12 Temmuz 2011 Salı

Bilim 'Yaratılış' Diyor -4




Bilim 'Yaratılış' Diyor -4 

Darwin, 1859'da yayımlanan Türlerin Orijini adlı kitabında, var olan hiçbir türün, tek tek yaratılmadığını iddia etmiştir. Böyle bir yaratma yerine, bütün türlerin daha önceden var olan türlerden tabiî seleksiyon yolu ile türediği iddiasında bulunmuştur. Ayrıca, bütün türlerin, menşelerinin bir veya az sayıdaki orijinal ata formlara kadar gittiğine dâir izler taşıdığını da iddia etmiştir. Darwin'e göre, tabiî seleksiyon sayısız genetik çeşitler arasından birini seçtiğinde, o yeni özellik hâkim duruma geçer. Bu yeni özellik o ferde, rekabet açısından aynı topluluktaki diğer fertlerden bir üstünlük veya avantaj sağlıyorsa ve böylece daha çok yavru vermesini sağlıyorsa, bu özellikler gelecek nesillere geçecektir. Kurduğu hayale göre evrim işledikçe, avantajlı yeni özellikler yeni bir tür oluşuncaya kadar birikecek ve sonunda yeni bir tür ortaya çıkacaktır.






Darwin'in bu düşünceleri geliştirmesinde ıslah edilen hayvanlara dikkatinin önemli rolü vardır. Hayvanların, seçime bağlı ıslah ile oldukça ileri derecede değişebilmesi onun çok dikkatini çekmiştir. Belirli özellikleri olan hayvanlar seçilip, onların üremesine izin verilince diğerlerinin üremesine imkân verilmeyince aynı türün içerisinde, çok farklı özelliklere sahip fertler üretilmektedir. Bunlar birbirinden o kadar farklı olabilirler ki, yabanî ortamda mevcut olan farklı türlerin arasındaki farklılıkları aşacak boyutta olabilir. Meselâ, Resim-1'de görülen aynı türe (köpek) mensup iki köpek ırkı (Chihuahua ile Great Dane) arasındaki fark bir tilki ile bir çakal arasındaki farklılığı aşmış boyuttadır. Tilki ile çakal Canidae ailesinin üyeleri olmasına rağmen, her ikisi de tabiatta yaşayan farklı türlere aittir (Resim–2). Biri cüce gibi, diğeri ise dev gibi olan iki köpek ırkı insanların şuurlu tercihi ile seçmesine (seleksiyona) bağlı ıslahın birer sonucudur. Bugün gördüğümüz çok çeşitli sığır, at, kedi, güvercin gibi hayvanlara ait ırklar, insanların şuurlu tercihleriyle deneyerek ortaya koydukları yeniliklerdir. Darwin buradan hareketle, eğer tabiata da yeterli zaman verilirse sun'î seçime bağlı ıslahta gördüğümüz farklılıkları üretebileceğini yani yeni türlere geçilebileceğini iddia etmeye başladı. Fakat bu ırkların hiçbirinde yeni ve farklı bir organ yoktu. Kendi aralarında birleşerek melez yavrular meydana getirebiliyorlardı, dolayısıyla yeni birer tür olmayıp, aynı türe aittiler ve Darwin bunu izah edemiyordu.





Darwin, canlıların hayatta kalabilecek ve üreyebilecek miktarının çok üzerinde fazla sayıda yavru yaptıklarını da fark etmiştir. Yavrular kendi aralarında değişiklikler gösterdiğinden dolayı, bazıları topluluktaki diğer fertlerin ortalamasını geçecek derecede -meselâ, daha iri kulaklara veya daha uzun bacaklara- bir özelliğe sahip olabilir. Eğer bu özellik, yavruların içinde bulunduğu ekolojik ortama uyumunu artırırsa, o zaman bu yavrular hayatta kalma ve genlerini gelecek nesillere aktarma hususunda daha iyi bir şansa sahip olacaklardır. Eğer bu süreç uzun nesiller boyunca başarılı bir şekilde devam ederse, sonunda daha uzun kulağa veya bacağa sahip olan hayvanların sayısı, olmayanların sayısının üstüne çıkacaktır. Bu durum bir kere olduktan sonra da, sözkonusu özellik o tür içerisinde yerleşmeye başlayacaktır. Ancak bütün bunlar sadece, daha çok süt veren inek, daha fazla yumurta veren tavuk, daha renkli güvercinden başka bir şey değillerdi. Hattâ ıslah çalışmaları gevşetilir ve takip edilmezse, bu ırklar bir müddet sonra bozuluyor ve aslî yapılarına dönüyordu.



Darwin bu süreci, hayvan ıslahçılarının bir özelliği seçerken yaptıklarına olan benzerliğini vurgulamak açısından tabiî seleksiyon olarak adlandırmıştır. Maalesef, bu tabir, tabiatın şuurlu olarak organizmalar arasında bir seçim yapabildiği ve canlılara gelecekte hangi özelliğin faydalı olacağını önceden görebildiği ve evrim sürecini de bu özellikleri ortaya çıkarmak üzere yönlendirdiği fikrini vermektedir. Ancak Darwin'e göre evrim, tabiî seleksiyon gibi akılsız ve şuursuz, müşahhas veya mücerret bir varlığı olmayan, sanal bir güç tarafından kontrol edildiği için, teleolojik (bir gâyeye yönelik) olarak düzenleyici bir vasıta şeklinde çalışamayan, kör mekanik bir süreçtir. Darwin'in evrim sürecini kontrol ettiğini düşündüğü tabiî seleksiyon mekanizmasının, çevredeki zararlı özellikleri ayıklama ve faydalı özelliklere yer açma şeklinde çalışması için, tabiî seleksiyonun ya küllî bir ilme ve kudrete sahip olması gerekir(!) veya küllî bir ilim ve kudret sahibinin bu işleyişe her ân müdahale etmesi gerekir. Ayrıca, çevrenin zararlı veya faydalı olarak tanımlaması, organizmanın geçmişteki veya gelecekte olabilecek ihtiyaçlarına değil, o ânki ihtiyaçlarına bakar. Darwin'in mahiyeti meçhul tabiî seleksiyon teorisine bağladığımızda, canlılarda işleyen mükemmel anatomik, fizyolojik, biyokimyevî, embriyolojik ve moleküler hâdiseler, akılsız ve şuursuz evrimin herhangi bir plânı veya gâyesi olmaksızın, tabiî biyolojik süreçlerin ürünü olarak yürütülür.



Hâlbuki ister anatomist, ister fizyolog veya embriyolog olsun, hiçbir bilim dalına mensup ilim adamı, çalıştığı sahada en küçük bir tesadüfî işleyişin, kendi kendine oluşun, plânsız bir yapının, eksik ve kusurlu bir icraatın olduğunu söyleyemez. Tam aksine bütün varlıklarda Küllî Bir İlim ve Kudret'in her ân kendini gösteren icraatını okumaktayız. İşte bir Yaratıcı'nın eseri olan, bir gâyeye ve hedefe müteveccih bu işleyişe İradî Seçim (seleksiyon) diyebiliriz.



Darwin'in tabiî seleksiyona yüklediği veya onda vehmettiği kabiliyetlere bakınca, bu mahiyeti meçhul kavramı, Allah (celle celâlühü) yerine koyduğunu anlıyoruz. Türlerin Orijini isimli meşhur eserin farklı yerlerindeki ifadeler bunu göstermektedir: "Tabiî seleksiyon hatasız kabiliyetleri olan en iyi varyasyonları seçer." "Tabiî seleksiyon, bütün dünyada, bütün varyasyonların, en küçük olanlarının bile günlük ve saatlik olarak incelenmesi, kötü olanların reddedilmesi ve iyi olanların hepsinin toplanıp korunmasıdır. Sessizce ve hissedilmeyen bir çalışmadır, her zaman ve her yerde bir her bir organik varlığın, organik veya inorganik hayat şartlarının gelişmesi ve güzelleşmesi için fırsatlar sunar."1



Darwin bu cümleleri yazdığından beri, biyolojik literatür, tabiî seleksiyona sayısız nam ve şerefler yüklemiştir. Bu bağlamda, evrimci biyologlar, tabiî seleksiyona sanatkârlık ve kabiliyetler atfetmektedirler. Bir müzik besteleyicisi, orkestra şefi, bir şair ve bir heykeltıraş ile tabiî seleksiyonu karşılaştırmaktadırlar. Richard Dawkins, kör olmasına rağmen tabiî seleksiyonu bir saat tamircisi olarak tanımlamıştır.2 Steven Pinker tabiî seleksiyonu bir bilgisayar mühendisi ile karşılaştırır.3



Tabiî seleksiyonun bugüne kadar medya destekli ateizme âlet olan meşhurlaştırılmasına rağmen, giderek artan sayıda bilim adamı, onun "yaratıcı bir güç" olarak takdim edilmesini tartışmaktadır.4 Stuart Kauffman, Brain Goodwin5 ve Robert Laughlin6 gibi isimler ise tabiî seleksiyonu sorgulayıp tahtından indirirken, komplekslik ve organizasyonla ilgili prensipleri yücelterek "kendinden organize sistem kuran" bir görüşe saplanmış ve Yaratıcı bir Allah anlayışına maalesef gelememişlerdir. ABD'de William A. Dembski ve Jonathan Wells gibi isimler ise tabiî seleksiyona karşı çıkıp, canlı varlıkları "akıllı bir tasarımcının" (lâiklik kaygısından ve bilimi tabulaştıranların saldırılarından çekinerek, Allah diyemediklerinden) eseri olarak görmektedirler.



Aslında tabiî seleksiyon fikrini ilk olarak Darwin ortaya çıkarmamıştır. Daha önce yaşamış çok sayıda tabiat bilimci böyle bir sürecin tabiatta işlediğini gözlemlemişler; fakat Darwin gibi akılsız ve şuursuz bir prensibi ilâhlık mertebesine çıkarmamışlardır. Onlardan bazıları bu süreç hakkında Darwin'den daha ölçülü bir görüşe sahiptiler. Meselâ, Edward Blyth, Darwin'den önceki nesilde yaşamış ve biyolojide akıllı tasarımı savunan birisidir. Blyth, tabiî seleksiyonu, türlerin konulmuş sınırlar içerisinde kalması ve uyumsuz fertlerin ayıklanması ve böylece var olan türlerin devamına yardım eden koruyucu bir prensip olarak görmüştür. Ayrıca enteresan bir inceliği de hissetmiştir ki, eğer bütün organizmalar temel plânlara göre Yaratıcı Bir İlim ve Kudret'le hayat buldularsa, o zaman türlerin tasarlandıkları orijinal hâllerinin dışına çıkmamaları için bir kalite kontrol işlemi olmalıdır. Blyth, normalden çok fazla sapmış özelliklere sahip bu organizmaların elenmesi için tabiî seleksiyona çok hususi, ölçülü ve sınırlı bir rol verildiğine inanmaktaydı. Darwin'in tabiî seleksiyon kavramına yeni türler üretebilecek kapasiteye sahip sınırsız bir güç vermesine ve türleri başıboş bir şekilde değişken görmesine karşılık Blyth, tam tersine türleri sadece kendi sınırları içerisinde değişim gösterebilen ve tabiî seleksiyonu da sadece türleri bu sınırlar içerisinde tutmaya yarayan, düzenleyici bir prensip olarak görmektedir. Darwin'den önceki çoğu bilim adamı gibi sınıflandırmanın babası Carolus Linnaeus da türleri sabit görmekte ve bir tasarıma inanmaktaydı.



Antik Yunan'da Eflatun da o günkü bilgisiyle türlerin sabitliğine ve her bir organizmanın ayrı uygunlukta ideal bir plâna göre tasarlandığına inanıyordu. Bugün ilâve olarak, türlerin katı ve esnek olmayan bir sabitlik yerine belli sınırlar içinde önemli değişiklikler geçirebileceği daha makûl görülmektedir.



Darwin teorisinin temel taşı tabiî seleksiyon olmasına rağmen, hayali evrim süreçlerinin "yaratıcı potansiyelini" sadece tabiî seleksiyona bağlamanın mümkün olmadığı görülmüştü. Darwin de tabiî seleksiyonun, üzerinde iş görebileceği varyasyonların olması gerektiğini fark etmiştir. Zîrâ, tabiî seleksiyon hakiki mânâda yeni özellikler üretmemekte, sadece var olan özellikler üzerinde rol oynamaktadır. Darwin bunu şu şekilde ifade etmiştir: "Avantajlı varyasyonlar meydana gelmediği sürece, tabiî seleksiyon hiçbir şey yapamaz."7



Peki, o zaman tabiî seleksiyonun üzerinde işleyeceği, yeni özellikler ve yapıların meydana gelmesini sağlayan faydalı varyasyonların, -evrimci yeniliklerin- kaynağı nedir? Bu avantajlı varyasyonlar nasıl ortaya çıkacaktır? Tabii ki o gün henüz genetik diye bir bilim dalı olmadığından Darwin bunun farkında değildi. Zürafaları ele alalım. Böyle bir yaratık nasıl evrimleşebilmiştir? Çok uzun bacakları, alabildiğine uzun boynu ve sıra dışı duruşu, her şeyinin kendisini tehlikeye atacak şekilde, normalin dışında bir yaratık olduğunu düşündürür. Ancak zürafanın bütün organları, anatomisi ve fizyolojisiyle birbirleri ile fevkalâde uyumlu, ahenkli ve ölçülüdür. Büyük bir kolaylıkla hareket eder ve öyle güçlü bir tekme atar ki, çok az sayıda tabiî düşmanı vardır. Bu yüzden zürafaların garip vücut şekillerini evrim izah edemez.



Darwin'den önceki, bir evrimci olan Jean Baptiste de Lamarck (1744–1829), zürafaların uzun boyunlarının, ağaçların üst dallarında kalan yaprakları yemek için sürekli şekilde yukarıya uzanmalarının bir neticesi olduğunu düşünmüştür. Lamarck'ın evrim teorisinde, zürafaların boyunları, onların daha yükseğe ulaşma ihtiyaçlarının bir neticesi olarak görülmüş ve bu değişme gelecek nesillere aktarılmıştır, sonunda zürafaların boyunları gittikçe uzamıştır. Günümüzde ise bilim adamları, vücut yapılarının bir organizmanın ihtiyaçlarına ve hayat şartlarına karşılık olarak kalıtım yoluyla değişmediğini bildiklerinden Lamarck'ın teorisi kabul görmemektedir. Eğer öyle olsaydı, olimpiyat yarışmacılarının daha hızlı yarışmacılar doğurması ve dâhilerin çocuklarının ebeveynlerinden daha da zeki olmaları gerekirdi ki, karşılaşılan durum genellikle böyle değildir.



Darwin'in tabiî seleksiyon teorisi, başlangıçta Lamarck'ın açıklamasına olan merakı artırmıştı. Darwin, yeni ve gelişmiş özellikleri ortaya çıkaracak çevre yerine, organizmaların içerisinde var olan ve daha sonra çevre tarafından ya korunacak yahut ayıklanacak yeni özellikleri netice veren bir şeye inanıyordu. Lamarck bir organizmanın, hayatta kalabilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve bu faydasını gelecek nesillere aktarabilmek için daha uzun bir boyuna olan ihtiyaç üzerinde durmuştur. Darwin ise, çevrenin daha uzun boyunlu organizmalar lehindeki ve daha sonra da meydana gelen her ne ise –zürafanın ortaya çıkması gibi- onun korunması üzerindeki rolüne dikkat çekmiştir.





Böylece, çevreninin tabiî seleksiyondaki rolüne ek olarak, Darwin organizmaların içerisinde olup, yeni özellikler netice verecek bir şeye de ihtiyaç duymuştur. Organizmaların içerisindeki küçük değişikliklere sebep olma imkânı verilmiş varyasyonlar tabiî seleksiyon tarafından elendikçe, bunların o gün bilinmeyen genetik kaynağı, yeni özellikler üretecek, daha sonra da Darwin'e göre bu özellikler tamamen yeni organizmalar üretmek için birikecektir.



Ancak, canlılardaki zenginliğin kaynağının ne olduğunu Darwin bilmiyordu. Darwinizm'in modern formu olan Neo-Darwinizm, varyasyonların kaynağının DNA'daki tesadüfî değişmeler olduğunu düşünür. Ancak, varyasyonların kaynağının ne olduğunu bilmemesinin ve bunu önemsememesinin dışında, Darwin varyasyonların geçişine dâir yine de bir fikir üretmiştir. Darwin için veraset (kalıtım), anne babadan gelen özelliklerin bir karışımı veya harmanlamasıydı. Darwin'in kalıtıma ait harmanlama teorisine göre, yavrular özellikleri bakımından anne ve babalarının arasında olmalıdır, sadece fizikî görünüm açısından değil, aynı zamanda yavrular, aldıkları ve devam ettirecekleri kalıtım materyali açısından da anne babalarının arasında bulunmalıdır. Meselâ, harmanlama teorisine göre, eğer bir kırmızı gül ile beyaz gül çaprazlanırsa, elde edilen çiçeklerin hepsi harmanlanmış yani pembe renkte olmalıdır.



Peki, eğer bu pembe çiçekler yeniden birbirleri ile çaprazlanırsa o zaman ne meydana gelir? Darwin'in harmanlama teorisine göre, bu çaprazlamadan meydana gelecek yavrular yine pembe olmalıdır ve bu durum nesiller boyunca bu şekilde gitmelidir. Bu şekilde, kırmızı ve beyaz çiçekler bir müddet sonra ortadan kaybolacaklar ve sadece pembe güller kalacaktır. Peki bu, gerçekte olan bir şey midir? Böyle bir harmanlamanın gerçekte olup olmadığı deneyle test edilebilir. Kırmızı ve beyaz güller çaprazlandığında, ilk nesil pembe güllerden meydana gelir. Fakat, ilk nesildeki bu pembe güller, tekrar birbirleri ile çaprazlandığında, kırmızı ve beyaz güller ikinci nesilde geri dönerler. Kırmızı ve beyaz görünen güller, önce gizlenmiş sonra yeniden ortaya çıkmıştır. Bu göstermektedir ki, harmanlama veya karıştırma kalıtım teorisi yanlıştır. Bu teoriler (yanlış bir şekilde), pembe çiçeklerin çaprazlandığında hep pembe kalacaklarını tahmin eder.



Ayrıca, harmanlama kalıtımı farklılık değil, aynılık üretir. Yeni çeşitlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Bu yüzden, Darwin'in teorisi, kendisinin kalıtım görüşüyle uyuşmamaktadır. Tabiî seleksiyona göre, avantajlı yeni bir özellik hem korunmak, hem de saf ve yoğun olarak yeni nesillere iletilmek mecburiyetindedir. Ancak, harmanlayıcı kalıtım, özelliklerin bir nesilden bir nesle seyreltilmeden geçmesine izin vermemektedir. Darwin bu tutarsızlığı kabul etmese de, onun harmanlayıcı kalıtım teorisi, tabiî seleksiyon ile meydana gelecek bir evrimi imkânsız duruma getirmiştir.



Dipnotlar

1. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964.

2. Dawkins, R. (1986): The Blind Watchmaker. Norton Company. NewYork.

3. Pinker, S. (1997): How the Mind Works. Norton Company. NewYork.

4. Kauffman, S. (2000): Investigations. Oxford University Press, NewYork.

5. Goodwin, B. (1994): How the Leopard Changed Its Spots: The Evolution of Complexity. Scribner's, NewYork.

6. Laughlin, R.B. (2005): A Different Universe. Basic Books, New York, p168-169.

7. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species, s. 82.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder