formlar hem de fonksiyonlar açısından birbirlerinden önemli bir şekilde farklılık göstermeleridir. Eğer hepsi aynı DNA'ya sahip ise, neden bu kadar farklıdırlar? Bu hâdise "Gelişme Biyologları"nı en çok meşgul eden hususların başında gelir. İnsanın bütün hücrelerinde aynı DNA zinciri olduğu hâlde, farklı biyokimyevî mekanizmalara, fonksiyonlara ve hususiyetlere sahip, 210 çeşit farklı fabrika gibi, farklı hücreler ortaya çıkmaktadır. Demek ki, DNA dışında bazı faktörler, bazı genlerin çalışmasını durdurmakta ve neticede her hücre tipi, sahip olduğu genetik bilginin sadece bir kısmını kullanmaktadır. Emriyonik gelişme, DNA'nın dışındaki faktörler tarafından kontrol edilmeyi gerektiriyorsa, o zaman, DNA bütün gelişmeyi kontrol etmiyor demektir.
Diğer bir açıdan da, solucanlar, sinekler ve memeliler gibi çok farklı hayvanlarda benzer gelişme genleri bulunduğu hâlde, bu genler ait oldukları organizmanın bütünlüğü içinde, farklı ürünler (organ kısımları) meydana getirebilmektedir. Bütün bunların dışında, yumurta içinde, DNA'dan bağımsız olarak gelişmeye tesir ettiği bilinen, mikrotübül dizileri ve zar yapıları gibi çok sayıda organel kısımları veya moleküllerin bulunması, gelişme sürecindeki kompleksliğin, sadece DNA programıyla ve bu molekül dizisinde tesadüfen ortaya çıkabilecek mutasyonlarla izah edilemeyecek kadar müthiş olduğunu göstermektedir.
Peki, o zaman, genetik programların gelişmeyi kontrol ettiği görüşünün bu kadar câzip olmaya devam etmesinin sebebi nedir? Çünkü büyük ölçüde bu görüşün mantığı ile Neo-Darwinci evrim mantığı arasında bağlantı vardır. Neo-Darwinizm'e göre, "Genetik mutasyonlar evrim için hammadde sağlarlar ve tabiî seleksiyon da organizmaları, gen frekanslarındaki değişmeye göre ayarlar. Gelişme, tek bir hücreyi, fare yerine solucana dönüştüren şeydir." Böylece, eğer evrim solucanların genlerini ayarlayıp düzenleyerek, bir fareye dönüştürebilir ise, o zaman bunu, gelişmeyi kontrol eden genleri değiştirerek yapmak zorundadır. Tersinden söylersek, eğer gelişme genler dışında başka bir şey ile kontrol ediliyor ise, o zaman, evrim, genetik mutasyonlar ve gen frekanslarındaki değişikliklerden farklı bir şey yapmak zorundadır. Netice olarak, genetik programların bütün gelişmeyi kontrol ettiği ifadesi eğer yanlış ise, o zaman, Neo-Darwinizm de yanlıştır. Çünkü Neo-Darwinizm mantıkî olarak, gelişmenin bütünüyle genetik programlar tarafından kontrol edilmesini gerektirmektedir.
Neo-Darwinizm'i diğer sahalarda destekleyen deliller çok güçlü olsa idi, belki genetik programın evrim düşüncesindeki merkezî yeri, yukarıda anlatılan karşı delillere rağmen yine de savunulabilirdi. Ancak, Neo-Darwinizm'i desteklediği iddia edilen delillerin, şaşırtıcı bir şekilde zayıf oldukları ortaya çıkmaktadır. Neo-Darwinci evrim için hammadde sağladığı öne sürülen mutasyonlar, bunu ancak organizma için faydalı iseler yapabilirler; fakat gelişmeye ait veya homeotik genlerde meydana gelen mutasyonlar, her zaman zarar vericidir. Aslında, faydalı olduğu bilinen tek mutasyon, mutasyona uğramış bir proteinin diğer moleküller ile doğrudan bağlantılarına tesir eden mutasyonlardır. Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olarak canlı neslinin korunmasına müteveccih DNA'daki bu tarz mutasyonlar antibiyotiklere ve böcek ilâçlarına karşı canlıya direnç kazandırmakta, böylece aynı türe ait bu dirençli fertler sâyesinde nesilleri yok olmaktan korunmaktadır. Fakat asla Darwinizm'e uygun bir evrim için gerekli olan yapıya ait büyük değişmelere sebep olmamaktadır. Mutasyonlar yeni bir tür dahi üretemezken, nasıl olacak da bir balığı sürüngene veya bir dinozoru bir kuşa dönüştürebilecektir.
Gelişmede rol verilen homeotik genlerin ortak bir atada mevcut olması düşünüldüğünden evrensel olduğu öne sürülmüştür. Ancak eldeki delillerin çoğunluğu, homeotik genlerin hâlen kontrol ettiği düşünülen özelliklerin, hayalî ortak atada bulunmadığı yönündedir. Darwinci bir perspektiften bakıldığında bu ciddi bir problemdir. Neo-Darwinizm'e göre, kompleks gen dizileri, onlara sahip olan organizmalara sağladıkları seçici avantaja göre kademeli olarak evrimleşmiştir. Ancak, seçici avantaj sağlayan gen dizileri, eğer faydalı adaptasyonların gelişmesini programlıyorsa, bunu yapabilir. Fakat pratikte durum böyle değildir. Homeotik genlere sahip ortak ata konumundaki bir hayvanın, sahip olduğu genler, bugün alâkalı olan adaptasyonların hiçbirini taşımıyorsa, o zaman bu genlerin, sanki karşılaşacağı ortam şartlarını bilip, akıllı gibi davranması, her şeyi hesaplayıp tahmin ederek, bu adaptasyonlardan önce meydana getirilmiş olması gerekir ki, böyle bir durum muhaldir. Bu takdirde homeotik genler nasıl ortaya çıkıp, evrimleşmiştir?
Neo-Darwinizm, bu tarz genlerin, keşfedilmeyi bekleyen ilkel adaptasyonları kodlayarak evrimleştiği fikrini sürdürmektedir. Ancak bu özel ve geçici olarak, baştan kurgulanmış bir gâye için, keyfi bir biçimde ve hiçbir temeli olmadan meydana getirilmiş (ad hoc) bir spekülasyondur. Çok büyük farklılıklar gösteren organizmalarda, aynı homeotik genlerin bulunmasına, mühendislerin çalışmalarından örnek verebiliriz. Mühendisler tekerleği yeniden icat etmek yerine, mevcut tekerlekle ilgili bilgi birikimlerini yeniden kullanırlar. Bir mühendis, benzer veya kısmen aynı olan bir elektrik motorunun hem çamaşır makinesinde, hem bulaşık makinesinde, hem bir otomobilin marş dinamosunda kullanılmasına şaşırmaz. Aynı benzer homeotik genlerin de farklı cins hayvanlarda bulunmasına şaşırmamalıyız. Bu tarz gen dizilerinin, canlılar âleminde farklı organizmalar içinde yaygın olması, ortak yeryüzü ortamının şartlarına uygun yaratılış süreçlerini gösterir. Oksijen almak mecburiyetindeki hayvanların büyük bir çoğunluğunda hemoglobin ve hemocyanin moleküllerinin yaygın olması, bunların benzer gen gruplarıyla kodlanmasını gerektirebilir. Ancak oksijen taşıyıcı farklı pigmentler de vardır. Dolayısıyla birçok organizmadaki bazı yapıların veya temel süreçlerin, kısmî benzerliklere sahip olmaları, Yaratıcı'nın benzer programlar kullanmasının hikmetini mükemmel bir şekilde açıklar.
Dipnotlar
1. Pennisi, E. (2002): Evo-Devo Enthusiasts Get Down to Details. Science 298:953.
2. Bateson, W. (1894): Materials fort he Study of Variation Treated with Especial Regard to Discontinuity in the Origin of Species (London: MacMillan).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder