11 Temmuz 2019 Perşembe
11 Haziran 2019 Salı
95 YIL ÖNCEKİ AHTAPOT FOSİLİ İLE BU ÇAĞDA YAŞAYAN AHTAPOT AYNI. HİÇ EVRİM GEÇİRMEMİŞ.
95 YIL ÖNCEKİ AHTAPOT FOSİLİ İLE BU ÇAĞDA YAŞAYAN AHTAPOT AYNI. HİÇ EVRİM GEÇİRMEMİŞ.
DİĞER HAYVAN FOSİLLERİDE AYNI.
8 Şubat 2019 Cuma
Evrim Teorisi Temelleri
Evrim Teorisi Temelleri
http://www.sorularlaevrim.com/kategori/evrim-teorisi/evrim-teorisi-temelleri
7 Şubat 2019 Perşembe
28 Ocak 2019 Pazartesi
Hasar Görmüş Damar
1. Hasar Görmüş Damar
2. Hemostaz (Kanın Durdurulması)
3. Yer Değiştirme
4. Yapıştırma
2. Hemostaz (Kanın Durdurulması)
3. Yer Değiştirme
4. Yapıştırma
5. Yayma
6. Sabit Kümeleşme
7. Pıhtılaşma Oluşumu
8. Yaralanan Bölgedeki Açığa Çıkan Proteinler
6. Sabit Kümeleşme
7. Pıhtılaşma Oluşumu
8. Yaralanan Bölgedeki Açığa Çıkan Proteinler
Darwinistler, İnsanın Muhteşem Yaratılışı Üzerinde Düşünmezler
Darwinistler, İnsanın Muhteşem Yaratılışı Üzerinde Düşünmezler
Kan içinde her saniye 2,5 milyon alyuvar hücresi üretilir. Bu bilinçli üretimin, şuursuz süreçlerle olması mümkün değildir.
… işte bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat'i (kesin olarak) gösterir ki, şu saray-ı acibin (hayret verici saray) ustasına; yani, şu garip alemin sahibine her şey musahhardır (itaatkardır). Her şey O'nun hesabına çalışır. Her şey O'na bir emirber (emir alan) nefer (asker) hükmündedir. Her şey O'nun kuvvetiyle döner. Her şey O'nun hikmetiyle tanzim olur. Her şey O'nun keremiyle (lütfuyla) muavenet (yardım) eder. Her şey O'nun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!34 Bediüzzaman Said Nursi
Darwinistler, parmak ucunda yükselme hareketi yapılırken dokulara, damarlara ve kaslara hiçbir zarar vermeden hidrolik bir kriko görevi gören ayakların tesadüfen oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, internet teknolojisinin veya basit bir telefon santral sisteminin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bildikleri halde, beyindeki gibi olağanüstü komplekslikteki sistemin oluşmasının tesadüflerle açıklanamayacağını düşünmezler.
Tesadüflerin birbiri üzerine eklenerek bir organizma var ettiğini öne süren Darwinistler, ancak tüm organları birden var olduğunda çalışabilen insan vücudunun kusursuz işleyişi üzerinde düşünmezler.
Darwinistler, sürekli kanın içinde dolaşmasına rağmen, sadece damarlardan birinde kanama olduğunda harekete geçip pıhtılaşmayı sağlayan trombin proteininin rastgele değişimler sonucu meydana geldiğini iddia etmenin akıl dışı olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tıraş bıçağını dahi tahrip edebilecek kadar güçlü olan mide asitlerinin, midenin kendisine nasıl olup da zarar vermediğini düşünmezler.
Darwinistler, anne karnında ortak bir ana hücreden çoğalarak meydana gelen hücrelerin, bölünme süreci içinde zamanla farklılaşıp ayrı ayrı dokuları, organları oluşturduğunu; dolayısıyla tek bir hücreden insanın burnunun, elinin, böbreğinin oluştuğunu ve bu organları oluşturan hücrelerin gerektiği kadar çoğalıp, tam bir el oluştuğunda veya düzgün bir burun oluştuğunda çoğalmayı durdurduklarını düşünmezler.
Darwinistler, anne karnındaki gelişme sırasında milyarlarca hücrenin her birinin kendisine ait olan yere yerleştiklerini, örneğin beyin hücrelerinin aralarındaki gerekli bilgi iletişimini sağlayacak şekilde yaklaşık 120 trilyon elektrik bağlantısı kurduklarını, bu mükemmel elektronik donanımda tek bir hata yapmadıklarını düşünmezler.
Darwinistler, insan bedenindeki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğunun 950 km'yi bulduğunu, bu damarların en incelerinden 10.000 tanesi yan yana getirildiğinde ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmını doldurabileceklerini ve bu daracık kanallardan bir ömür boyu kan akmasını bilinçsiz tesadüflerin asla gerçekleştiremeyeceğini, bunun Allah'ın yüceliğinin apaçık bir delili olduğunu düşünmezler. (www.yaratilismuzesi.com)
Darwinistler, bu cümleyi okurlarken gözlerinin yaklaşık 100 milyar işlem yaptığını ve dünyanın en mükemmel sistemlerinden birine Allah'ın dilemesi ve rahmeti ile sahip olduklarını düşünmezler.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden (dünyayı canlandıran) ve o ihya içinde her biri beşer haşri (toplanması) gibi acib (acayip) , üçyüz binden ziyade enva-ı mahlukatı (çeşitli canlıları) haşr ü neşredip (yayarak) kudretini gösteren ve o haşr ü neşr içinde nihayet (sonsuz) derecede karışık ve ihtilat (farklılık) içinde, nihayet derecede imtiyaz (ayrıcalık) ve tefrik (ayırım) ile ihata-i ilmiyesini (ilmen her şeyi kuşattığını) gösteren ve bütün semavî (gökyüzü ile ilgili) fermanlarıyla (emirleriyle) beşerin haşrini (toplanmasını) va'detmekle bütün ibadının (bütün kullarının) enzarını (nazarını) saadet-i ebediyeye (ebedi mutluluğa) çeviren ve bütün mevcudatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla azamet-i rububiyetini (Allah'ın terbiye edicilik sıfatının büyüklüğünü) gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın (kainat ağacının) en câmi' (pek çok anlamları ve gerçekleri içinde toplayan) ve en nazik ve en nazenin (ince), en nazdar (nazlı), en niyazdar (dua eden) bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab (hitab) ittihaz ederek (kabul ederek) her şeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm (her şeye gücü yeten mutlak merhamet sahibi Allah), bir Alîm-i Hakîm (her şeyi bilen ve her şeyi hikmetle yaratan Allah), kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin (insanı diriltmek) veya edemesin? Mahkeme-i Kübrayı (ahirette hesap vermek) açamasın? Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ (asla)!..35 Bediüzzaman Said Nursi
Darwinistler, küçücük bir çizikten dolayı insan parmağından sızan bir damla kanın içinde yaklaşık 250 milyon alyuvar, 400 bin akyuvar ve milyonlarca trombosit olduğunu, kanın özelliklerine sahip molekülleri üretmenin ve onları bir arada işlevsel kılmanın büyük bir mucize olduğunu, kanı en ince detayına kadar Allah'ın kusursuzca yarattığını düşünmezler.
Darwinistler, insanın bir yeri kesildiğinde kanının pıhtılaşabilmesi ve insanın kan kaybından ölmemesi için gerekli olan 20 farklı enzimin aynı anda var olması gerektiğini ve bunun hayali evrim mekanizmalarıyla asla açıklanamadığını düşünmezler.
Darwinistler, pıhtılaşmayı sağlayan 20 çeşit enzimin görev alma sırasını belirleyen yöneticinin kim olduğunu, şuursuz atomların bu hayati sıralamayı kendi başlarına yapamayacaklarını ve bu sorunun cevabını Darwinist açıklamalarda asla bulamayacaklarını düşünmezler.
Darwinistler, kandaki taşıyıcı proteinlerin vücuttaki diğer yüzlerce çeşit hücrenin ihtiyacı olan maddeleri paketler halinde neden taşıdığını ve bunu hangi bilinç ile yaptığını düşünmezler.
Darwinistler, kan hücrelerinin, vücuda giren oksijen moleküllerini tanıyarak özel olarak ayırt edip seçtiklerini, bunu vücudun tüm hücrelerine taşıdıklarını, ihtiyaca göre hücrelere dağıttıklarını, böyle seçici ve bilinçli bir sistemin asla bilinçsiz tesadüflerle oluşamayacağını düşünmezler.
Kan içinde her saniye 2,5 milyon alyuvar hücresi üretilir. Bu bilinçli üretimin, şuursuz süreçlerle olması mümkün değildir.
Darwinistler, taşıyıcı kan hücresinin kemik iliğinde doğmasına rağmen insan vücudunu nasıl bu kadar iyi tanıdığını, böbreklerin ihtiyaç duyduğu maddeleri, nasıl hiçbir zaman beyne götürmediklerini ve nasıl olup da üstün bir akılla hareket etmekte olduklarını tesadüflerle açıklayamadıklarını düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerle meydana geldiğini iddia ettikleri insan bedenindeki yüz trilyon hücrenin her gün eksiksiz biçimde kontrol edilmekte olduğunu, hücrelerdeki hataların giderildiğini, ihtiyaçların karşılandığını, atıkların taşındığını ve bu sistemin hataya imkan vermeyecek şekilde son derece kontrollü gerçekleşmekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, "en ilkel canlı yapı" olarak tanımladıkları bir virüs ya da bakterinin, hiç tanımadıkları insan vücudunu etkisiz hale getirebilmek için, milyarlarca hücrenin içerisinden antikor ve lökosit adı verilen savunma sistemi elemanlarını son derece sistemli ve akılcı bir şekilde ele geçirmeyi nasıl öğrenmiş olabildiğini düşünmezler.
İnsan vücudunun ya da beyninin son 100,000 yıl içerisinde herhangi bir değişikliğe uğradığını gösteren tek bir delil yoktur. Bu başarılı ve yaygın türler için standart sayılan stasis hadisesidir, fakat (genellikle yanlış anlaşıldığı üzere) sürekli ve kademeli değişim beklentisine karşı üretilmiş garip bir istisna değildir. Bundan on beş bin yıl kadar önce Lascaux ve Altamira mağaralarında resimler çizen Cro-Magnon insanları bizleriz – bu eserlerin hayret verici zenginliği ve güzelliği de, Picasso'nun kendisiyle tıpatıp aynı beyne sahip atalarından zihinsel olarak daha ileri olmadığını çok açık sebeplerle ve sezgilerle ortaya koyuyor.36 Evrimci paleontolog Stephen Jay Gould
Darwinistler, şuursuz evrimsel süreçlerle geliştiğini iddia ettikleri insan bedeninde, tek bir kasın çalışması sonucunda oluşan ısının kasa zarar vermemesi için vücutta bir sistem olduğunu, kanın, ısı dağıtım mekanizması ile bu ısıyı vücuda dağıttığını ve böyle bir sistemin asla tesadüfen meydana gelemeyeceğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri kandaki farklı hücrelerin görevlerini nereden bildiklerini, nasıl hiçbir işlemde hata yapmadıklarını ve nasıl görevlerini bir ömür boyu aksatmadan devam ettirdiklerini düşünmezler.
Darwinistler, şuursuz tesadüflerle oluştuğunu iddia ettikleri kan içinde, her saniye 2.5 milyon alyuvar üretiminin yapılması gerektiğini, aksi takdirde kanın akışkanlığının azalması sonucunda damarların tıkanıp, kalbin çalışmasının zorlaşacağını ve bu hayati dengenin asla tesadüfi süreçler ve olaylar sonucunda gerçekleşemeyeceğini düşünmezler. (www.evrimefsanesi.com)
Darwinistler, insan gözünün retinadaki görüntüyü, saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede oluşturduğunu, görüntünün yalnızca 1 milimetrekare genişliğinde bir alanı kapladığını ve insan gözünün son teknolojiye sahip 64 adet bilgisayardan çok daha hızlı ve kullanışlı bir mekanizmaya sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, iskelet sistemindeki kemiklerin birbirlerine tam olarak uyumlu ve belirli uçlardan birbirlerine tutturulmuş kemiklerden oluştuğunu, her biri farklı fonksiyonlara sahip olan kemikler sayesinde hareket etmenin, koşmanın, yürümenin mümkün olduğunu, iskelet sistemi ile bir kere daha Allah'ın yaratma sanatının yüceliğini gözler önüne serdiğini düşünmezler.
Darwinistler, gözün ağ tabakasına ters olarak düşen ışığın, beyinde üç boyutlu ve düz bir görüntü haline getirilmesinin olağanüstü bir komplekslik ve mükemmel tasarım sergilemekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, bir insan beyninde ortalama 100 milyar nöron olduğunu, eğer bu 100 milyar nöronu her saniye birer tane olmak üzere saymak isteseydik, o zaman bütün bu sayım işleminin 3.171 yıl süreceğini, eğer bu 10 mikronluk 100 milyar nöronu tek bir çizgi haline getirebilseydik, bu uzunluğun da tam 1000 kilometre olacağını düşünmezler.
Darwinistler, insan burnunda 1000 civarında değişik koku reseptörü olduğunu, insanın bu 1000 değişik reseptörün kombinasyonlarıyla 10.000'den fazla farklı kokuyu aygılayabildiğini, bunun da burundaki muhteşem koku alma sistemiyle gerçekleştiğini düşünmezler.
Darwinistler, insan derisindeki alıcıların belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdurması ile insan cildinin kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazandığını ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başladığını, bunun da insan için ne kadar gerekli ve önemli olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tek bir cümleyi okumanın sadece birkaç saniye sürdüğünü, oysa insan vücudundaki enzimlerden sadece bir tanesi görevini yapmasa, bu cümleyi okumanın 1500 yıl süreceğini düşünmezler. (www.evrimcilerinitiraflari .com)
Enzimler, hücreleri hareketlendirip reaksiyonları başlatmak ve hızlandırmakla görevlidirler ve tek bir enzim bir reaksiyonu 1010 defa yani 10 milyar kere hızlandırabilir. Darwinistler, eğer enzimler kendi görevlerini yerine getirmeseler, siz bu cümleyi okuyana kadar sizi yaşatan pek çok reaksiyonun da devreye girmeyi bekleyeceğini ve birbirinden habersiz ve hareketsiz hücrelerin teker teker ölmeye başlayacaklarını düşünmezler.
Darwinistler, sinir uyarılarının saniyede yaklaşık 9 kilometre gibi bir hızla vücudumuzda ilerlediğini ve böylelikle birçok tehlikeden korunmuş olduğumuzu düşünmezler.
Darwinistler, 1 litre kanda 1 gramın milyonda birinden daha az sayıda hormon bulunduğunu ve sayıları bu kadar az olmasına rağmen hormonların vücudumuzun tüm hayati fonksiyonlarında yer aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, kalbimizin her gün vücudumuzda 19.308 km boyunca 36 milyar litre kan pompaladığını düşünmezler.
Darwinistler, kanın, günde yaklaşık olarak 300 kere böbreklerden geçtiğini düşünmezler.
Darwinistler, okuduğumuz her saniyede, retinamızın tıpkı bir bilgisayar gibi 10.000.000.000 (10 milyar) hesaplama gerçekleştirdiğini düşünmezler.
Darwinistler, vücudumuzun yaklaşık 5.6 litre kana sahip olduğunu, bu 5.6 litre kanın her dakika tam 3 kere vücudumuzu dolaştığını bir günde yaklaşık 19.000 km yol aldığını düşünmezler.
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık.
Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.
(İnsan Suresi, 2)
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme(duyularını) ve gönüller verdi.
(Nahl Suresi, 78)
Darwinistler, göz kırpmayı sağlayan kasın vücuttaki en hızlı kas olduğunu, bu kasın saniyede gözümüzü 5 kere kırpmamızı sağladığını bu sayede günde yaklaşık 15.000 kere göz kırptığımızı düşünmezler.
Darwinistler, ortalama ağırlıktaki bir vücudun her yanını kaplayan damarların içinde mutlaka 5 litre kanın dolaşması gerektiğini, bu miktarın bir kısmı, örneğin bir litrelik bölümü eksilirse geri kalan kanı hareket ettirmenin zorlaşacağını, eğer kan, damarları dolduramazsa bu durumda ince damarların birbirlerine yapışacağını, kan dolaşımının duracağını ve hücrelerin hızla ölmeye başlayacağını, hücrelerin oksijensizliğe dayanma sürelerinin ise sadece bir-iki dakika kadar olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, kendisi de et olan midenin, etleri sindiren asitler salgılarken, kendi kendisini sindirmemesinin nasıl mümkün olduğunu ve bunun tesadüf iddiası ile bağdaşmadığını düşünmezler.
Darwinistler, karaciğerin tek bir hücresinde birbirinden karmaşık 500 farklı işlemin gerçekleştirildiğini, milisaniyeler içinde kusursuz aşamalarla gerçekleşen bu işlemlerin büyük bir bölümünün laboratuvar koşullarında dahi taklit edilemezken, tesadüflerle gerçekleşmesinin imkansız olduğunu düşünmezler.
Bir insanın bir buçuk kilo ağırlığındaki beyni, bildiğimiz kadarıyla evrendeki en düzenli ve kompleks ayarlamadır.37 Biyokimyager ve bilim yazarı Isaac Asimov
Darwinistler, canlı vücudundaki gereksiz, hatalı veya hastalıklı hücrelerin kendi kendilerini öldürdüklerini, bazı ölen hücrelerin diğer hücreler tarafından hala işe yaradıkları için özellikle temizlenmediklerini, şuursuz hücrelerin akıllı birer varlık gibi hangi ölü hücreleri yok ederek hangilerini bırakacaklarına ne şekilde karar verdiklerini düşünmezler.
Darwinistler, hipofiz bezi adı verilen nohut büyüklüğündeki, küçük, pembe renkli bir et parçasının vücudumuzdaki tüm hormonları ve hormonal sistemi kontrol ettiğini düşünmezler.
Darwinistler, hipofiz bezinden salgılanan büyüme hormonunun, trilyonlarca hücrenin bir düzen içinde bölünmelerini ve büyümelerini kontrol ettiğini, bedenin ve tüm organların hangi aşamaya geldiğinde büyümelerinin durması gerektiğine yine bu küçük et parçasının karar verdiğini düşünmezler.
Darwinistler, anne sütünün yeni doğmuş bebeğin tüm ihtiyaçlarını karşıladığını, bebek maması üreten şirketlerin anne sütünün bir benzerini hala üretemediklerini düşünmezler.
Darwinistler, hipotalamusta bulunan algılayıcı hücrelerin yirmi dört saat boyunca vücuttaki su miktarını kontrol ettiklerini, eğer bir düşüş tespit ederlerse hemen buna önlem aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, gözün tesadüfen meydana geldiğini öne sürerken indirgenemez komplekslikte bir organ olduğunu ve 40 temel parçasının hepsinin bir arada var olmadan ve uyum içinde çalışmadan gözün işlevini yerine getiremediğini, bunun da evrim teorisinin en temel iddialarını ortadan kaldırdığını düşünmezler.
Darwinistler, insan gözünün en gelişmiş kameradan çok daha gelişmiş bir görüntü ve netlik sağladığını düşünmezler.
Darwinistler, insan beynindeki her bir nöronun diğer nöronlarla binden 10 bine kadar bağlantı yaptıklarını (sinaps), bunun bir nöronun aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir anlamına geldiğini düşünmezler. Darwinistler, insan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğunu ve bunun da yaklaşık 1.000.000.000.000.000 haberleşme demek olduğunu, bunun tesadüfen oluşmasının imkansız olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, dünyanın en hızlı insan yapımı bilgisayarları ortalama olarak saniyede 109 işlem yaparken, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri beynin hızının aynı işlem için 1015 olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerin, hayranlık uyandırıcı bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmelerinin kesinlikle imkansız olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, savunma sistemi hücrelerinin "antijen" adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddelere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalıştıklarını, bu antikorların sahip oldukları en önemli özelliğin doğada var olan yüz binlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleri olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunduğunu düşünmezler.
Darwinistler, antikorların yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebildiklerini düşünmezler.
Darwinistler, insanın sahip olduğu böbreklerin, yaklaşık 10 cm büyüklüğünde, 100 gram ağırlığında olduğunu; bedenimizin yaklaşık 1 milyondan fazla mikro arıtma tesisini bu 10 cm içinde barındırdığını ve bize hayat veren her şeyi taşıyan kanın, bu mikro arıtma tesislerinde sürekli olarak temizlendiğini düşünmezler.
Darwinistler, insanların dev makineler ve teknolojiler kullanmalarına rağmen, böbreklerin muhteşem sisteminin bir taklidini bile yapamadıklarını düşünmezler.
İnsanlığın temel ırklarına baktığımızda, hiçbir yardım almadan, açıkça görülebilen pek çok farklılık buluruz. … Bütün bu farklılıkların genetik olarak belirlendiği büyük bir ihtimaldir ama bunlar basit bir şekilde belirlenmemişlerdir. Örneğin, deri rengi söz konusu olduğunda, pigmentasyon varyasyonunu sağlayan en az dört gen farklılığı bulunmaktadır.38 Evrimci genetikçi Luigi Luca Cavalli-Sforza
Darwinistler, insan vücudunda, ne zaman hücre üretilmesi ne zaman hücrenin yok edilmesi gerektiğinin insanın iradesi ve bilgisi dışında kusursuz bir zamanlama ve düzen içinde işlediğini düşünmezler.
Darwinistler, sinirler arası sıvıda yüzerek elektron taşıyan enzimler, günün birinde mesajı ilgili yere götürmek yerine, rastgele dağıtmaya karar verseler, beyindeki bu karmaşanın tüm algı sistemini altüst edeceğini dış dünya ile olan bağlantıyı felce uğratacağını düşünmezler.
Darwinistler, kemikte yer alan osteoklast isimli hücrelerin kemiğin biçimini ve boyunu değiştirmeleri, kemik yüzeyindeki çıkıntıları küçültmeleri, osteoklast kemikte yıkımlara yol açarken osteoblast hücrelerinin de iskeleti oluşturmak üzere kemik üretmeye başlamaları gibi kusursuz bir düzenin her insan bedeninde mükemmel şekilde gerçekleşmekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, şuursuz tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia ettikleri kemik hücrelerinin vücuttaki her kemik parçasının sertliğini, uzunluğunu, şeklini, girinti ve çıkıntılarını, birbirleriyle kesişeceği yerleri inşa eden hücreler olduğunu ve hiçbir zaman hata yapmadıkları gerçeğini düşünmezler.
Darwinistler, insanın gelişiminin bir ölçü ile olması, boyun uzaması, el ve ayakların belli oranda büyümesi ve gerekli ölçüye ulaştığında her birinin durmaya karar vermesi gibi bilinçli bir sistemin asla bilinçsiz süreçlerle oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, gözle görülemeyen moleküllerin insanı yaşatmak için durmaksızın çalıştıklarını düşünemezler.
Darwinistler, insanın milyonlarca ansiklopedi sayfasına sığacak kadar bilgiyi barındıran DNA molekülünün, fosfor, karbon, azot, hidrojen ve oksijen gibi şuursuz atomlardan oluştuğunu düşünmezler.
Darwinistler; vücutta günde 260-400 milyar kadar kan hücresi üretildiğini, ana merkez olan kemik iliğinde gerçekleşen bu üretimin, "kök hücre" adı verilen özel bir hücrenin değişik bölünme yeteneklerine bağlı olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfler sonucu oluştuğunu söyledikleri kanın, günümüzün en ileri teknolojilerinin kullanıldığı laboratuvarlarda bile bir benzerinin oluşturulamadığını düşünmezler.
Darwinistler, kanın pıhtılaşması sayesinde, hasara uğrayan bir damarda meydana gelebilecek olan kan kaybının en aza indirilmiş olduğunu, eğer pıhtılaşma olmasaydı en ufak bir yaralanmanın bile ölümle sonuçlanabileceğini düşünmezler.
Darwinistler, kanı pıhtılaştıran protein olan trombinin, kanın içinde dolaşmasına rağmen geçtiği yerleri nasıl olup da pıhtılaştırmadığını düşünmezler.
Ey insan, ‘üstün kerem sahibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?
(İnfitar Suresi, 6)
Ki O, seni yarattı, ‘sana bir düzen içinde biçim verdi’ ve seni bir itidal üzere kıldı.
(İntifar Suresi, 7)
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak’tan (asılı tutunan şeyden) yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
(Alak Suresi, 1-3)
Darwinistler, insan bedeninin tek bir adım atmak için bile ayak ve sırtta bulunan 54 kasın aynı anda çalışmasını gerektiren mükemmel bir sisteme sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, soluduğumuz havada çok sayıda zararlı madde ve mikrop bulunduğunu, nefes borusundaki tüycükler sayesinde bunların birçoğundan korunduğumuzu düşünmezler.
Darwinistler, vücuttaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücrenin, temelde aynı mekanizmalara sahip olmalarına rağmen, çok farklı görevleri olduğunu, örneğin bir karaciğer hücresi milisaniyeler (saniyenin binde biri) içinde 500 farklı kimyasal işlem gerçekleştirirken, bir kalp hücresinin ömür boyu elektrik üretmesindeki olağanüstülüğü düşünmezler.
Darwinistler, midenin besinleri sindirirken yaptığı çalkalama hareketleri esnasında bağırsaklara sürtünmekten korunabilmesi için dış dokusunda "periton" isimli bir zar olduğunu ve bu zarın salgıladığı kaygan sıvının, mide ve bağırsaklara "dıştan yağlama" olarak nitelendirilecek bir işlem yaparak bu organların kayganlaşmasını sağladığını ve böylece söz konusu organların çalışırken birbirlerine sürtünerek zarar görmelerinin önlenebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, kalbin günde 8000 litre kan pompaladığını, uyurken bile yetişkin bir insanın kalbinin saatte 340 litre kan pompalayabildiğini düşünmezler.
Darwinistler, her insanın vücudunda bulunan 5 ila 6 litre arası kanın ortalama vücut ağırlığının %7-8'ini oluşturduğunu, kanın içinde bulunan hücrelerin yan yana dizildikleri takdirde 96.500 km'lik bir çizgi oluşturabileceğini ve bunun Dünya'nın çevresini iki kez dolaşmaya yeteceğini düşünmezler.
Darwinistler, kemik iliğinde üretilen her on bin hücreden sadece bir tanesinin kök hücre özelliği taşıdığını, bu özel hücrenin görünüşte diğer hücrelerden hiçbir farkı olmamasına rağmen vücut içindeki ihtiyaçları belirleyerek farklı hücreler meydana getirebilme üstünlüğüne sahip olduğunu, oluşturdukları bu yeni hücrelerin vücut içinde hasara uğramış hücrelerin yerini nasıl aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, insan elinin su içmekten araba kullanmaya, yazı yazmaktan dikiş dikmeye kadar sayısız fonksiyonu yerine getiren mekanizmasının, 27 kemik ve bunlara yön veren mükemmel bir kas ve sinir sistemiyle donatıldığını, bir insanın hayatı boyunca elini en az 25 milyon kez açıp kapadığını ve böyle bir mekanizmanın yapay olarak bile oluşturulamadığını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin doğumdan ölüme kadar hiç durmadan kan pompaladığını ve bu pompanın vücudumuzun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kendi elektrik sistemini kullanarak çalışmaya başladığını, bir saatlik sürede orta büyüklükteki bir arabayı, yerden yaklaşık 1 m. yüksekliğe kaldırabilecek kadar enerjiyi nasıl ürettiğini düşünmezler.
Darwinistler, insan daha anne karnında küçük bir cenin iken kalbin birden nasıl atmaya başladığını, bu andan itibaren bir dakika bile dinlenmeksizin kasılıp gevşeyerek kanın vücutta dolaşmasını sağladığını, hayatımızın her anında bilgimiz, irademiz ve kontrolümüz dışında bizim için kan pompaladığını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin dış tabakasında, bu organın rahat çalışması ve darbelerden korunması için iki katlı bir zarın bulunduğunu, bu zarların arasının kaygan bir sıvıyla kaplı olduğunu ve kalbin bu sayede ömür boyu durmaksızın kasılıp gevşeyebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, kalbi oluşturan parçalardan birinin dahi kendi kendine oluşmasının kesinlikle mümkün olmadığını ve dolaşım sistemi olmayan, pompalayacak kanı bulamayan bir kalbin ne kadar mükemmel özelliklere sahip olursa olsun hiçbir işleve sahip olamayacağını düşünmezler. Yine Darwinistlerin kendi iddialarına göre işlevi olmayan bir organın ortadan kalkması gerektiğini dolayısıyla kalp gibi kompleks bir organın hiçbir şekilde tüm özellikleriyle tesadüfen oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin kasılması için elektrik sinyaline ihtiyaç olduğunu, kasılmayı sağlayan hücrelerin elektrik olmadan çalışamayacaklarını, gerekli elektriği bir et parçası olan kalbin nasıl üretebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, keratin proteininin, saç ve tırnak gibi birbirinden tamamen farklı özelliklerde olan yapıları yaşam boyunca sürekli olarak nasıl oluşturabildiğini ve nasıl hiç hata yapmadığını düşünmezler.
Darwinistler, pürüzsüz ve esneyebilir yapıdaki insan derisi ile sert ve dayanıklı kemikleri aynı anda oluşturan kolajen isimli bir proteinin, tesadüfen oluştuğunu iddia ederken, bu proteinin insanın tam ihtiyacı olacak bölgelerde adeta bilinçli bir şekilde gerektiği gibi şekillenmekte olduğunu ve kimi yerlerde deriyi kimi yerlerde ise kemiği oluşturabildiğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerle geliştiğini iddia ettikleri beynin, hiçbir sinir birbirine karışmadan, hiçbir aksaklık olmadan nasıl işlevini sürdürmeyi başardığını düşünmezler.
Darwinistler, rastgele hareket ettiğini iddia ettikleri atomun gözyaşı bezini nasıl oluşturduğunu düşünmezler.
Darwinistler, bilinçsiz süreçlerle oluştuğunu iddia ettikleri kaşın uzadıktan sonra bilinçli şekilde durma kararını nasıl aldığını düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri kirpiklerin, belli bir boydan sonra adeta bilinçli bir şekilde uzamayı durdurduğunu, buna rağmen saçların ise hangi bilinçle uzamaya devam ettiğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri bir bedenin neden beyne, göze, kemik sistemine, eklemlere ihtiyaç duyduğunu, hücre çekirdeğine, mitokondriye, DNA'ya nasıl sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, damar dokularını anlatan ve içinde bol bol Latince terimlerin bulunduğu konuşmalar yapabilir, kitaplar yazabilirler, ancak bu hücrelerin nasıl bir düzen içinde bir araya geldikleri sorusunun cevabını hiçbir zaman veremez ve bu konuyu düşünmezler.
Darwinistler, midedeki bir takım hücreler besinleri parçalamak için asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücrelerin de yapışkan bir sıvı salgıladığını, mukus adı verilen bu sıvının midenin yüzeyini örterek mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi koruduğunu ve enzimlerin mideye zarar vermesini engellediğini düşünmezler.
Darwinistler, tıraş bıçağını tahrip edebilecek güçte olan mide asitlerinin mideyi çok kısa bir süre içinde tahrip edeceğinden, bu maddenin değil milyonlarca yıl, 2–3 gün hatta daha kısa bir süre için bile midede beklemesinin imkansız olduğunu, asidin ve mideyi asitten koruyacak mukusun beraber var olmaları gerektiğini düşünmezler.
Boş midenin içinde "pepsinojen" isimli, sindirme özelliği olmayan bir enzim bulunur. Ancak mideye besinlerin gelişiyle birlikte, mide hücreleri HCL (hidroklorik) asit salgılamaya başlar. Bu sıvı boş midede bulunan pepsinojenin yapısını aniden değiştirir ve bunu "pepsin" isimli, çok güçlü bir parçalayıcı enzime dönüştürür. Bu da midedeki besinleri hemen parçalar. Darwinistler, mide boşken tamamen zararsız olan bir sıvının, midenin dolmasıyla birlikte çok güçlü bir parçalayıcıya dönüşmesinin bilinçsiz tesadüflerle ortaya çıkamayacağını düşünmezler. (www.evrimefsanesi.com)
Darwinistler, midenin en dış yüzeyini kaplayan periton isimli zarın salgıladığı kaygan sıvının mide ve bağırsaklara "dıştan yağlama" olarak nitelendirilecek bir işlem yaparak bu organların kayganlaşmasını ve böylece çalışırken birbirlerine sürtünerek zarar görmelerini önlediğini düşünmezler.
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak’tan (asılı tutunan şeyden) yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
(Alak Suresi, 1-3)
Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O’na varacaksın.
(İnşikak Suresi, 6)
Darwinistler, incebağırsağın küçük bir bölgesinde, var oldukları süre boyunca yalnızca B-12 vitaminini yakalamakla görevlendirilmiş özel bir hücre grubunun trilyonlarca molekül içinden B-12 vitaminini ayırt edip yakalayarak, bunların kan dolaşımına geçmesini sağladıklarını, böylece kan yapımı için kemik iliğine ulaşmalarına vesile olduklarını, gözleri, elleri veya bir beyni olmayan bu bağırsak hücrelerinin B-12 vitamininin insan vücudu için taşıdığı önemi nasıl bilip, bunu trilyonlarca molekül arasından seçip ayırabildiklerini düşünmezler. (www.insanmucizesi.com)
Darwinistler, karaciğerin, midenin yağları parçalamadığını bilir gibi hareket ettiğini, bu nedenle safra isimli bir salgı üreterek yağlı besinler ince bağırsağa ulaştıkları anda, en doğru zamanda, en doğru yere yağları parçalayacak bu özel sıvıyı salgıladığını düşünmezler.
Darwinistler, göze renk veren melaninin, retinanın dokusuna uygun olmayan, ona zarar verecek farklı renkleri de filtre ederek ekstra bir koruma sağladığını, melaninin bunu nasıl yapmaya karar verdiğini düşünmezler.
Dipnotlar
31. Sözler Bediüzzaman’ın 24. Söz’ün 2. dalında s. 354
32. Sözler 33. söz
33. Sözler 517
34. Sözler 7. bühran 258 (22. söz)
35. Sözler 10. Söz s. 77
36. Stephen Jay Gould, Life’s Grandeur, Vintage, Londra, 1996, s. 220
37. Smithsonian Journal, Haziran 1970, sf. 10
38. L. L. Cavalli-Sforza, “The Genetics of Human Populations,” Scientific American, Vol. 231, Eylül, 1974, s. 85, http://www.icr.org/ index.php?module=articles&a ction=view&ID=74
Kan içinde her saniye 2,5 milyon alyuvar hücresi üretilir. Bu bilinçli üretimin, şuursuz süreçlerle olması mümkün değildir.
… işte bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat'i (kesin olarak) gösterir ki, şu saray-ı acibin (hayret verici saray) ustasına; yani, şu garip alemin sahibine her şey musahhardır (itaatkardır). Her şey O'nun hesabına çalışır. Her şey O'na bir emirber (emir alan) nefer (asker) hükmündedir. Her şey O'nun kuvvetiyle döner. Her şey O'nun hikmetiyle tanzim olur. Her şey O'nun keremiyle (lütfuyla) muavenet (yardım) eder. Her şey O'nun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!34 Bediüzzaman Said Nursi
Darwinistler, parmak ucunda yükselme hareketi yapılırken dokulara, damarlara ve kaslara hiçbir zarar vermeden hidrolik bir kriko görevi gören ayakların tesadüfen oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, internet teknolojisinin veya basit bir telefon santral sisteminin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bildikleri halde, beyindeki gibi olağanüstü komplekslikteki sistemin oluşmasının tesadüflerle açıklanamayacağını düşünmezler.
Tesadüflerin birbiri üzerine eklenerek bir organizma var ettiğini öne süren Darwinistler, ancak tüm organları birden var olduğunda çalışabilen insan vücudunun kusursuz işleyişi üzerinde düşünmezler.
Darwinistler, sürekli kanın içinde dolaşmasına rağmen, sadece damarlardan birinde kanama olduğunda harekete geçip pıhtılaşmayı sağlayan trombin proteininin rastgele değişimler sonucu meydana geldiğini iddia etmenin akıl dışı olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tıraş bıçağını dahi tahrip edebilecek kadar güçlü olan mide asitlerinin, midenin kendisine nasıl olup da zarar vermediğini düşünmezler.
Darwinistler, anne karnında ortak bir ana hücreden çoğalarak meydana gelen hücrelerin, bölünme süreci içinde zamanla farklılaşıp ayrı ayrı dokuları, organları oluşturduğunu; dolayısıyla tek bir hücreden insanın burnunun, elinin, böbreğinin oluştuğunu ve bu organları oluşturan hücrelerin gerektiği kadar çoğalıp, tam bir el oluştuğunda veya düzgün bir burun oluştuğunda çoğalmayı durdurduklarını düşünmezler.
Darwinistler, anne karnındaki gelişme sırasında milyarlarca hücrenin her birinin kendisine ait olan yere yerleştiklerini, örneğin beyin hücrelerinin aralarındaki gerekli bilgi iletişimini sağlayacak şekilde yaklaşık 120 trilyon elektrik bağlantısı kurduklarını, bu mükemmel elektronik donanımda tek bir hata yapmadıklarını düşünmezler.
Darwinistler, insan bedenindeki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğunun 950 km'yi bulduğunu, bu damarların en incelerinden 10.000 tanesi yan yana getirildiğinde ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmını doldurabileceklerini ve bu daracık kanallardan bir ömür boyu kan akmasını bilinçsiz tesadüflerin asla gerçekleştiremeyeceğini, bunun Allah'ın yüceliğinin apaçık bir delili olduğunu düşünmezler. (www.yaratilismuzesi.com)
Darwinistler, bu cümleyi okurlarken gözlerinin yaklaşık 100 milyar işlem yaptığını ve dünyanın en mükemmel sistemlerinden birine Allah'ın dilemesi ve rahmeti ile sahip olduklarını düşünmezler.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden (dünyayı canlandıran) ve o ihya içinde her biri beşer haşri (toplanması) gibi acib (acayip) , üçyüz binden ziyade enva-ı mahlukatı (çeşitli canlıları) haşr ü neşredip (yayarak) kudretini gösteren ve o haşr ü neşr içinde nihayet (sonsuz) derecede karışık ve ihtilat (farklılık) içinde, nihayet derecede imtiyaz (ayrıcalık) ve tefrik (ayırım) ile ihata-i ilmiyesini (ilmen her şeyi kuşattığını) gösteren ve bütün semavî (gökyüzü ile ilgili) fermanlarıyla (emirleriyle) beşerin haşrini (toplanmasını) va'detmekle bütün ibadının (bütün kullarının) enzarını (nazarını) saadet-i ebediyeye (ebedi mutluluğa) çeviren ve bütün mevcudatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla azamet-i rububiyetini (Allah'ın terbiye edicilik sıfatının büyüklüğünü) gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın (kainat ağacının) en câmi' (pek çok anlamları ve gerçekleri içinde toplayan) ve en nazik ve en nazenin (ince), en nazdar (nazlı), en niyazdar (dua eden) bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab (hitab) ittihaz ederek (kabul ederek) her şeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm (her şeye gücü yeten mutlak merhamet sahibi Allah), bir Alîm-i Hakîm (her şeyi bilen ve her şeyi hikmetle yaratan Allah), kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin (insanı diriltmek) veya edemesin? Mahkeme-i Kübrayı (ahirette hesap vermek) açamasın? Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ (asla)!..35 Bediüzzaman Said Nursi
Darwinistler, küçücük bir çizikten dolayı insan parmağından sızan bir damla kanın içinde yaklaşık 250 milyon alyuvar, 400 bin akyuvar ve milyonlarca trombosit olduğunu, kanın özelliklerine sahip molekülleri üretmenin ve onları bir arada işlevsel kılmanın büyük bir mucize olduğunu, kanı en ince detayına kadar Allah'ın kusursuzca yarattığını düşünmezler.
Darwinistler, insanın bir yeri kesildiğinde kanının pıhtılaşabilmesi ve insanın kan kaybından ölmemesi için gerekli olan 20 farklı enzimin aynı anda var olması gerektiğini ve bunun hayali evrim mekanizmalarıyla asla açıklanamadığını düşünmezler.
Darwinistler, pıhtılaşmayı sağlayan 20 çeşit enzimin görev alma sırasını belirleyen yöneticinin kim olduğunu, şuursuz atomların bu hayati sıralamayı kendi başlarına yapamayacaklarını ve bu sorunun cevabını Darwinist açıklamalarda asla bulamayacaklarını düşünmezler.
Darwinistler, kandaki taşıyıcı proteinlerin vücuttaki diğer yüzlerce çeşit hücrenin ihtiyacı olan maddeleri paketler halinde neden taşıdığını ve bunu hangi bilinç ile yaptığını düşünmezler.
Darwinistler, kan hücrelerinin, vücuda giren oksijen moleküllerini tanıyarak özel olarak ayırt edip seçtiklerini, bunu vücudun tüm hücrelerine taşıdıklarını, ihtiyaca göre hücrelere dağıttıklarını, böyle seçici ve bilinçli bir sistemin asla bilinçsiz tesadüflerle oluşamayacağını düşünmezler.
Kan içinde her saniye 2,5 milyon alyuvar hücresi üretilir. Bu bilinçli üretimin, şuursuz süreçlerle olması mümkün değildir.
Darwinistler, taşıyıcı kan hücresinin kemik iliğinde doğmasına rağmen insan vücudunu nasıl bu kadar iyi tanıdığını, böbreklerin ihtiyaç duyduğu maddeleri, nasıl hiçbir zaman beyne götürmediklerini ve nasıl olup da üstün bir akılla hareket etmekte olduklarını tesadüflerle açıklayamadıklarını düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerle meydana geldiğini iddia ettikleri insan bedenindeki yüz trilyon hücrenin her gün eksiksiz biçimde kontrol edilmekte olduğunu, hücrelerdeki hataların giderildiğini, ihtiyaçların karşılandığını, atıkların taşındığını ve bu sistemin hataya imkan vermeyecek şekilde son derece kontrollü gerçekleşmekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, "en ilkel canlı yapı" olarak tanımladıkları bir virüs ya da bakterinin, hiç tanımadıkları insan vücudunu etkisiz hale getirebilmek için, milyarlarca hücrenin içerisinden antikor ve lökosit adı verilen savunma sistemi elemanlarını son derece sistemli ve akılcı bir şekilde ele geçirmeyi nasıl öğrenmiş olabildiğini düşünmezler.
İnsan vücudunun ya da beyninin son 100,000 yıl içerisinde herhangi bir değişikliğe uğradığını gösteren tek bir delil yoktur. Bu başarılı ve yaygın türler için standart sayılan stasis hadisesidir, fakat (genellikle yanlış anlaşıldığı üzere) sürekli ve kademeli değişim beklentisine karşı üretilmiş garip bir istisna değildir. Bundan on beş bin yıl kadar önce Lascaux ve Altamira mağaralarında resimler çizen Cro-Magnon insanları bizleriz – bu eserlerin hayret verici zenginliği ve güzelliği de, Picasso'nun kendisiyle tıpatıp aynı beyne sahip atalarından zihinsel olarak daha ileri olmadığını çok açık sebeplerle ve sezgilerle ortaya koyuyor.36 Evrimci paleontolog Stephen Jay Gould
Darwinistler, şuursuz evrimsel süreçlerle geliştiğini iddia ettikleri insan bedeninde, tek bir kasın çalışması sonucunda oluşan ısının kasa zarar vermemesi için vücutta bir sistem olduğunu, kanın, ısı dağıtım mekanizması ile bu ısıyı vücuda dağıttığını ve böyle bir sistemin asla tesadüfen meydana gelemeyeceğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri kandaki farklı hücrelerin görevlerini nereden bildiklerini, nasıl hiçbir işlemde hata yapmadıklarını ve nasıl görevlerini bir ömür boyu aksatmadan devam ettirdiklerini düşünmezler.
Darwinistler, şuursuz tesadüflerle oluştuğunu iddia ettikleri kan içinde, her saniye 2.5 milyon alyuvar üretiminin yapılması gerektiğini, aksi takdirde kanın akışkanlığının azalması sonucunda damarların tıkanıp, kalbin çalışmasının zorlaşacağını ve bu hayati dengenin asla tesadüfi süreçler ve olaylar sonucunda gerçekleşemeyeceğini düşünmezler. (www.evrimefsanesi.com)
Darwinistler, insan gözünün retinadaki görüntüyü, saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede oluşturduğunu, görüntünün yalnızca 1 milimetrekare genişliğinde bir alanı kapladığını ve insan gözünün son teknolojiye sahip 64 adet bilgisayardan çok daha hızlı ve kullanışlı bir mekanizmaya sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, iskelet sistemindeki kemiklerin birbirlerine tam olarak uyumlu ve belirli uçlardan birbirlerine tutturulmuş kemiklerden oluştuğunu, her biri farklı fonksiyonlara sahip olan kemikler sayesinde hareket etmenin, koşmanın, yürümenin mümkün olduğunu, iskelet sistemi ile bir kere daha Allah'ın yaratma sanatının yüceliğini gözler önüne serdiğini düşünmezler.
Darwinistler, gözün ağ tabakasına ters olarak düşen ışığın, beyinde üç boyutlu ve düz bir görüntü haline getirilmesinin olağanüstü bir komplekslik ve mükemmel tasarım sergilemekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, bir insan beyninde ortalama 100 milyar nöron olduğunu, eğer bu 100 milyar nöronu her saniye birer tane olmak üzere saymak isteseydik, o zaman bütün bu sayım işleminin 3.171 yıl süreceğini, eğer bu 10 mikronluk 100 milyar nöronu tek bir çizgi haline getirebilseydik, bu uzunluğun da tam 1000 kilometre olacağını düşünmezler.
Darwinistler, insan burnunda 1000 civarında değişik koku reseptörü olduğunu, insanın bu 1000 değişik reseptörün kombinasyonlarıyla 10.000'den fazla farklı kokuyu aygılayabildiğini, bunun da burundaki muhteşem koku alma sistemiyle gerçekleştiğini düşünmezler.
Darwinistler, insan derisindeki alıcıların belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdurması ile insan cildinin kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazandığını ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başladığını, bunun da insan için ne kadar gerekli ve önemli olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tek bir cümleyi okumanın sadece birkaç saniye sürdüğünü, oysa insan vücudundaki enzimlerden sadece bir tanesi görevini yapmasa, bu cümleyi okumanın 1500 yıl süreceğini düşünmezler. (www.evrimcilerinitiraflari
Enzimler, hücreleri hareketlendirip reaksiyonları başlatmak ve hızlandırmakla görevlidirler ve tek bir enzim bir reaksiyonu 1010 defa yani 10 milyar kere hızlandırabilir. Darwinistler, eğer enzimler kendi görevlerini yerine getirmeseler, siz bu cümleyi okuyana kadar sizi yaşatan pek çok reaksiyonun da devreye girmeyi bekleyeceğini ve birbirinden habersiz ve hareketsiz hücrelerin teker teker ölmeye başlayacaklarını düşünmezler.
Darwinistler, sinir uyarılarının saniyede yaklaşık 9 kilometre gibi bir hızla vücudumuzda ilerlediğini ve böylelikle birçok tehlikeden korunmuş olduğumuzu düşünmezler.
Darwinistler, 1 litre kanda 1 gramın milyonda birinden daha az sayıda hormon bulunduğunu ve sayıları bu kadar az olmasına rağmen hormonların vücudumuzun tüm hayati fonksiyonlarında yer aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, kalbimizin her gün vücudumuzda 19.308 km boyunca 36 milyar litre kan pompaladığını düşünmezler.
Darwinistler, kanın, günde yaklaşık olarak 300 kere böbreklerden geçtiğini düşünmezler.
Darwinistler, okuduğumuz her saniyede, retinamızın tıpkı bir bilgisayar gibi 10.000.000.000 (10 milyar) hesaplama gerçekleştirdiğini düşünmezler.
Darwinistler, vücudumuzun yaklaşık 5.6 litre kana sahip olduğunu, bu 5.6 litre kanın her dakika tam 3 kere vücudumuzu dolaştığını bir günde yaklaşık 19.000 km yol aldığını düşünmezler.
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık.
Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.
(İnsan Suresi, 2)
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme(duyularını) ve gönüller verdi.
(Nahl Suresi, 78)
Darwinistler, göz kırpmayı sağlayan kasın vücuttaki en hızlı kas olduğunu, bu kasın saniyede gözümüzü 5 kere kırpmamızı sağladığını bu sayede günde yaklaşık 15.000 kere göz kırptığımızı düşünmezler.
Darwinistler, ortalama ağırlıktaki bir vücudun her yanını kaplayan damarların içinde mutlaka 5 litre kanın dolaşması gerektiğini, bu miktarın bir kısmı, örneğin bir litrelik bölümü eksilirse geri kalan kanı hareket ettirmenin zorlaşacağını, eğer kan, damarları dolduramazsa bu durumda ince damarların birbirlerine yapışacağını, kan dolaşımının duracağını ve hücrelerin hızla ölmeye başlayacağını, hücrelerin oksijensizliğe dayanma sürelerinin ise sadece bir-iki dakika kadar olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, kendisi de et olan midenin, etleri sindiren asitler salgılarken, kendi kendisini sindirmemesinin nasıl mümkün olduğunu ve bunun tesadüf iddiası ile bağdaşmadığını düşünmezler.
Darwinistler, karaciğerin tek bir hücresinde birbirinden karmaşık 500 farklı işlemin gerçekleştirildiğini, milisaniyeler içinde kusursuz aşamalarla gerçekleşen bu işlemlerin büyük bir bölümünün laboratuvar koşullarında dahi taklit edilemezken, tesadüflerle gerçekleşmesinin imkansız olduğunu düşünmezler.
Bir insanın bir buçuk kilo ağırlığındaki beyni, bildiğimiz kadarıyla evrendeki en düzenli ve kompleks ayarlamadır.37 Biyokimyager ve bilim yazarı Isaac Asimov
Darwinistler, canlı vücudundaki gereksiz, hatalı veya hastalıklı hücrelerin kendi kendilerini öldürdüklerini, bazı ölen hücrelerin diğer hücreler tarafından hala işe yaradıkları için özellikle temizlenmediklerini, şuursuz hücrelerin akıllı birer varlık gibi hangi ölü hücreleri yok ederek hangilerini bırakacaklarına ne şekilde karar verdiklerini düşünmezler.
Darwinistler, hipofiz bezi adı verilen nohut büyüklüğündeki, küçük, pembe renkli bir et parçasının vücudumuzdaki tüm hormonları ve hormonal sistemi kontrol ettiğini düşünmezler.
Darwinistler, hipofiz bezinden salgılanan büyüme hormonunun, trilyonlarca hücrenin bir düzen içinde bölünmelerini ve büyümelerini kontrol ettiğini, bedenin ve tüm organların hangi aşamaya geldiğinde büyümelerinin durması gerektiğine yine bu küçük et parçasının karar verdiğini düşünmezler.
Darwinistler, anne sütünün yeni doğmuş bebeğin tüm ihtiyaçlarını karşıladığını, bebek maması üreten şirketlerin anne sütünün bir benzerini hala üretemediklerini düşünmezler.
Darwinistler, hipotalamusta bulunan algılayıcı hücrelerin yirmi dört saat boyunca vücuttaki su miktarını kontrol ettiklerini, eğer bir düşüş tespit ederlerse hemen buna önlem aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, gözün tesadüfen meydana geldiğini öne sürerken indirgenemez komplekslikte bir organ olduğunu ve 40 temel parçasının hepsinin bir arada var olmadan ve uyum içinde çalışmadan gözün işlevini yerine getiremediğini, bunun da evrim teorisinin en temel iddialarını ortadan kaldırdığını düşünmezler.
Darwinistler, insan gözünün en gelişmiş kameradan çok daha gelişmiş bir görüntü ve netlik sağladığını düşünmezler.
Darwinistler, insan beynindeki her bir nöronun diğer nöronlarla binden 10 bine kadar bağlantı yaptıklarını (sinaps), bunun bir nöronun aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir anlamına geldiğini düşünmezler. Darwinistler, insan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğunu ve bunun da yaklaşık 1.000.000.000.000.000 haberleşme demek olduğunu, bunun tesadüfen oluşmasının imkansız olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, dünyanın en hızlı insan yapımı bilgisayarları ortalama olarak saniyede 109 işlem yaparken, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri beynin hızının aynı işlem için 1015 olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerin, hayranlık uyandırıcı bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmelerinin kesinlikle imkansız olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, savunma sistemi hücrelerinin "antijen" adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddelere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalıştıklarını, bu antikorların sahip oldukları en önemli özelliğin doğada var olan yüz binlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleri olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunduğunu düşünmezler.
Darwinistler, antikorların yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebildiklerini düşünmezler.
Darwinistler, insanın sahip olduğu böbreklerin, yaklaşık 10 cm büyüklüğünde, 100 gram ağırlığında olduğunu; bedenimizin yaklaşık 1 milyondan fazla mikro arıtma tesisini bu 10 cm içinde barındırdığını ve bize hayat veren her şeyi taşıyan kanın, bu mikro arıtma tesislerinde sürekli olarak temizlendiğini düşünmezler.
Darwinistler, insanların dev makineler ve teknolojiler kullanmalarına rağmen, böbreklerin muhteşem sisteminin bir taklidini bile yapamadıklarını düşünmezler.
İnsanlığın temel ırklarına baktığımızda, hiçbir yardım almadan, açıkça görülebilen pek çok farklılık buluruz. … Bütün bu farklılıkların genetik olarak belirlendiği büyük bir ihtimaldir ama bunlar basit bir şekilde belirlenmemişlerdir. Örneğin, deri rengi söz konusu olduğunda, pigmentasyon varyasyonunu sağlayan en az dört gen farklılığı bulunmaktadır.38 Evrimci genetikçi Luigi Luca Cavalli-Sforza
Darwinistler, insan vücudunda, ne zaman hücre üretilmesi ne zaman hücrenin yok edilmesi gerektiğinin insanın iradesi ve bilgisi dışında kusursuz bir zamanlama ve düzen içinde işlediğini düşünmezler.
Darwinistler, sinirler arası sıvıda yüzerek elektron taşıyan enzimler, günün birinde mesajı ilgili yere götürmek yerine, rastgele dağıtmaya karar verseler, beyindeki bu karmaşanın tüm algı sistemini altüst edeceğini dış dünya ile olan bağlantıyı felce uğratacağını düşünmezler.
Darwinistler, kemikte yer alan osteoklast isimli hücrelerin kemiğin biçimini ve boyunu değiştirmeleri, kemik yüzeyindeki çıkıntıları küçültmeleri, osteoklast kemikte yıkımlara yol açarken osteoblast hücrelerinin de iskeleti oluşturmak üzere kemik üretmeye başlamaları gibi kusursuz bir düzenin her insan bedeninde mükemmel şekilde gerçekleşmekte olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, şuursuz tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia ettikleri kemik hücrelerinin vücuttaki her kemik parçasının sertliğini, uzunluğunu, şeklini, girinti ve çıkıntılarını, birbirleriyle kesişeceği yerleri inşa eden hücreler olduğunu ve hiçbir zaman hata yapmadıkları gerçeğini düşünmezler.
Darwinistler, insanın gelişiminin bir ölçü ile olması, boyun uzaması, el ve ayakların belli oranda büyümesi ve gerekli ölçüye ulaştığında her birinin durmaya karar vermesi gibi bilinçli bir sistemin asla bilinçsiz süreçlerle oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, gözle görülemeyen moleküllerin insanı yaşatmak için durmaksızın çalıştıklarını düşünemezler.
Darwinistler, insanın milyonlarca ansiklopedi sayfasına sığacak kadar bilgiyi barındıran DNA molekülünün, fosfor, karbon, azot, hidrojen ve oksijen gibi şuursuz atomlardan oluştuğunu düşünmezler.
Darwinistler; vücutta günde 260-400 milyar kadar kan hücresi üretildiğini, ana merkez olan kemik iliğinde gerçekleşen bu üretimin, "kök hücre" adı verilen özel bir hücrenin değişik bölünme yeteneklerine bağlı olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfler sonucu oluştuğunu söyledikleri kanın, günümüzün en ileri teknolojilerinin kullanıldığı laboratuvarlarda bile bir benzerinin oluşturulamadığını düşünmezler.
Darwinistler, kanın pıhtılaşması sayesinde, hasara uğrayan bir damarda meydana gelebilecek olan kan kaybının en aza indirilmiş olduğunu, eğer pıhtılaşma olmasaydı en ufak bir yaralanmanın bile ölümle sonuçlanabileceğini düşünmezler.
Darwinistler, kanı pıhtılaştıran protein olan trombinin, kanın içinde dolaşmasına rağmen geçtiği yerleri nasıl olup da pıhtılaştırmadığını düşünmezler.
Ey insan, ‘üstün kerem sahibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?
(İnfitar Suresi, 6)
Ki O, seni yarattı, ‘sana bir düzen içinde biçim verdi’ ve seni bir itidal üzere kıldı.
(İntifar Suresi, 7)
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak’tan (asılı tutunan şeyden) yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
(Alak Suresi, 1-3)
Darwinistler, insan bedeninin tek bir adım atmak için bile ayak ve sırtta bulunan 54 kasın aynı anda çalışmasını gerektiren mükemmel bir sisteme sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, soluduğumuz havada çok sayıda zararlı madde ve mikrop bulunduğunu, nefes borusundaki tüycükler sayesinde bunların birçoğundan korunduğumuzu düşünmezler.
Darwinistler, vücuttaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücrenin, temelde aynı mekanizmalara sahip olmalarına rağmen, çok farklı görevleri olduğunu, örneğin bir karaciğer hücresi milisaniyeler (saniyenin binde biri) içinde 500 farklı kimyasal işlem gerçekleştirirken, bir kalp hücresinin ömür boyu elektrik üretmesindeki olağanüstülüğü düşünmezler.
Darwinistler, midenin besinleri sindirirken yaptığı çalkalama hareketleri esnasında bağırsaklara sürtünmekten korunabilmesi için dış dokusunda "periton" isimli bir zar olduğunu ve bu zarın salgıladığı kaygan sıvının, mide ve bağırsaklara "dıştan yağlama" olarak nitelendirilecek bir işlem yaparak bu organların kayganlaşmasını sağladığını ve böylece söz konusu organların çalışırken birbirlerine sürtünerek zarar görmelerinin önlenebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, kalbin günde 8000 litre kan pompaladığını, uyurken bile yetişkin bir insanın kalbinin saatte 340 litre kan pompalayabildiğini düşünmezler.
Darwinistler, her insanın vücudunda bulunan 5 ila 6 litre arası kanın ortalama vücut ağırlığının %7-8'ini oluşturduğunu, kanın içinde bulunan hücrelerin yan yana dizildikleri takdirde 96.500 km'lik bir çizgi oluşturabileceğini ve bunun Dünya'nın çevresini iki kez dolaşmaya yeteceğini düşünmezler.
Darwinistler, kemik iliğinde üretilen her on bin hücreden sadece bir tanesinin kök hücre özelliği taşıdığını, bu özel hücrenin görünüşte diğer hücrelerden hiçbir farkı olmamasına rağmen vücut içindeki ihtiyaçları belirleyerek farklı hücreler meydana getirebilme üstünlüğüne sahip olduğunu, oluşturdukları bu yeni hücrelerin vücut içinde hasara uğramış hücrelerin yerini nasıl aldıklarını düşünmezler.
Darwinistler, insan elinin su içmekten araba kullanmaya, yazı yazmaktan dikiş dikmeye kadar sayısız fonksiyonu yerine getiren mekanizmasının, 27 kemik ve bunlara yön veren mükemmel bir kas ve sinir sistemiyle donatıldığını, bir insanın hayatı boyunca elini en az 25 milyon kez açıp kapadığını ve böyle bir mekanizmanın yapay olarak bile oluşturulamadığını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin doğumdan ölüme kadar hiç durmadan kan pompaladığını ve bu pompanın vücudumuzun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kendi elektrik sistemini kullanarak çalışmaya başladığını, bir saatlik sürede orta büyüklükteki bir arabayı, yerden yaklaşık 1 m. yüksekliğe kaldırabilecek kadar enerjiyi nasıl ürettiğini düşünmezler.
Darwinistler, insan daha anne karnında küçük bir cenin iken kalbin birden nasıl atmaya başladığını, bu andan itibaren bir dakika bile dinlenmeksizin kasılıp gevşeyerek kanın vücutta dolaşmasını sağladığını, hayatımızın her anında bilgimiz, irademiz ve kontrolümüz dışında bizim için kan pompaladığını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin dış tabakasında, bu organın rahat çalışması ve darbelerden korunması için iki katlı bir zarın bulunduğunu, bu zarların arasının kaygan bir sıvıyla kaplı olduğunu ve kalbin bu sayede ömür boyu durmaksızın kasılıp gevşeyebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, kalbi oluşturan parçalardan birinin dahi kendi kendine oluşmasının kesinlikle mümkün olmadığını ve dolaşım sistemi olmayan, pompalayacak kanı bulamayan bir kalbin ne kadar mükemmel özelliklere sahip olursa olsun hiçbir işleve sahip olamayacağını düşünmezler. Yine Darwinistlerin kendi iddialarına göre işlevi olmayan bir organın ortadan kalkması gerektiğini dolayısıyla kalp gibi kompleks bir organın hiçbir şekilde tüm özellikleriyle tesadüfen oluşamayacağını düşünmezler.
Darwinistler, kalbin kasılması için elektrik sinyaline ihtiyaç olduğunu, kasılmayı sağlayan hücrelerin elektrik olmadan çalışamayacaklarını, gerekli elektriği bir et parçası olan kalbin nasıl üretebildiğini düşünmezler.
Darwinistler, keratin proteininin, saç ve tırnak gibi birbirinden tamamen farklı özelliklerde olan yapıları yaşam boyunca sürekli olarak nasıl oluşturabildiğini ve nasıl hiç hata yapmadığını düşünmezler.
Darwinistler, pürüzsüz ve esneyebilir yapıdaki insan derisi ile sert ve dayanıklı kemikleri aynı anda oluşturan kolajen isimli bir proteinin, tesadüfen oluştuğunu iddia ederken, bu proteinin insanın tam ihtiyacı olacak bölgelerde adeta bilinçli bir şekilde gerektiği gibi şekillenmekte olduğunu ve kimi yerlerde deriyi kimi yerlerde ise kemiği oluşturabildiğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüflerle geliştiğini iddia ettikleri beynin, hiçbir sinir birbirine karışmadan, hiçbir aksaklık olmadan nasıl işlevini sürdürmeyi başardığını düşünmezler.
Darwinistler, rastgele hareket ettiğini iddia ettikleri atomun gözyaşı bezini nasıl oluşturduğunu düşünmezler.
Darwinistler, bilinçsiz süreçlerle oluştuğunu iddia ettikleri kaşın uzadıktan sonra bilinçli şekilde durma kararını nasıl aldığını düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri kirpiklerin, belli bir boydan sonra adeta bilinçli bir şekilde uzamayı durdurduğunu, buna rağmen saçların ise hangi bilinçle uzamaya devam ettiğini düşünmezler.
Darwinistler, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri bir bedenin neden beyne, göze, kemik sistemine, eklemlere ihtiyaç duyduğunu, hücre çekirdeğine, mitokondriye, DNA'ya nasıl sahip olduğunu düşünmezler.
Darwinistler, damar dokularını anlatan ve içinde bol bol Latince terimlerin bulunduğu konuşmalar yapabilir, kitaplar yazabilirler, ancak bu hücrelerin nasıl bir düzen içinde bir araya geldikleri sorusunun cevabını hiçbir zaman veremez ve bu konuyu düşünmezler.
Darwinistler, midedeki bir takım hücreler besinleri parçalamak için asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücrelerin de yapışkan bir sıvı salgıladığını, mukus adı verilen bu sıvının midenin yüzeyini örterek mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi koruduğunu ve enzimlerin mideye zarar vermesini engellediğini düşünmezler.
Darwinistler, tıraş bıçağını tahrip edebilecek güçte olan mide asitlerinin mideyi çok kısa bir süre içinde tahrip edeceğinden, bu maddenin değil milyonlarca yıl, 2–3 gün hatta daha kısa bir süre için bile midede beklemesinin imkansız olduğunu, asidin ve mideyi asitten koruyacak mukusun beraber var olmaları gerektiğini düşünmezler.
Boş midenin içinde "pepsinojen" isimli, sindirme özelliği olmayan bir enzim bulunur. Ancak mideye besinlerin gelişiyle birlikte, mide hücreleri HCL (hidroklorik) asit salgılamaya başlar. Bu sıvı boş midede bulunan pepsinojenin yapısını aniden değiştirir ve bunu "pepsin" isimli, çok güçlü bir parçalayıcı enzime dönüştürür. Bu da midedeki besinleri hemen parçalar. Darwinistler, mide boşken tamamen zararsız olan bir sıvının, midenin dolmasıyla birlikte çok güçlü bir parçalayıcıya dönüşmesinin bilinçsiz tesadüflerle ortaya çıkamayacağını düşünmezler. (www.evrimefsanesi.com)
Darwinistler, midenin en dış yüzeyini kaplayan periton isimli zarın salgıladığı kaygan sıvının mide ve bağırsaklara "dıştan yağlama" olarak nitelendirilecek bir işlem yaparak bu organların kayganlaşmasını ve böylece çalışırken birbirlerine sürtünerek zarar görmelerini önlediğini düşünmezler.
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak’tan (asılı tutunan şeyden) yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
(Alak Suresi, 1-3)
Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O’na varacaksın.
(İnşikak Suresi, 6)
Darwinistler, incebağırsağın küçük bir bölgesinde, var oldukları süre boyunca yalnızca B-12 vitaminini yakalamakla görevlendirilmiş özel bir hücre grubunun trilyonlarca molekül içinden B-12 vitaminini ayırt edip yakalayarak, bunların kan dolaşımına geçmesini sağladıklarını, böylece kan yapımı için kemik iliğine ulaşmalarına vesile olduklarını, gözleri, elleri veya bir beyni olmayan bu bağırsak hücrelerinin B-12 vitamininin insan vücudu için taşıdığı önemi nasıl bilip, bunu trilyonlarca molekül arasından seçip ayırabildiklerini düşünmezler. (www.insanmucizesi.com)
Darwinistler, karaciğerin, midenin yağları parçalamadığını bilir gibi hareket ettiğini, bu nedenle safra isimli bir salgı üreterek yağlı besinler ince bağırsağa ulaştıkları anda, en doğru zamanda, en doğru yere yağları parçalayacak bu özel sıvıyı salgıladığını düşünmezler.
Darwinistler, göze renk veren melaninin, retinanın dokusuna uygun olmayan, ona zarar verecek farklı renkleri de filtre ederek ekstra bir koruma sağladığını, melaninin bunu nasıl yapmaya karar verdiğini düşünmezler.
Dipnotlar
31. Sözler Bediüzzaman’ın 24. Söz’ün 2. dalında s. 354
32. Sözler 33. söz
33. Sözler 517
34. Sözler 7. bühran 258 (22. söz)
35. Sözler 10. Söz s. 77
36. Stephen Jay Gould, Life’s Grandeur, Vintage, Londra, 1996, s. 220
37. Smithsonian Journal, Haziran 1970, sf. 10
38. L. L. Cavalli-Sforza, “The Genetics of Human Populations,” Scientific American, Vol. 231, Eylül, 1974, s. 85, http://www.icr.org/
New Scientist, Nature Gibi Evrimci Yayınların ‘Alesi’ Aldatmacasına Cevap
New Scientist, Nature Gibi Evrimci Yayınların ‘Alesi’ Aldatmacasına Cevap
Ağustos 2017’de, uluslararası çeşitli bilim ve haber sitelerinde, insan ile maymunun sözde “ortak atası”nın bulunduğuna dair bazı haberler yer aldı. Türkiye’den bir çok evrimci yayın kuruluşu da, konuyla ilgili gerekli araştırmayı yapmadan bu konuya sayfalarına taşıdı.
Ünlü evrimci dergi Nature’da yayınlanan bir makaleye dayanılarak hazırlanan haberlerde, Kenya’da keşfedilen ve 13 milyon yıllık olduğu söylenen Alesi ismi verilen fosilin, tüm insan ve maymunların “sözde ilkel atası olabileceği” iddia ediliyordu.
Kenya’nın kuzey kesiminde, Turkana Gölü’nün batısında, Napudet bölgesindeki kaya katmanlarından çıkarılan bu fosil, 13 milyon yıl önce yaşadığı düşünülen ve soyu tükenmiş bir maymuna ait. Yaklaşık 16 aylık bir bebek maymunun kafatası fosili, bir volkanik patlamayla birlikte toprağın altına gömüldüğü için, oldukça iyi korunmuş durumda. Öyle ki ele rahatlıkla sığabilecek kadar küçük olan kafatası kemiğinin içerisindeki yapılar, hatta çok güzel bir şekilde korunmuş olan küçük kulak kanalları dahi çok detaylı bir şekilde incelenebiliyor.1
Aslında, New Scientist gibi dergilerde bu küçük kafatasının bir maymuna ait olduğu, “şimdiye kadar nesli tükenmiş maymunlara ait bulunabilen en eksiksiz kafatası”2 benzeri ifadelerle ifade edilmektedir. Aslında fosile ait tüm bilgi şunlardan ibarettir:
Şebek maymunlarındaki gibi küçük bir burun
Şebek maymunlarındaki dişler
Şempanzelerdekiyle aynı kulak tüpleri
Limon büyüklüğünde bir kafatası
Bu fosil ile ilgili haberlerin içeriklerine dikkatli baktığımızda, fosilin sözde “insan ve maymunların en eski ortak atalarından biri” şeklinde yorum yaptıracak hiçbir bulgunun olmadığını hemen görebiliriz.
Darwinistlerin evrim saplantısı
Görüldüğü üzere, bu fosil açıkça bir maymuna ait olmasına rağmen ısrarla insanla maymun arasındaki sözde evrimsel bağı ortaya koyan, yeni bir keşif gibi sunulmuştur. İdeolojik sebeplerden ötürü çarpıtılmış ve propaganda malzemesi olarak kullanılmak üzere sözde “insanın en eski atasıymış gibi” tanıtılmıştır.
Darwinist düşüncenin sözde bilim üretme yöntemi şu şekilde çalışır: Darwinist bilim adamı da ilk anda fosil veya güncel canlılar üzerinde bilimsel gerçekleri gözler; ancak tüm kalbiyle evrime inandığı için bu gerçeği Darwinist inancının gereğine uyarlamak için bambaşka bir hikaye yazar. Halbuki bilimsel yöntem, bulduğu gerçek verileri hiç bir ideolojik görüş katmadan dosdoğru şekilde sunmaktır. Bilimsel bulgu, sonuç ve yorumlar “test edilebilir” olmalıdır. Bu yöntem pozitif bilimler için geçerlidir; fakat Darwinist bilim adamlarına geldiğinde durum değişir.
Bilimsellik iddiasıyla ortaya çıkan hiç bir dergi, Darwinistlere bu bilim dışı yorumları yaparken dayandıkları bilimsel verileri sormaz; çünkü yayıncı kuruluşları ve editörleri de Darwinisttir. Bilimi evrimin propaganda malzemesi olarak kullanırlar. Darwinistler önce evrime inanırlar; sonra bilim yaparlar. Batıl evrim inancı bu insanların bilimsel tarafsızlığını kör ettiğinden gerçekleri tek yönlü yorumlarlar. Öyle ki evrime karşı bir bulgu bile olsa bunu yine evrim düşüncesi içinde açıklamaya çalışırlar. Yer katmanlarından çıkan her yeni fosil canlıları Allah'ın yarattığını kanıtlayıp evrim düşüncesini geçersiz kılmasına rağmen bunu hiç bir Darwinist kabul etmez; kabul etmek istemez.
Ailesi Yanılgısı
Alesi tam bir kafatası fosilidir ve soyu tükenmiş bir maymun türüne aittir. Darwinistlerin “ortak ata” olarak nitelendirebilecekleri tek bir bulgu dahi içermez. Bun rağmen evrimcilere ortak ata senaryosunu yazdıran nedir?
Fosil kayıtlarında hiçbir delil bulamayan evrimciler, sözde teorilerini sanal ortama taşımışlardır. Bunun için genetik olarak her canlının birbirine benzerlik oranları çıkarılmıştır. Şempanze ile insan geninin %95-98 arasında benzerlik gösterdiği bu hesaplara dayanır. Yine bilgisayarda yazılan bazı formüllerle, tarih boyunca geçerli olduğu hayal edilen bir mutasyon hızı bulunur. Sözde ortak atadan itibaren, şempanze ile insan arasında hesaplanan farkın oluşabilmesi için kaç yıl geçmesi gerektiği saptanır. Bu hayali atanın 6 milyon yıl önce yaşamış olması gerektiği yine bilgisayar yardımıyla bulunmuş ve bilimsel geçerliliği olmamasına rağmen bu tahmin Darwinist dergilerde yayınlanmıştır. Aslında burada yapılan, Darwinistlerin evrim inancının istatistik programlarında somutlaştırılmasıdır. Fakat bu hesapların gerçeği yansıttığını gösteren ortada hiç bir fosil bulgusu yoktur.
Alesi’nin yaşı 13 milyon yıl bulunduğu için, 6 milyon yıl olarak bilgisayarda hesaplanan sözde ortak atadan çok daha yaşlıdır. O halde bu mantıkla, sözde ortak atadan yaşlı olduğuna göre Alesi de ortak ata olmak zorundadır. Peki Alesi fosili üzerinde ortak ata olduğuna dair kanıt var mıdır? Tabii ki hayır. Hatta yazarların ifade ettiği gibi fosilin kafa içi organlarının incelenmesi sonucu günümüzde yaşayan maymun türlerine çok benzediği söylenmektedir. Benzer organların varlığı evrime değil, fosil kayıtlarının durağanlığına delil oluşturur; bu da yaratılış demektir.
Makalenin yazarlarından Isaiah Nengo “Yaşayan canlılarla karşılaştırdığımızda, Alesi, en çok şebek maymunlarına (gibon) benzemektedir.” diyor.3
Şebek maymununa (gibon) benzediğini kabul etmelerine rağmen Alesi’yi ortak ata olarak tanıtmanın ideolojik yaklaşım olduğu ortadadır. Bir fosil eğer şebek maymununa benziyorsa, ancak şebek atası olabilir. Buradan çıkan sonuç şu ki, Darwinistler açısından Alesi fosilinin neye benzediğinin ya da hangi canlıya ait olduğunun aslında hiçbir önemi yok. Bulunan fosil gorile de benzese, orangutana da benzese ideolojik olarak hareket eden evrimci mantığı gerçeği göremeyecek ve hep ortak ata iddiası ile ortaya çıkacaktı.
SONUÇ
Görüldüğü üzere, Alesi fosili, saptanan anatomik özellikleri ışığında tam bir maymuna aittir ve insanla hiçbir benzerliği yoktur. Bugüne dek sayısız maymun fosili bulunmuştur. Bunların büyük bir kısmı, soyu tükenmiş maymun türlerine aittir. Keşfedilen fosillerin hiçbirinde ise “insan ile maymun türleri arasında bir ara geçiş formu ya da ortak ata” özelliği gösterecek bir bulguya rastlanmamıştır. Bugüne dek keşfedilen tüm maymun fosillerinin gösterdiği tek gerçek, maymunların mükemmel özellikleriyle birlikte bir anda yaratıldıkları ve milyonlarca yıllık süre içerisinde hiçbir şekilde değişmedikleri, hep maymun kaldıkları yani evrimleşmedikleridir.
Kaynaklar
1.http:// www.telegraph.co.uk/ science/2017/08/09/ meet-alesi-13-million-year- old-baby-ape-putting-face- earliest/
2.https:// www.newscientist.com/ article/ 2143384-ancient-skull-belon ged-to-a-cousin-of-the-ape -common-ancestor/
3.http://www.news.com.au/ technology/science/ archaeology/ ancient-skull-hints-at-afri can-roots-for-apehuman-anc estor/news-story/ 7d3fd0730c63d5f6933bcbb1cbb 69a25
Ağustos 2017’de, uluslararası çeşitli bilim ve haber sitelerinde, insan ile maymunun sözde “ortak atası”nın bulunduğuna dair bazı haberler yer aldı. Türkiye’den bir çok evrimci yayın kuruluşu da, konuyla ilgili gerekli araştırmayı yapmadan bu konuya sayfalarına taşıdı.
Ünlü evrimci dergi Nature’da yayınlanan bir makaleye dayanılarak hazırlanan haberlerde, Kenya’da keşfedilen ve 13 milyon yıllık olduğu söylenen Alesi ismi verilen fosilin, tüm insan ve maymunların “sözde ilkel atası olabileceği” iddia ediliyordu.
Kenya’nın kuzey kesiminde, Turkana Gölü’nün batısında, Napudet bölgesindeki kaya katmanlarından çıkarılan bu fosil, 13 milyon yıl önce yaşadığı düşünülen ve soyu tükenmiş bir maymuna ait. Yaklaşık 16 aylık bir bebek maymunun kafatası fosili, bir volkanik patlamayla birlikte toprağın altına gömüldüğü için, oldukça iyi korunmuş durumda. Öyle ki ele rahatlıkla sığabilecek kadar küçük olan kafatası kemiğinin içerisindeki yapılar, hatta çok güzel bir şekilde korunmuş olan küçük kulak kanalları dahi çok detaylı bir şekilde incelenebiliyor.1
Aslında, New Scientist gibi dergilerde bu küçük kafatasının bir maymuna ait olduğu, “şimdiye kadar nesli tükenmiş maymunlara ait bulunabilen en eksiksiz kafatası”2 benzeri ifadelerle ifade edilmektedir. Aslında fosile ait tüm bilgi şunlardan ibarettir:
Şebek maymunlarındaki gibi küçük bir burun
Şebek maymunlarındaki dişler
Şempanzelerdekiyle aynı kulak tüpleri
Limon büyüklüğünde bir kafatası
Bu fosil ile ilgili haberlerin içeriklerine dikkatli baktığımızda, fosilin sözde “insan ve maymunların en eski ortak atalarından biri” şeklinde yorum yaptıracak hiçbir bulgunun olmadığını hemen görebiliriz.
Darwinistlerin evrim saplantısı
Görüldüğü üzere, bu fosil açıkça bir maymuna ait olmasına rağmen ısrarla insanla maymun arasındaki sözde evrimsel bağı ortaya koyan, yeni bir keşif gibi sunulmuştur. İdeolojik sebeplerden ötürü çarpıtılmış ve propaganda malzemesi olarak kullanılmak üzere sözde “insanın en eski atasıymış gibi” tanıtılmıştır.
Darwinist düşüncenin sözde bilim üretme yöntemi şu şekilde çalışır: Darwinist bilim adamı da ilk anda fosil veya güncel canlılar üzerinde bilimsel gerçekleri gözler; ancak tüm kalbiyle evrime inandığı için bu gerçeği Darwinist inancının gereğine uyarlamak için bambaşka bir hikaye yazar. Halbuki bilimsel yöntem, bulduğu gerçek verileri hiç bir ideolojik görüş katmadan dosdoğru şekilde sunmaktır. Bilimsel bulgu, sonuç ve yorumlar “test edilebilir” olmalıdır. Bu yöntem pozitif bilimler için geçerlidir; fakat Darwinist bilim adamlarına geldiğinde durum değişir.
Bilimsellik iddiasıyla ortaya çıkan hiç bir dergi, Darwinistlere bu bilim dışı yorumları yaparken dayandıkları bilimsel verileri sormaz; çünkü yayıncı kuruluşları ve editörleri de Darwinisttir. Bilimi evrimin propaganda malzemesi olarak kullanırlar. Darwinistler önce evrime inanırlar; sonra bilim yaparlar. Batıl evrim inancı bu insanların bilimsel tarafsızlığını kör ettiğinden gerçekleri tek yönlü yorumlarlar. Öyle ki evrime karşı bir bulgu bile olsa bunu yine evrim düşüncesi içinde açıklamaya çalışırlar. Yer katmanlarından çıkan her yeni fosil canlıları Allah'ın yarattığını kanıtlayıp evrim düşüncesini geçersiz kılmasına rağmen bunu hiç bir Darwinist kabul etmez; kabul etmek istemez.
Ailesi Yanılgısı
Alesi tam bir kafatası fosilidir ve soyu tükenmiş bir maymun türüne aittir. Darwinistlerin “ortak ata” olarak nitelendirebilecekleri tek bir bulgu dahi içermez. Bun rağmen evrimcilere ortak ata senaryosunu yazdıran nedir?
Fosil kayıtlarında hiçbir delil bulamayan evrimciler, sözde teorilerini sanal ortama taşımışlardır. Bunun için genetik olarak her canlının birbirine benzerlik oranları çıkarılmıştır. Şempanze ile insan geninin %95-98 arasında benzerlik gösterdiği bu hesaplara dayanır. Yine bilgisayarda yazılan bazı formüllerle, tarih boyunca geçerli olduğu hayal edilen bir mutasyon hızı bulunur. Sözde ortak atadan itibaren, şempanze ile insan arasında hesaplanan farkın oluşabilmesi için kaç yıl geçmesi gerektiği saptanır. Bu hayali atanın 6 milyon yıl önce yaşamış olması gerektiği yine bilgisayar yardımıyla bulunmuş ve bilimsel geçerliliği olmamasına rağmen bu tahmin Darwinist dergilerde yayınlanmıştır. Aslında burada yapılan, Darwinistlerin evrim inancının istatistik programlarında somutlaştırılmasıdır. Fakat bu hesapların gerçeği yansıttığını gösteren ortada hiç bir fosil bulgusu yoktur.
Alesi’nin yaşı 13 milyon yıl bulunduğu için, 6 milyon yıl olarak bilgisayarda hesaplanan sözde ortak atadan çok daha yaşlıdır. O halde bu mantıkla, sözde ortak atadan yaşlı olduğuna göre Alesi de ortak ata olmak zorundadır. Peki Alesi fosili üzerinde ortak ata olduğuna dair kanıt var mıdır? Tabii ki hayır. Hatta yazarların ifade ettiği gibi fosilin kafa içi organlarının incelenmesi sonucu günümüzde yaşayan maymun türlerine çok benzediği söylenmektedir. Benzer organların varlığı evrime değil, fosil kayıtlarının durağanlığına delil oluşturur; bu da yaratılış demektir.
Makalenin yazarlarından Isaiah Nengo “Yaşayan canlılarla karşılaştırdığımızda, Alesi, en çok şebek maymunlarına (gibon) benzemektedir.” diyor.3
Şebek maymununa (gibon) benzediğini kabul etmelerine rağmen Alesi’yi ortak ata olarak tanıtmanın ideolojik yaklaşım olduğu ortadadır. Bir fosil eğer şebek maymununa benziyorsa, ancak şebek atası olabilir. Buradan çıkan sonuç şu ki, Darwinistler açısından Alesi fosilinin neye benzediğinin ya da hangi canlıya ait olduğunun aslında hiçbir önemi yok. Bulunan fosil gorile de benzese, orangutana da benzese ideolojik olarak hareket eden evrimci mantığı gerçeği göremeyecek ve hep ortak ata iddiası ile ortaya çıkacaktı.
SONUÇ
Görüldüğü üzere, Alesi fosili, saptanan anatomik özellikleri ışığında tam bir maymuna aittir ve insanla hiçbir benzerliği yoktur. Bugüne dek sayısız maymun fosili bulunmuştur. Bunların büyük bir kısmı, soyu tükenmiş maymun türlerine aittir. Keşfedilen fosillerin hiçbirinde ise “insan ile maymun türleri arasında bir ara geçiş formu ya da ortak ata” özelliği gösterecek bir bulguya rastlanmamıştır. Bugüne dek keşfedilen tüm maymun fosillerinin gösterdiği tek gerçek, maymunların mükemmel özellikleriyle birlikte bir anda yaratıldıkları ve milyonlarca yıllık süre içerisinde hiçbir şekilde değişmedikleri, hep maymun kaldıkları yani evrimleşmedikleridir.
Kaynaklar
1.http://
2.https://
3.http://www.news.com.au/
Sapiens Kitabı ve Yuval Noah Harari’nin Evrimci Tarih Yanılgısı
Sapiens Kitabı ve Yuval Noah Harari’nin Evrimci Tarih Yanılgısı
416 Basında Çıkan Evrim Yanlısı Haberlere Cevaplar ,
416 Basında Çıkan Evrim Yanlısı Haberlere Cevaplar ,
İnsanın Evrimi Yalanı 1 sene ago Sapiens Kitabı ve Yuval Noah Harari’nin Evrimci Tarih Yanılgısı
2012 yılında satışa sunulan ve ilk Türkçe baskısı 2015’te yapılan “Sapiens” kitabı, “İnsan türünün kısa bir tarihini anlattığı” iddiasıyla ortaya çıktı. Ateist altyapıya sahip pek çok bilimsel ve felsefi yayında olduğu gibi, bu kitap da sözde evrimsel süreçle insanın tarihini anlatmaya başlıyor. Kitabın adı olarak seçilen “Sapiens” kelimesi de, insanın tarihsel, politik ve sosyal yönünü vurgulamak yerine, evrim iddialarını öne çıkarmak için bilinçli olarak seçilmiş. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Harari’nin yazdığı bu kitabın, bir tarih kitabı olmadığı çok açık. Kitapta insanın sözde evrimsel gelişimi ve devamında sosyal Darwinizm’in anlatıldığı bir ateist ideoloji propagandası hakim.
Kitap akademik yönden insanlık tarihini anlattığı iddiasında ancak başından sonuna kadar kitabın her cümlesinde Darwinist düşüncenin izleri görülüyor. Üstelik kitapta Darwinizm, bilimsel kanıtlar sunulmadan bir ön kabul olarak okuyucuya sunuluyor. Bu ön kabul üzerine inşa edilen sözde insanlık tarihinin gelişimi, adeta bir masal havasında canlandırılıyor. Bu sebeple kitap, tarih kitabı özelliği içermediği gibi, bilimsel tek bir kanıtı olmayan sözde evrimci mantığa dayandığı için biyoloji açısından da bilimsel bir değer taşımıyor. Yazarın ateist düşünce yapısı ile yazdığı kitap felsefe kitabı olmaktan öte değil.
Kitabın tek olumlu yanı, “Darwinist düşünce topluma hakim olsa dünyanın nasıl bir kargaşa içine düşeceği” gerçeğine yer vermesi. Darwinist düşüncenin bir sonucu olan vahşi kapitalizm, faşizm ve komünizmin yol açtığı bozuk sosyal yapının mutsuzluk getireceği kitapta açıklanıyor açıklanmasına ancak bu soruna herhangi bir çözüm önerisi sunulmuyor.
Kitap tarihi bilgilerden çok evrimci felsefe üzerine bina edildiğinden, içinde geçen sözde evrimsel yorumlara cevap vermek son derece önemlidir. İnsanın evrimle değil Allah’ın yaratması ile var olduğunun açıkça ortaya konması, kitabın tüm felsefesini çökertecektir. Dünyayı etkisi altına almış olan mutsuz ve çarpık düzenden kurtulmanın tek yolunun Allah inancının dünyaya hakim kılınması ile mümkün olabileceği de bir kere daha hatırlatılmış olacaktır.
Kitabın içinde yer alan tüm iddialara cevaplar Harun Yahya eserleri ve internet sitelerimizde ayrıntılı olarak yer almaktadır. Burada iddiaların hepsini cevaplamak mümkün olmadığından belli başlı olanları cevaplandırılmıştır.
“6 milyon yıl önce yaşamış ortak ata” iddiası
Evrimci mantıkta, “insanın diğer hayvanlardan farklı olmadığı” telkini yapılır ve “insanın hayvanlarla ortak ataya sahip olduğu” masalı empoze edilir. Harari de bu iddiayı kitabının ilk sayfalarında masalsı bir üslupla vermiştir:
“Sevelim ya da sevmeyelim büyük maymunlar adı verilen gürültücü ve büyük bir grubun üyesiyiz… Yalnızca 6 milyon yıl önce tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. Bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 19)
Hikaye tarzı bir anlatımla, bilimsellikten son derece uzak şekilde ortaya atılan bu iddia, bir delil olmaksızın evrimci ön kabul ile yazılmıştır. Öncelikle günümüze kadar, Darwinistlerin bu iddiasını kanıtlayacak tek bir ara fosil daha bulunamamıştır. Bulunması da imkansızdır, keza şu ana kadar elde edilen 700 milyondan fazla fosil, hiç değişmemiş, dolayısıyla evrim geçirmemiş canlılara aittir. “Ortak ata” iddialarını kanıtlayacak, bilimsel hiç bir delilleri olmayan evrimcilerin bu batıl inançlarının kaynağı, “Homoloji” olarak isimlendirilen farklı canlı türlerinde bulunan benzer fiziksel özelliklerdir. Evrimcilere göre maymunların da bizim gibi ellere sahip olmalarının nedeni, sözde “evrimsel akrabamız” olmalarıdır.
Evrimciler, birbirine benzer gördükleri canlıları, birbirinin atası veya ortak bir atadan gelen akrabalar olarak göstermeye çalışırlar. Bilimsel delillerle desteklenmeyen bu iddia ancak batıl bir inanç olarak değerlendirilebilir. Farklı canlı türleri arasındaki yapısal benzerlikler biyolojide “homoloji” olarak adlandırılır. Evrimcilerin homoloji konusundaki iddialarının ciddiye alınabilmesi için benzer organların benzer DNA şifreleri tarafından kodlanmış olması gerekirdi, oysa benzer organlar çoğunlukla çok farklı genetik kodlar tarafından belirlenir. Farklı canlıların DNA’larındaki benzer genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelir. Bundan başka ortak ata iddiasının geçerli olabilmesi için ara geçiş formlarının fosil kayıtlarında bulunması gerekir. Ancak fosil kayıtlarında rastlanan canlılar mükemmel organlara sahip olarak ortaya çıkan ve değişmeden nesiller boyu varlığını devam ettiren türlerden ibarettir. Bu da evrimsel bir sürecin yaşanmadığının ve canlıların yaratıldığının en büyük kanıtıdır.
Evrimin sözde mekanizması, ortaklıktan çeşitlenmeye (divergent) doğru gitmelidir. Halbuki evrimcilerin kendi yaptıkları evrim ağacı senaryolarında bile aralarında akrabalık bağı kuramadıkları canlıların benzer özellikler gösterdiği görülmüştür. Bu da evrimin divergent olması gerektiği mantığına tamamen terstir. Bütün teorileri çıkmaza giren evrimciler bu noktada farklı bir hipotez hayali daha kurarak adına “convergent (çeşitlilikten ortaklığa) evrim” derler. İşte bu, evrim mantığının iflas ettiği noktadır. Richard Dawkins gözün 40 ayrı kez evrimleştiğini iddia eder ki bunun mantıksızlığı herkesin malumudur. Bir organ tesadüflere dayalı olarak 40 kere evrimleşerek aynı noktaya ulaşamaz. Bu ancak bilinçli bir üst aklın yaratması ile mümkündür.
Canlılardaki benzerliklerden yola çıkarak teorilerini kanıtlamaya çalışan evrimciler için büyük sorunlardan biri de tamamen farklı gen yapısından aynı fiziksel özelliğin ortaya çıkmasıdır. Örneğin kamuflaj ustası bir çok canlı, üzerinde yaşadığı ortamın yapısına mükemmel derecede uyum gösterir. Resimlerde gördüğümüz böcek türlerinin hiç birinin genetik dizilimleri, üzerinde bulunduğu bitkinin genetik dizilimleri ile benzerlik göstermez. Farklı gen yapısından böylesine birebir aynılıkta fiziksel özelliklerin ortaya çıkabilmesi elbette ki hayranlık uyandırıcıdır. Hem bitkinin hem de böceğin gen yapısına hakim üstün bir Yaratıcı olmadan böyle bir sanatsal harikanın ortaya çıkması mümkün değildir. Kamuflaj özelliği gösteren bu canlılar Yuval Noah Harari temelli ortak ata iddiasında olan evrimcilerin hipotezlerini de çürütür.
Homolojiye dayalı bir evrim mantığı kurmak ancak teknolojinin yetersiz olduğu ve genetik bilginin varlığının hiç bilinmediği Lamarck ya da Darwin zamanlarında ortaya atılabilecek bir hipotezdir. DNA, RNA ve proteinin yapılarının ince ayrıntılarının bilindiği, canlı varlıkların gelişiminin çok hassas dengelerle ilerlediğinin ortaya konduğu günümüz yüksek bilim seviyesinde, böyle bir iddianın sürdürülmesi ancak eski evrim inançlarının inatla devam ettirilmesi şeklinde yorumlanabilir.
“100 bin yıl önce 6 farklı insan türü yaşadığı” iddiası
Klasik Darwinist düşüncenin sözde evrimleştirici olarak ortaya attıkları mekanizmalardan biri bildiğimiz gibi doğal seleksiyondur. Doğal seleksiyonun işleyebilmesi de toplumda çeşitlilik olmasını gerektirir. Toplum yapısının çeşitli olmadığı bir ortamda doğal seleksiyonun “güçlü olanın ayakta kalması” iddiasının işlemeyeceği düşünüldüğü için, evrimcilerin hep bir çeşitlilik ve genetik farklılık üretme çabaları vardır. Bu çabaların yürütüldüğü ortam da, genelde spekülasyona açık ve yalanlanmasının da zor olduğunu düşündükleri geçmişe ait fosil bulgularında kendine yer bulur. İnsanın tarihte ortaya çıkışı konusu da spekülasyon yapılan konulardan biridir. Evrimin ortaya atılmasından günümüze kadar geçen sürede, insana ve maymun türlerine ait fosil kayıtları üzerinde bir çok gerçeği yansıtmayan spekülasyon, hatta sahtekarlıklar yapılarak, sözde insansı, ara form veya yeni insan türü iddiaları ortaya atılmıştır. Harari de kitabın başlangıcında 100 bin yıl önce 6 farklı insan türünün aynı anda yaşadığını ve H. Sapiensin diğerlerine üstün gelerek dünya üzerinde tek insan türü olarak kaldığını iddia etmiştir. Farklı türler olduğu iddia edilen insanlar H. Neanderthalensis, H. Erectus, H. Soloensis, H. Floresiensis, H. Denisova ve H. Sapienstir ve farklı insan ırklarıdır. Nasıl ki günümüzde Eskimolar, Çinliler, Türkler gibi farklı insan ırkları varsa aynı şekilde o dönemde de farklı ırklar olmuştur. O dönemdeki insan ırklarının özellikleri de şunlardır:
Neandertaller:
Avrupa ve Asya’da M.Ö. 200 bin ile 30 bin yıllarında yaşamış iri ve güçlü bir insan ırkıdır. İlk fosilleri bulunduğunda “dik yürüyemeyen ara bir tür” olarak yansıtılmasına rağmen bu iddianın yanlış olduğu sonradan kanıtlanmıştır. Ara tür olduğu, insanın atası olduğu iddiaları tutmayınca, bu sefer de -Harari’nin de iddia ettiği gibi- Sapiens’le aynı zamanda yaşamış ama Sapiens tarafından ortadan kaldırılmış bir tür olduğu iddiaları ortaya atıldı. Sırf anatomik farklılıkların canlının başka bir tür olduğunu kanıtlamaya yetmeyeceğinin bilincinde olan evrimci çevreler son yaptıkları sözde bilimsel delillerine genetik çalışmaları da eklediler. Sözde modern insan %1-4 Neandertal geni taşıyordu yani ortadan kaldırılmış değil karışmışlardı. Halbuki bu iddia tam anlamıyla mantıksızdır:
100 bin yıl önceye ait bir DNA’nın, sağlam olarak bulunup, diğer canlılardan ve mikroorganizmalardan ayrıştırılması ve doğru gen dizilimini saptamak imkansızdır. İnsanın maymunla %95-98 benzer genetik yapıya sahip olduğu iddia edilirken, Neandertalle sadece %1-4 gen paylaşımı iddia etmek de başka bir akıl tutulmasıdır. Sapiens de Neandertal de aynı türün farklı ırklarını oluşturmaktadırlar; sözde bilimsel dergi ve laboratuvarlarda farklı tür oluşturma girişimleri, evrimci iddiaları kanıtlama yönündeki nafile çalışmalardır. (“Neandertaller İnsanın Maymunsu Atasıdır” İddiası Bir Sahtekarlıktır)
Soloensis:
Yüz bölgesi eksik 12 kafatasından meydana gelen Kenya’da bulunmuş fosil kalıntılarıdır. Soloensis kafataslarının ne olduğuna evrimciler bir türlü karar verememişler ve sonuçta kafatasları kaplan(!), Neandertal Adamı ve en sonunda “modern insan” olarak tanımlanmıştır. Solo kafataslarına verilen isimler de evrimcilerin nasıl bir durumda olduklarını göstermesi bakımından manidardır. Bu kafatasları şu isimle isimlendirilmişlerdir: Homo (Javanthropus) soloensis. Homo soloensis, Homo primigenius asiaticus, Homo neanderthalensis soloensis, Homo sapiens soloensis, Homo erectus erectus, Homo erectus , ve en son olarak Homo sapiens.
Bu da insanın hayali evrimi senaryosunu inceleyen antropolojinin güvenilirlikten ne kadar uzak olduğuna dair açık bir işaret oluşturmaktadır. (Kenya’da Ele Geçirilen Kafatasıyla İlgili Yanılgılar)
Floresiensis:
Endonezya’nın Flores adasında bulunan 18 bin yaşında 8-12 insana ait kalıntılardan oluşan fosillerden bir tanesi olan H. Floresiensis ise, 1 metre boya ve 380cc beyin hacmine sahipti; çene ve bilek anatomisinde “normal” Homo sapiens’ten farklı özellikler ortaya koyuyordu. Evrimciler bunları maymunsu özellikler olarak çarpıtmış ve kalıntıları insanın sözde evriminde Homo sapiens’ten ayrı bir tür olarak tanımlamışlardı. Oysa sonra yapılan çalışmalarda, bu bireyin “Kretinizm” denen tiroid hormonu eksikliği ile oluşan ve fiziksel ve zihinsel gelişimi önemli ölçüde etkileyen bir hastalığa sahip olduğu bulunmuştur. Yani H. Floresiensis, ayrı bir tür değil, hastalığı olan bir insandır. (Homo floresiensis ve Evrim Masalı Hakkında Ortaya Çıkan Gerçekler)
Denisova:
Bu fosiller arasında en son ortaya atılanıdır. Aslında ortada bir fosilin varlığından da söz edilemez. Bulunan sadece 0.5cm’lik bir parmak kemiği parçası ve iki dişten ibarettir. Evrimciler bu küçük fosil parçacıklarından insanlık tarihini ve gen transferini yeniden yazmaya kalkmışlardır. Denisova da yine Neandertal gibi sözde genetik çalışmalarla desteklenmeye çalışılmıştır. Halbuki bu durumda da farklı bir insan türünün varlığını destekleyecek hiç bir kanıt yoktur. (Science Mag’den Uydurma Bir ‘İnsansı’ Masalı: Denisovanlar)
Görüldüğü gibi, Harari’nin 6 farklı tür iddiası bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu insan fosillerinin bir kısmı hastalıklı, bir kısmı sahte türetilmiş fosillerden, bir kısmı da fiziksel farklılıklar gösteren bireylerden oluşmaktadır. Günümüzde nasıl insan ırkları fiziksel olarak birbirinden farklı özellikler sergiliyorlarsa, bundan 100 bin yıl önce de fiziksel olarak farklılıklar göstermişlerdir. Bu onların farklı fenotipe sahip bireyler olduklarının delilidir. İnsan ilk yaratıldığı andan günümüze kadar geçen zamanda hep tek bir tür olarak var olmuştur.
Büyük beyin, yüksek zeka yanılgısı
Evrimcilerin farklı türleri birbirlerinin atası gibi gösterme çabalarında dayandıkları temel noktalardan biri, beyin hacmidir. İddiaya göre zamanla beyin hacmi büyüdükçe, zeka artmış ve günümüz insanında en üst noktaya ulaşmıştır.
Evrimcilere bu kadar serbest bir şekilde gerçek dışı senaryo yazma imkanı veren etken ise, özellikle de fosil alanında, bu konudaki delillerin azlığıdır. Beyin yumuşak bir dokudur. Yumuşak dokular bazı özel şartlar dışında daha zor fosilleşirler. Bu yüzden insan beyninin yapısına dair hiçbir fosil kaydı yoktur. Harari de temelsiz bu iddiayı dayanak noktalarından biri yapmıştır. Harari’nin kitabındaki hikayevari anlatımlar şöyledir:
“En erken erkek ve kadının 2.5 milyon yıl önce beyinleri yaklaşık 600 cm3’tü. Modern sapiensin ortalama beyni ise 1200-1400 cm3’tür. Neandertal beyni ise daha büyüktü.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 22)
Oysa 600 cm3 beyne sahip ilk insan olarak ortaya atılan Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymun sınıfına dahildir. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahiptir. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumludur. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüdür. (http://www.harunyahya.org/ tr/Evrim-Sozlugu/15919/ homo-habilis)
Neandertal beyninin 1600 cm3 olduğu düşünüldüğünde, günümüz insanından daha geri bir tür olarak gösterilmeye çalışılması, beyin hacmine dayalı bu iddianın da çökmesi anlamına gelir. Halbuki Neandertaller sadece iri bir insan ırkıdır. Bugün yaşayan ortalama kadın beyni 1200cm3, erkek beyni ise 1400 cm3“Geçmişte insanın pek az şey ürettiği” iddiası doğru değildir
Harari ve diğer evrimcilerin bir iddiası da “geçmiş nesillerin çok az şey ürettiği” yönündedir. Bunu iddiadaki asıl amaç; insanlığın gerek zeka gerekse kültürel olarak basitten karmaşığa giden bir süreç yaşadığı iddialarını kanıtlamaya çalışmaktır. Darwinistler ilk insanların hayvanlara yakın düşünme yetisi ve becerisine sahip, sözde ilkel bir beyinlerinin olduğunu, beyin gelişimi ile birlikte de insanların daha çok şey üretebildiğini savunurlar. Buna delil olarak ise sadece “Taş devri” olarak tanımlanan hayali dönemde çakmak taşından bir kaç sopa ve bıçak dışında hiçbir aletin bulunamamasını örnek gösterirler. Halbuki bu tarz bir delil, geçmiş yaşamın nasıl olduğuna dair güvenilir bir bilgi vermekten uzaktır.
Günümüzden 300-500 yıl öncesine ait pek çok eşyanın bile doğal süreçler altında bozulmaya uğradığı herkesin malumudur. Geçmişe ait eşyaların bozuluma uğramaması için özel şartlar altında korumaya alınması bile bazen yetersiz kalmaktadır. Doğal koşullar altında bozulmanın hızlanacağı açıktır. Metal eşyaların 1500 yıldan daha fazla süre bozulmadan kalmasının pek mümkün olmadığı bilinmektedir. Taşlar bile zaman içinde ufalanarak aşınıp özelliklerini yitirmektedirler. 3000-4000 yıllık piramitlerin yapısı ciddi şekilde aşınmış durumdadır. Bu durumda evrimcilerin iddialarına delil olarak sunduğu iyi korunmuş ortamlardan kalma bir kaç parça taş eşyanın 100 bin hatta 10 bin yıl öncesi yaşam şartlarını yansıtmayacağı çok açıktır.
Dolayısıyla tarihte sözde “ilkel insanların” yaşadığı bir taş devri olduğu iddiası bir aldatmacadır. Tarihin hiçbir döneminde ilkel insan var olmamış, sadece taştan aletlerin yapıldığı ilkel bir dönem yaşanmamıştır. İnsanlık tarihinin her dönemi, büyük medeniyetler barındırır. Öyle ki, eski çağ medeniyetlerinin kimi keşiflerini şu an bile gerçekleştirmekten uzağız.
İnsanın fiziksel yapısı ilk insandan itibaren hep aynıdır. Akıl ve şuur seviyesi günümüzde ne ise ilk insanda da benzer kapasitededir. İlkelden gelişmişe doğru bir toplum yapısı sergilenmemiş, günümüzdeki gibi dalgalanmalar göstermiştir. Tarihin değişik zamanlarında pek çok ileri seviyede medeniyetler kurulmuş ve bunlar da bir müddet sonra yok olmuştur. Bu yok oluşlar sırasında o zamana kadar oluşan bilgi birikimi de kaybolmuş, kültürler ve bilimsel gelişimler tekrar tekrar yaşanmak durumunda kalınmıştır. Bugün nasıl uzay çağını yaşayan toplumlarla, bilimden, teknolojik imkanlardan uzak basit yaşam tarzına sahip topluluklar aynı dünyada yer alıyorsa, geçmiş devirlerde de bilimsel ve teknolojik açıdan üst düzey kültürler yaşamıştır.
“Dik yürüme özelliğinin zamanla kazanıldığı” aldatmacası
Harari’nin Sapiens isimli kitabındaki masalsı anlatımlardan biri de şöyledir:
“Ayaktayken av hayvanlarına ve düşmana karşı savanı taramak daha kolaydır ve hareket etmek için gerekmeyen kollar, taş atmak ve işaret etmek gibi işler için kullanılabilir. Ellerimiz daha fazla şey yapabildikçe ellerin sahipleri de daha başarılı hale geldiler, dolayısıyla evrimsel baskı avuçlarda ve parmaklarda daha yoğun bir sinir ağı ve kasların gelişmesini sağladı.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 22.)
Bu masalsı anlatım tarzı, Lamarck zamanında, genetik bilginin varlığının bilinmediği çağlardan kalmadır. Halbuki bugün çok iyi biliyoruz ki, genlerde yer alan bilgilerin fiziksel yapımızı etkilemesi ile yapabildiğimiz şeylerin kapasitesi belirlenir. Ancak bunun tersi, yani yaptığımız hareket ve davranışların genlerimizi etkilemesi gibi bir mekanizma asla söz konusu değildir. Gen varlığının bilinmediği bir dönemde spor yapan, ağırlık kaldıran insanları izleyen bir gözlemci, sadece ağırlık kaldırdıkça kas kemik yapısının güçlendiğini görerek böyle bir yanlış çıkarımda bulunmuş olabilir. Aslında o devirde bile, sporcuların çocuklarının -spor yapmazlarsa- kas kemiklerinin ebeveynlerine benzemediği gözlense böyle bir iddia ortaya atılmayacaktır.
1996 yılında insanın iki ayaklı yürüyüşü konusunda araştırmalar yapan İngiliz mühendis Robin Crompton, yaptığı bilgisayar simülasyonları sonucunda maymun yürüyüşü ve insan yürüyüşü arasında bir hareket şeklinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Crompton’ın çalışması göstermiştir ki, bir canlı ya iki ayağı üzerinde dik olarak yürüyebilir, ya da dört ayağını kullanarak ve öne eğik olarak hareket edebilir. Bu ikisinin arasında kalan bir yürüyüş modeli son derece verimsizdir.
Dahası, fosil kayıtları, hiçbir zaman hiçbir canlının insan ve maymun yürüyüşü arası bir hareket şekline sahip olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtları üzerinde yapılan detaylı incelemeler, Australopithecus ve Homo Habilis sınıflamalarına dahil edilen canlıların maymunlar gibi dört ayaklı ve eğik yürüdüklerini, Homo Erectus ve Neandertal adamı gibi insan ırklarının aynı bizim gibi dik yürüdüklerini ispatlamaktadır. Yani iki ayaklı dik yürüyüş modeli, dünya üzerinde ilk olarak insanlarla birlikte ve aniden ortaya çıkmıştır.
Sosyal Darwinizmin getirdiği tehlike
Kitapta evrim teorisini desteklemek amaçlı yapılan anlatımların sonrasında ateist düşünce yapısı üzerine bina edilen felsefeye genişçe yer verilmiştir. Dünyamızın geçmişte, şu an içinde sürüklendiği ve ileride sürüklenebileceği dinden uzak yaşam tarzının oluşturduğu çarpık sistemlerin analizi yapılmıştır. Dikkat çekici olan kitabın yazarının, bunları anlatırken gerek açık gerek gizli verilen tehlikeli Darwinist mesajların, bu hatalı düzeni daha da derinleştirici etkisi olacağını görmüş olmasıdır:
“Biyoloji bilimine göre insanlar (haşa) “yaratılmamış” evrimleşmiştir. Ve evrim kesinlikle eşitlikçi değildir. Eşitlik fikri yaratılış inancıyla iç içe geçmiştir. Eğer Hıristiyanların tanrı, yaratılış ve ruhlar hakkındaki mitlerine inanmıyorsak, tüm insanların “eşit” olması ne anlama gelmektedir?… Biyolojide hak diye bir şey yoktur. Sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır…. Peki ya özgürlük? Biyolojide özgürlük yoktur. Tıpkı eşitlik, haklar gibi özgürlük de insanların ancak hayal güçlerinde icat ettiği ve yaşattığı bir kavramdır. Biyolojik bakış açısıyla bakıldığında insanların demokrasilerde özgür, diktatörlüklerde özgürlüklerinden mahrum yaşadıklarını söylemenin hiç bir anlamı yoktur.” (Yuval Noah Harari, Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Kolektif kitap, 2015, sayfa 118)
Şu bir kaç satırı okumak bile Darwinist düşünce yapısına sahip dünyanın ne kadar vahşi bir hal alabileceğini anlamak açısından çok önemli. Evrimci düşünceyle şekillenmiş, Allah’a inanmayan bir toplumda insanların ne kadar sınır tanımaz hale gelebilecekleri ortada. Din ahlakı yıkıldığı anda, dinin özünde yer alan dayanışma, fedakarlık, merhamet, yoksulların ve zayıfların korunması, tüm insanların eşit sayılması, sevgi gibi erdemler yerini, zulüm, baskı, işkence, bencillik, sevgisizlik, köleleştirme, öldürme gibi tehlikeli ve acımasız bir hayat tarzına terk edecektir. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar anlamını yitirecek, güçlünün zayıfı, zenginin fakiri ezdiği bir ortam, çok kısa sürede yaşanılmaz hale gelecektir. Evrimci düşünce bu hayat tarzını, teorinin temelinde mücadele olduğu için sözde “doğal seleksiyonun” bir parçası olarak niteler ve bir gereklilik olarak görür; böylece kendilerince güçlü, sağlıklı, akıllı nesillerin, sözde evrimin ilerlemesine katkıda bulunacağı iddia edilir.
Bu acımasız düşüncenin örneklerini Darwinist fikrin dünyaya hakim olduğu 20. yüzyılda çokça yaşadık. Hitler, Stalin, Pol Pot gibi diktatörlerin zalimliğini, milyonlarca insanı nasıl soykırıma uğrattıklarını, Hitler’in kendince “aşağı ırk” olarak gördüğü insanları nasıl gaz odalarında öldürttüğünü; birçok Batı ülkesinde yüz binlerce insanın sadece hasta, sakat veya yaşlı olduğu için nasıl zorla kısırlaştırıldığını veya ölüme terk edildiğini 20. yüzyılda tüm dünya izlemiştir. Acımasız rekabet nedeniyle dünyanın her yanında insanların ezildiklerini ve sömürüldüklerini; ırkçılığın kimi devletlerin ideolojisi haline geldiğini ve bazı ırkların insan bile sayılmadığını; komünist ile kapitalist, sağ ile sol arasında çatışmalar, sıcak ve soğuk savaşlar yaşandığını; aynı ülke halklarının, hatta kardeşlerin bile birbirlerine düşman hale geldiğini herkes bilmektedir.
Evrimci düşünce yapısına sahip ateist bir kimse de, aslında dine ait ahlak kurallarının yaşandığı bir dünyanın, çok daha iyi bir hayat olacağının farkındadır. Ancak bu kişilere “Gelin din ahlakına uygun yaşayalım” demek, onların ideolojilerini birden bire değiştirmeyecek, istenilen sonuç alınamayacaktır. İşte bu noktada, inançlarının temelinde yer alan sözde evrim teorisinin geçersizliğinin çok iyi anlatılması, Harari’nin kitabında anlattığı düşünce yapısını ve diğer ateist sistemleri temelinden sarsacak ve çökertecektir. Evrimin geçersiz olduğunun ve evrime dayalı bir hayatın geçersizliğinin bilimsel delillerle kanıtlanması, insanı, evrenin ancak bilinçli bir güç tarafından yaratılabileceği sonucuna ulaştıracaktır. Allah inancının topluma hakim olması da, sevginin, kalitenin, özgürlüğün, demokrasinin, saygının ve her türlü güzelliğin temeli olan din ahlakını hakim kılacak; dünya cennet gibi olacaktır.
Buraya kadar Harari’nin kitabında yer verdiği bazı evrimci iddialara cevap verdik. Kitapta cevap yazılabilecek daha pek çok konu mevcut; ama burada daha fazla detaylandırma gereği duymadık.
https://evrimteorisi.com/ sapiens-kitabi-yuval-noah-h ararinin-evrimci-tarih-yan ilgisi#lightbox/0/
Kitap akademik yönden insanlık tarihini anlattığı iddiasında ancak başından sonuna kadar kitabın her cümlesinde Darwinist düşüncenin izleri görülüyor. Üstelik kitapta Darwinizm, bilimsel kanıtlar sunulmadan bir ön kabul olarak okuyucuya sunuluyor. Bu ön kabul üzerine inşa edilen sözde insanlık tarihinin gelişimi, adeta bir masal havasında canlandırılıyor. Bu sebeple kitap, tarih kitabı özelliği içermediği gibi, bilimsel tek bir kanıtı olmayan sözde evrimci mantığa dayandığı için biyoloji açısından da bilimsel bir değer taşımıyor. Yazarın ateist düşünce yapısı ile yazdığı kitap felsefe kitabı olmaktan öte değil.
Kitabın tek olumlu yanı, “Darwinist düşünce topluma hakim olsa dünyanın nasıl bir kargaşa içine düşeceği” gerçeğine yer vermesi. Darwinist düşüncenin bir sonucu olan vahşi kapitalizm, faşizm ve komünizmin yol açtığı bozuk sosyal yapının mutsuzluk getireceği kitapta açıklanıyor açıklanmasına ancak bu soruna herhangi bir çözüm önerisi sunulmuyor.
Kitap tarihi bilgilerden çok evrimci felsefe üzerine bina edildiğinden, içinde geçen sözde evrimsel yorumlara cevap vermek son derece önemlidir. İnsanın evrimle değil Allah’ın yaratması ile var olduğunun açıkça ortaya konması, kitabın tüm felsefesini çökertecektir. Dünyayı etkisi altına almış olan mutsuz ve çarpık düzenden kurtulmanın tek yolunun Allah inancının dünyaya hakim kılınması ile mümkün olabileceği de bir kere daha hatırlatılmış olacaktır.
Kitabın içinde yer alan tüm iddialara cevaplar Harun Yahya eserleri ve internet sitelerimizde ayrıntılı olarak yer almaktadır. Burada iddiaların hepsini cevaplamak mümkün olmadığından belli başlı olanları cevaplandırılmıştır.
“6 milyon yıl önce yaşamış ortak ata” iddiası
Evrimci mantıkta, “insanın diğer hayvanlardan farklı olmadığı” telkini yapılır ve “insanın hayvanlarla ortak ataya sahip olduğu” masalı empoze edilir. Harari de bu iddiayı kitabının ilk sayfalarında masalsı bir üslupla vermiştir:
“Sevelim ya da sevmeyelim büyük maymunlar adı verilen gürültücü ve büyük bir grubun üyesiyiz… Yalnızca 6 milyon yıl önce tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. Bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 19)
Hikaye tarzı bir anlatımla, bilimsellikten son derece uzak şekilde ortaya atılan bu iddia, bir delil olmaksızın evrimci ön kabul ile yazılmıştır. Öncelikle günümüze kadar, Darwinistlerin bu iddiasını kanıtlayacak tek bir ara fosil daha bulunamamıştır. Bulunması da imkansızdır, keza şu ana kadar elde edilen 700 milyondan fazla fosil, hiç değişmemiş, dolayısıyla evrim geçirmemiş canlılara aittir. “Ortak ata” iddialarını kanıtlayacak, bilimsel hiç bir delilleri olmayan evrimcilerin bu batıl inançlarının kaynağı, “Homoloji” olarak isimlendirilen farklı canlı türlerinde bulunan benzer fiziksel özelliklerdir. Evrimcilere göre maymunların da bizim gibi ellere sahip olmalarının nedeni, sözde “evrimsel akrabamız” olmalarıdır.
Evrimciler, birbirine benzer gördükleri canlıları, birbirinin atası veya ortak bir atadan gelen akrabalar olarak göstermeye çalışırlar. Bilimsel delillerle desteklenmeyen bu iddia ancak batıl bir inanç olarak değerlendirilebilir. Farklı canlı türleri arasındaki yapısal benzerlikler biyolojide “homoloji” olarak adlandırılır. Evrimcilerin homoloji konusundaki iddialarının ciddiye alınabilmesi için benzer organların benzer DNA şifreleri tarafından kodlanmış olması gerekirdi, oysa benzer organlar çoğunlukla çok farklı genetik kodlar tarafından belirlenir. Farklı canlıların DNA’larındaki benzer genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelir. Bundan başka ortak ata iddiasının geçerli olabilmesi için ara geçiş formlarının fosil kayıtlarında bulunması gerekir. Ancak fosil kayıtlarında rastlanan canlılar mükemmel organlara sahip olarak ortaya çıkan ve değişmeden nesiller boyu varlığını devam ettiren türlerden ibarettir. Bu da evrimsel bir sürecin yaşanmadığının ve canlıların yaratıldığının en büyük kanıtıdır.
Evrimin sözde mekanizması, ortaklıktan çeşitlenmeye (divergent) doğru gitmelidir. Halbuki evrimcilerin kendi yaptıkları evrim ağacı senaryolarında bile aralarında akrabalık bağı kuramadıkları canlıların benzer özellikler gösterdiği görülmüştür. Bu da evrimin divergent olması gerektiği mantığına tamamen terstir. Bütün teorileri çıkmaza giren evrimciler bu noktada farklı bir hipotez hayali daha kurarak adına “convergent (çeşitlilikten ortaklığa) evrim” derler. İşte bu, evrim mantığının iflas ettiği noktadır. Richard Dawkins gözün 40 ayrı kez evrimleştiğini iddia eder ki bunun mantıksızlığı herkesin malumudur. Bir organ tesadüflere dayalı olarak 40 kere evrimleşerek aynı noktaya ulaşamaz. Bu ancak bilinçli bir üst aklın yaratması ile mümkündür.
Canlılardaki benzerliklerden yola çıkarak teorilerini kanıtlamaya çalışan evrimciler için büyük sorunlardan biri de tamamen farklı gen yapısından aynı fiziksel özelliğin ortaya çıkmasıdır. Örneğin kamuflaj ustası bir çok canlı, üzerinde yaşadığı ortamın yapısına mükemmel derecede uyum gösterir. Resimlerde gördüğümüz böcek türlerinin hiç birinin genetik dizilimleri, üzerinde bulunduğu bitkinin genetik dizilimleri ile benzerlik göstermez. Farklı gen yapısından böylesine birebir aynılıkta fiziksel özelliklerin ortaya çıkabilmesi elbette ki hayranlık uyandırıcıdır. Hem bitkinin hem de böceğin gen yapısına hakim üstün bir Yaratıcı olmadan böyle bir sanatsal harikanın ortaya çıkması mümkün değildir. Kamuflaj özelliği gösteren bu canlılar Yuval Noah Harari temelli ortak ata iddiasında olan evrimcilerin hipotezlerini de çürütür.
Homolojiye dayalı bir evrim mantığı kurmak ancak teknolojinin yetersiz olduğu ve genetik bilginin varlığının hiç bilinmediği Lamarck ya da Darwin zamanlarında ortaya atılabilecek bir hipotezdir. DNA, RNA ve proteinin yapılarının ince ayrıntılarının bilindiği, canlı varlıkların gelişiminin çok hassas dengelerle ilerlediğinin ortaya konduğu günümüz yüksek bilim seviyesinde, böyle bir iddianın sürdürülmesi ancak eski evrim inançlarının inatla devam ettirilmesi şeklinde yorumlanabilir.
“100 bin yıl önce 6 farklı insan türü yaşadığı” iddiası
Klasik Darwinist düşüncenin sözde evrimleştirici olarak ortaya attıkları mekanizmalardan biri bildiğimiz gibi doğal seleksiyondur. Doğal seleksiyonun işleyebilmesi de toplumda çeşitlilik olmasını gerektirir. Toplum yapısının çeşitli olmadığı bir ortamda doğal seleksiyonun “güçlü olanın ayakta kalması” iddiasının işlemeyeceği düşünüldüğü için, evrimcilerin hep bir çeşitlilik ve genetik farklılık üretme çabaları vardır. Bu çabaların yürütüldüğü ortam da, genelde spekülasyona açık ve yalanlanmasının da zor olduğunu düşündükleri geçmişe ait fosil bulgularında kendine yer bulur. İnsanın tarihte ortaya çıkışı konusu da spekülasyon yapılan konulardan biridir. Evrimin ortaya atılmasından günümüze kadar geçen sürede, insana ve maymun türlerine ait fosil kayıtları üzerinde bir çok gerçeği yansıtmayan spekülasyon, hatta sahtekarlıklar yapılarak, sözde insansı, ara form veya yeni insan türü iddiaları ortaya atılmıştır. Harari de kitabın başlangıcında 100 bin yıl önce 6 farklı insan türünün aynı anda yaşadığını ve H. Sapiensin diğerlerine üstün gelerek dünya üzerinde tek insan türü olarak kaldığını iddia etmiştir. Farklı türler olduğu iddia edilen insanlar H. Neanderthalensis, H. Erectus, H. Soloensis, H. Floresiensis, H. Denisova ve H. Sapienstir ve farklı insan ırklarıdır. Nasıl ki günümüzde Eskimolar, Çinliler, Türkler gibi farklı insan ırkları varsa aynı şekilde o dönemde de farklı ırklar olmuştur. O dönemdeki insan ırklarının özellikleri de şunlardır:
Neandertaller:
Avrupa ve Asya’da M.Ö. 200 bin ile 30 bin yıllarında yaşamış iri ve güçlü bir insan ırkıdır. İlk fosilleri bulunduğunda “dik yürüyemeyen ara bir tür” olarak yansıtılmasına rağmen bu iddianın yanlış olduğu sonradan kanıtlanmıştır. Ara tür olduğu, insanın atası olduğu iddiaları tutmayınca, bu sefer de -Harari’nin de iddia ettiği gibi- Sapiens’le aynı zamanda yaşamış ama Sapiens tarafından ortadan kaldırılmış bir tür olduğu iddiaları ortaya atıldı. Sırf anatomik farklılıkların canlının başka bir tür olduğunu kanıtlamaya yetmeyeceğinin bilincinde olan evrimci çevreler son yaptıkları sözde bilimsel delillerine genetik çalışmaları da eklediler. Sözde modern insan %1-4 Neandertal geni taşıyordu yani ortadan kaldırılmış değil karışmışlardı. Halbuki bu iddia tam anlamıyla mantıksızdır:
100 bin yıl önceye ait bir DNA’nın, sağlam olarak bulunup, diğer canlılardan ve mikroorganizmalardan ayrıştırılması ve doğru gen dizilimini saptamak imkansızdır. İnsanın maymunla %95-98 benzer genetik yapıya sahip olduğu iddia edilirken, Neandertalle sadece %1-4 gen paylaşımı iddia etmek de başka bir akıl tutulmasıdır. Sapiens de Neandertal de aynı türün farklı ırklarını oluşturmaktadırlar; sözde bilimsel dergi ve laboratuvarlarda farklı tür oluşturma girişimleri, evrimci iddiaları kanıtlama yönündeki nafile çalışmalardır. (“Neandertaller İnsanın Maymunsu Atasıdır” İddiası Bir Sahtekarlıktır)
Soloensis:
Yüz bölgesi eksik 12 kafatasından meydana gelen Kenya’da bulunmuş fosil kalıntılarıdır. Soloensis kafataslarının ne olduğuna evrimciler bir türlü karar verememişler ve sonuçta kafatasları kaplan(!), Neandertal Adamı ve en sonunda “modern insan” olarak tanımlanmıştır. Solo kafataslarına verilen isimler de evrimcilerin nasıl bir durumda olduklarını göstermesi bakımından manidardır. Bu kafatasları şu isimle isimlendirilmişlerdir: Homo (Javanthropus) soloensis. Homo soloensis, Homo primigenius asiaticus, Homo neanderthalensis soloensis, Homo sapiens soloensis, Homo erectus erectus, Homo erectus , ve en son olarak Homo sapiens.
Bu da insanın hayali evrimi senaryosunu inceleyen antropolojinin güvenilirlikten ne kadar uzak olduğuna dair açık bir işaret oluşturmaktadır. (Kenya’da Ele Geçirilen Kafatasıyla İlgili Yanılgılar)
Floresiensis:
Endonezya’nın Flores adasında bulunan 18 bin yaşında 8-12 insana ait kalıntılardan oluşan fosillerden bir tanesi olan H. Floresiensis ise, 1 metre boya ve 380cc beyin hacmine sahipti; çene ve bilek anatomisinde “normal” Homo sapiens’ten farklı özellikler ortaya koyuyordu. Evrimciler bunları maymunsu özellikler olarak çarpıtmış ve kalıntıları insanın sözde evriminde Homo sapiens’ten ayrı bir tür olarak tanımlamışlardı. Oysa sonra yapılan çalışmalarda, bu bireyin “Kretinizm” denen tiroid hormonu eksikliği ile oluşan ve fiziksel ve zihinsel gelişimi önemli ölçüde etkileyen bir hastalığa sahip olduğu bulunmuştur. Yani H. Floresiensis, ayrı bir tür değil, hastalığı olan bir insandır. (Homo floresiensis ve Evrim Masalı Hakkında Ortaya Çıkan Gerçekler)
Denisova:
Bu fosiller arasında en son ortaya atılanıdır. Aslında ortada bir fosilin varlığından da söz edilemez. Bulunan sadece 0.5cm’lik bir parmak kemiği parçası ve iki dişten ibarettir. Evrimciler bu küçük fosil parçacıklarından insanlık tarihini ve gen transferini yeniden yazmaya kalkmışlardır. Denisova da yine Neandertal gibi sözde genetik çalışmalarla desteklenmeye çalışılmıştır. Halbuki bu durumda da farklı bir insan türünün varlığını destekleyecek hiç bir kanıt yoktur. (Science Mag’den Uydurma Bir ‘İnsansı’ Masalı: Denisovanlar)
Görüldüğü gibi, Harari’nin 6 farklı tür iddiası bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu insan fosillerinin bir kısmı hastalıklı, bir kısmı sahte türetilmiş fosillerden, bir kısmı da fiziksel farklılıklar gösteren bireylerden oluşmaktadır. Günümüzde nasıl insan ırkları fiziksel olarak birbirinden farklı özellikler sergiliyorlarsa, bundan 100 bin yıl önce de fiziksel olarak farklılıklar göstermişlerdir. Bu onların farklı fenotipe sahip bireyler olduklarının delilidir. İnsan ilk yaratıldığı andan günümüze kadar geçen zamanda hep tek bir tür olarak var olmuştur.
Büyük beyin, yüksek zeka yanılgısı
Evrimcilerin farklı türleri birbirlerinin atası gibi gösterme çabalarında dayandıkları temel noktalardan biri, beyin hacmidir. İddiaya göre zamanla beyin hacmi büyüdükçe, zeka artmış ve günümüz insanında en üst noktaya ulaşmıştır.
Evrimcilere bu kadar serbest bir şekilde gerçek dışı senaryo yazma imkanı veren etken ise, özellikle de fosil alanında, bu konudaki delillerin azlığıdır. Beyin yumuşak bir dokudur. Yumuşak dokular bazı özel şartlar dışında daha zor fosilleşirler. Bu yüzden insan beyninin yapısına dair hiçbir fosil kaydı yoktur. Harari de temelsiz bu iddiayı dayanak noktalarından biri yapmıştır. Harari’nin kitabındaki hikayevari anlatımlar şöyledir:
“En erken erkek ve kadının 2.5 milyon yıl önce beyinleri yaklaşık 600 cm3’tü. Modern sapiensin ortalama beyni ise 1200-1400 cm3’tür. Neandertal beyni ise daha büyüktü.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 22)
Oysa 600 cm3 beyne sahip ilk insan olarak ortaya atılan Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymun sınıfına dahildir. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahiptir. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumludur. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüdür. (http://www.harunyahya.org/
Neandertal beyninin 1600 cm3 olduğu düşünüldüğünde, günümüz insanından daha geri bir tür olarak gösterilmeye çalışılması, beyin hacmine dayalı bu iddianın da çökmesi anlamına gelir. Halbuki Neandertaller sadece iri bir insan ırkıdır. Bugün yaşayan ortalama kadın beyni 1200cm3, erkek beyni ise 1400 cm3“Geçmişte insanın pek az şey ürettiği” iddiası doğru değildir
Harari ve diğer evrimcilerin bir iddiası da “geçmiş nesillerin çok az şey ürettiği” yönündedir. Bunu iddiadaki asıl amaç; insanlığın gerek zeka gerekse kültürel olarak basitten karmaşığa giden bir süreç yaşadığı iddialarını kanıtlamaya çalışmaktır. Darwinistler ilk insanların hayvanlara yakın düşünme yetisi ve becerisine sahip, sözde ilkel bir beyinlerinin olduğunu, beyin gelişimi ile birlikte de insanların daha çok şey üretebildiğini savunurlar. Buna delil olarak ise sadece “Taş devri” olarak tanımlanan hayali dönemde çakmak taşından bir kaç sopa ve bıçak dışında hiçbir aletin bulunamamasını örnek gösterirler. Halbuki bu tarz bir delil, geçmiş yaşamın nasıl olduğuna dair güvenilir bir bilgi vermekten uzaktır.
Günümüzden 300-500 yıl öncesine ait pek çok eşyanın bile doğal süreçler altında bozulmaya uğradığı herkesin malumudur. Geçmişe ait eşyaların bozuluma uğramaması için özel şartlar altında korumaya alınması bile bazen yetersiz kalmaktadır. Doğal koşullar altında bozulmanın hızlanacağı açıktır. Metal eşyaların 1500 yıldan daha fazla süre bozulmadan kalmasının pek mümkün olmadığı bilinmektedir. Taşlar bile zaman içinde ufalanarak aşınıp özelliklerini yitirmektedirler. 3000-4000 yıllık piramitlerin yapısı ciddi şekilde aşınmış durumdadır. Bu durumda evrimcilerin iddialarına delil olarak sunduğu iyi korunmuş ortamlardan kalma bir kaç parça taş eşyanın 100 bin hatta 10 bin yıl öncesi yaşam şartlarını yansıtmayacağı çok açıktır.
Dolayısıyla tarihte sözde “ilkel insanların” yaşadığı bir taş devri olduğu iddiası bir aldatmacadır. Tarihin hiçbir döneminde ilkel insan var olmamış, sadece taştan aletlerin yapıldığı ilkel bir dönem yaşanmamıştır. İnsanlık tarihinin her dönemi, büyük medeniyetler barındırır. Öyle ki, eski çağ medeniyetlerinin kimi keşiflerini şu an bile gerçekleştirmekten uzağız.
İnsanın fiziksel yapısı ilk insandan itibaren hep aynıdır. Akıl ve şuur seviyesi günümüzde ne ise ilk insanda da benzer kapasitededir. İlkelden gelişmişe doğru bir toplum yapısı sergilenmemiş, günümüzdeki gibi dalgalanmalar göstermiştir. Tarihin değişik zamanlarında pek çok ileri seviyede medeniyetler kurulmuş ve bunlar da bir müddet sonra yok olmuştur. Bu yok oluşlar sırasında o zamana kadar oluşan bilgi birikimi de kaybolmuş, kültürler ve bilimsel gelişimler tekrar tekrar yaşanmak durumunda kalınmıştır. Bugün nasıl uzay çağını yaşayan toplumlarla, bilimden, teknolojik imkanlardan uzak basit yaşam tarzına sahip topluluklar aynı dünyada yer alıyorsa, geçmiş devirlerde de bilimsel ve teknolojik açıdan üst düzey kültürler yaşamıştır.
“Dik yürüme özelliğinin zamanla kazanıldığı” aldatmacası
Harari’nin Sapiens isimli kitabındaki masalsı anlatımlardan biri de şöyledir:
“Ayaktayken av hayvanlarına ve düşmana karşı savanı taramak daha kolaydır ve hareket etmek için gerekmeyen kollar, taş atmak ve işaret etmek gibi işler için kullanılabilir. Ellerimiz daha fazla şey yapabildikçe ellerin sahipleri de daha başarılı hale geldiler, dolayısıyla evrimsel baskı avuçlarda ve parmaklarda daha yoğun bir sinir ağı ve kasların gelişmesini sağladı.” (Yuval Noah Harari. Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif kitap, 2015, sayfa 22.)
Bu masalsı anlatım tarzı, Lamarck zamanında, genetik bilginin varlığının bilinmediği çağlardan kalmadır. Halbuki bugün çok iyi biliyoruz ki, genlerde yer alan bilgilerin fiziksel yapımızı etkilemesi ile yapabildiğimiz şeylerin kapasitesi belirlenir. Ancak bunun tersi, yani yaptığımız hareket ve davranışların genlerimizi etkilemesi gibi bir mekanizma asla söz konusu değildir. Gen varlığının bilinmediği bir dönemde spor yapan, ağırlık kaldıran insanları izleyen bir gözlemci, sadece ağırlık kaldırdıkça kas kemik yapısının güçlendiğini görerek böyle bir yanlış çıkarımda bulunmuş olabilir. Aslında o devirde bile, sporcuların çocuklarının -spor yapmazlarsa- kas kemiklerinin ebeveynlerine benzemediği gözlense böyle bir iddia ortaya atılmayacaktır.
1996 yılında insanın iki ayaklı yürüyüşü konusunda araştırmalar yapan İngiliz mühendis Robin Crompton, yaptığı bilgisayar simülasyonları sonucunda maymun yürüyüşü ve insan yürüyüşü arasında bir hareket şeklinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Crompton’ın çalışması göstermiştir ki, bir canlı ya iki ayağı üzerinde dik olarak yürüyebilir, ya da dört ayağını kullanarak ve öne eğik olarak hareket edebilir. Bu ikisinin arasında kalan bir yürüyüş modeli son derece verimsizdir.
Dahası, fosil kayıtları, hiçbir zaman hiçbir canlının insan ve maymun yürüyüşü arası bir hareket şekline sahip olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtları üzerinde yapılan detaylı incelemeler, Australopithecus ve Homo Habilis sınıflamalarına dahil edilen canlıların maymunlar gibi dört ayaklı ve eğik yürüdüklerini, Homo Erectus ve Neandertal adamı gibi insan ırklarının aynı bizim gibi dik yürüdüklerini ispatlamaktadır. Yani iki ayaklı dik yürüyüş modeli, dünya üzerinde ilk olarak insanlarla birlikte ve aniden ortaya çıkmıştır.
Sosyal Darwinizmin getirdiği tehlike
Kitapta evrim teorisini desteklemek amaçlı yapılan anlatımların sonrasında ateist düşünce yapısı üzerine bina edilen felsefeye genişçe yer verilmiştir. Dünyamızın geçmişte, şu an içinde sürüklendiği ve ileride sürüklenebileceği dinden uzak yaşam tarzının oluşturduğu çarpık sistemlerin analizi yapılmıştır. Dikkat çekici olan kitabın yazarının, bunları anlatırken gerek açık gerek gizli verilen tehlikeli Darwinist mesajların, bu hatalı düzeni daha da derinleştirici etkisi olacağını görmüş olmasıdır:
“Biyoloji bilimine göre insanlar (haşa) “yaratılmamış” evrimleşmiştir. Ve evrim kesinlikle eşitlikçi değildir. Eşitlik fikri yaratılış inancıyla iç içe geçmiştir. Eğer Hıristiyanların tanrı, yaratılış ve ruhlar hakkındaki mitlerine inanmıyorsak, tüm insanların “eşit” olması ne anlama gelmektedir?… Biyolojide hak diye bir şey yoktur. Sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır…. Peki ya özgürlük? Biyolojide özgürlük yoktur. Tıpkı eşitlik, haklar gibi özgürlük de insanların ancak hayal güçlerinde icat ettiği ve yaşattığı bir kavramdır. Biyolojik bakış açısıyla bakıldığında insanların demokrasilerde özgür, diktatörlüklerde özgürlüklerinden mahrum yaşadıklarını söylemenin hiç bir anlamı yoktur.” (Yuval Noah Harari, Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Kolektif kitap, 2015, sayfa 118)
Şu bir kaç satırı okumak bile Darwinist düşünce yapısına sahip dünyanın ne kadar vahşi bir hal alabileceğini anlamak açısından çok önemli. Evrimci düşünceyle şekillenmiş, Allah’a inanmayan bir toplumda insanların ne kadar sınır tanımaz hale gelebilecekleri ortada. Din ahlakı yıkıldığı anda, dinin özünde yer alan dayanışma, fedakarlık, merhamet, yoksulların ve zayıfların korunması, tüm insanların eşit sayılması, sevgi gibi erdemler yerini, zulüm, baskı, işkence, bencillik, sevgisizlik, köleleştirme, öldürme gibi tehlikeli ve acımasız bir hayat tarzına terk edecektir. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar anlamını yitirecek, güçlünün zayıfı, zenginin fakiri ezdiği bir ortam, çok kısa sürede yaşanılmaz hale gelecektir. Evrimci düşünce bu hayat tarzını, teorinin temelinde mücadele olduğu için sözde “doğal seleksiyonun” bir parçası olarak niteler ve bir gereklilik olarak görür; böylece kendilerince güçlü, sağlıklı, akıllı nesillerin, sözde evrimin ilerlemesine katkıda bulunacağı iddia edilir.
Bu acımasız düşüncenin örneklerini Darwinist fikrin dünyaya hakim olduğu 20. yüzyılda çokça yaşadık. Hitler, Stalin, Pol Pot gibi diktatörlerin zalimliğini, milyonlarca insanı nasıl soykırıma uğrattıklarını, Hitler’in kendince “aşağı ırk” olarak gördüğü insanları nasıl gaz odalarında öldürttüğünü; birçok Batı ülkesinde yüz binlerce insanın sadece hasta, sakat veya yaşlı olduğu için nasıl zorla kısırlaştırıldığını veya ölüme terk edildiğini 20. yüzyılda tüm dünya izlemiştir. Acımasız rekabet nedeniyle dünyanın her yanında insanların ezildiklerini ve sömürüldüklerini; ırkçılığın kimi devletlerin ideolojisi haline geldiğini ve bazı ırkların insan bile sayılmadığını; komünist ile kapitalist, sağ ile sol arasında çatışmalar, sıcak ve soğuk savaşlar yaşandığını; aynı ülke halklarının, hatta kardeşlerin bile birbirlerine düşman hale geldiğini herkes bilmektedir.
Evrimci düşünce yapısına sahip ateist bir kimse de, aslında dine ait ahlak kurallarının yaşandığı bir dünyanın, çok daha iyi bir hayat olacağının farkındadır. Ancak bu kişilere “Gelin din ahlakına uygun yaşayalım” demek, onların ideolojilerini birden bire değiştirmeyecek, istenilen sonuç alınamayacaktır. İşte bu noktada, inançlarının temelinde yer alan sözde evrim teorisinin geçersizliğinin çok iyi anlatılması, Harari’nin kitabında anlattığı düşünce yapısını ve diğer ateist sistemleri temelinden sarsacak ve çökertecektir. Evrimin geçersiz olduğunun ve evrime dayalı bir hayatın geçersizliğinin bilimsel delillerle kanıtlanması, insanı, evrenin ancak bilinçli bir güç tarafından yaratılabileceği sonucuna ulaştıracaktır. Allah inancının topluma hakim olması da, sevginin, kalitenin, özgürlüğün, demokrasinin, saygının ve her türlü güzelliğin temeli olan din ahlakını hakim kılacak; dünya cennet gibi olacaktır.
Buraya kadar Harari’nin kitabında yer verdiği bazı evrimci iddialara cevap verdik. Kitapta cevap yazılabilecek daha pek çok konu mevcut; ama burada daha fazla detaylandırma gereği duymadık.
https://evrimteorisi.com/
Pikaia fosili (alttaki kare çerçeve içinde)
Pikaia fosili (alttaki kare çerçeve içinde)
Evrimciler pikaia adlı canlının balıkların atası olduğunu iddia ettiler. Oysa, daha sonra pikaia'nın torunları olduğu iddia edilen balıklarla, pikaia'nın Kambriyen dönemde, birlikte yaşadıkları ortaya çıktı.
Archaeopteryx’in kuşların atası olduğu iddiası bir sahtekarlıktır
Archaeopteryx’in kuşların atası olduğu iddiası bir sahtekarlıktır
1860 yılında Almanya’da bulunan Arcaeopteryx adı verilen kuş fosili, günümüz kuşlarından farklılık gösteren bazı özgün özellikler içeriyordu. Ağzındaki dişler, kanatlarındaki pençeler ve uzun kuyruğu Darwinistler tarafından spekülasyon malzemesi olarak kullanıldı ve kuş, hiçbir bilimsel dayanak olmamasına rağmen, alelacele sürüngenlere benzetilerek sürüngen-kuş ara formu olarak lanse edildi.
Oysa bu iddiada büyük bir aldatmaca vardı.
Arcaeopteryx’in Darwinistler tarafından sahte bir ara form olarak efsaneye dönüştürülmesinden bir süre sonra fosil kemikleri detaylı incelendi ve bu canlının sürüngenden kuşa hayali geçişi gösteren “ilkel bir kuş” olmadığı, aksine iskelet ve tüy yapısının uçmaya son derece elverişli olduğu, sürüngenlere benzetilen özelliklerin tarihte yaşamış ve hatta günümüzde yaşayan diğer bazı kuşlarda da bulunduğu ortaya çıktı. Darwinizm yanlısı Science dergisi, bu gerçeği açıkça dile getirmişti:
Archaeopteryx muhtemelen ilk kuşlarla ilgili olarak tüylerin ve uçuşun en eski kökeni ile ilgili pek bir şey söyleyemez, çünkü Archaeopteryx, modern anlamda, bir kuştur. i
Archaeopteryx farklı canlı türlerinin özelliklerini taşıyan mozaik bir canlıdır. Mozaik canlılar, bilim adamları tarafından kompleks yapılarıyla dikkat çeken ve birkaç türün farklı özelliklerini barındıran canlılar olarak tanımlanmışlardır. Darwinistlerin Archaeopteryx üzerinde kullandıkları aldatmaca da, bu fosilin bir mozaik canlıya ait olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa mozaik canlılar da, tüm diğer günümüz canlıları gibi kompleks özellik gösteren yaratılış örnekleridir. Fransız biyofizikçi evrimci Pierre Lecomte du Nouy bu konuyla ilgili şu itirafı yapmaktadır:
İstisnai bir vaka olan Archaeopteryx’i gerçek bir ara form olarak değerlendirme yetkisine sahip değiliz. Ara form derken, sürüngenlerle kuşlar gibi sınıflar veya daha küçük gruplar arasındaki gerekli olan geçiş aşamalarını kastediyoruz. İki farklı gruba ait özellikler sergileyen bir hayvan, eğer üzerinde geçişe dair aşamalar bulunmamışsa ve geçişe dair mekanizmalar hala bilinmiyorsa, gerçek bir ara form olarak kabul edilemez. ii
Darwinist çevreler arasında bu itirafı yapanların sayısı aslında oldukça fazladır. Sıçramalı evrim aldatmacasını ortaya atarak gündeme gelen 20. yüzyılın en tanınmış Darwinistlerinden Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de Archaeopteryx’in bir ara form olarak kabul edilemeyeceğinde hemfikirdirler.iii Jonathan Wells, “Dünyanın en güzel fosili, Ernst Mayr’ın ‘sürüngenlerle kuşlar arasında neredeyse en mükemmel bağlantı’ dediği numune, sessizce rafa kaldırıldı. Ve kayıp halkaları araştırma, Archaeopteryx hiç bulunmamış gibi devam etmektedir.” iv diye belirtirken bu fosilin evrime delil teşkil etmediğini, bilim çevrelerinin açıkça kabul ettiklerini dile getirmektedir. Fakat ilginçtir ki, Darwinist bilim adamları tarafından açıkça itiraf edilmiş olmasına rağmen, Darwinist yayınlarda Arcaeopteryx fosili halen bir ara form olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. Jonathan Wells bu durumu şu şekilde izah eder:
Bazı biyoloji ders kitapları Archaeopteryx’i kayıp bağlantının klasik örneği olarak göstermeye devam etmektedir. Mader’in 1998 baskılı Biology adlı kitabı, onu “sürüngenlerle kuşlar arasındaki geçiş bağlantısı” diye nitelendirmektedir. William Schraer ve Herbert Stoltze’nin Biology: The Study of Life (Biyoloji: Hayatın İncelenmesi) adlı kitabının 1999 baskısı da öğrencilere “pek çok bilim adamının onun sürüngenlerle kuşlar arasındaki evrimsel bağlantıyı temsil ettiğine inandığını” söylemektedir. v
Kuşkusuz bu durum, bu büyük sahtekarlığın halen devam ettirilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Ellerinde herhangi bir ara form bulunmaması karşısında Darwinistler, teorilerinden vazgeçemeyeceklerinden, türettikleri sahte ara formları koruma çabası içine girmektedirler. Arcaeopteryx’in canla başla ve sahtekarca halen gündemde tutulmaya çalışılmasının sebebi de işte budur.
__________________________ ___
i Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 19
ii Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 22
iii Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 22
iv Jonathan Wells, Evrimin İkonları, Gelenek yayınları, Ocak 2003, s. 131
v Jonathan Wells, Evrimin İkonları, Gelenek yayınları, Ocak 2003, s. 130
1860 yılında Almanya’da bulunan Arcaeopteryx adı verilen kuş fosili, günümüz kuşlarından farklılık gösteren bazı özgün özellikler içeriyordu. Ağzındaki dişler, kanatlarındaki pençeler ve uzun kuyruğu Darwinistler tarafından spekülasyon malzemesi olarak kullanıldı ve kuş, hiçbir bilimsel dayanak olmamasına rağmen, alelacele sürüngenlere benzetilerek sürüngen-kuş ara formu olarak lanse edildi.
Oysa bu iddiada büyük bir aldatmaca vardı.
Arcaeopteryx’in Darwinistler tarafından sahte bir ara form olarak efsaneye dönüştürülmesinden bir süre sonra fosil kemikleri detaylı incelendi ve bu canlının sürüngenden kuşa hayali geçişi gösteren “ilkel bir kuş” olmadığı, aksine iskelet ve tüy yapısının uçmaya son derece elverişli olduğu, sürüngenlere benzetilen özelliklerin tarihte yaşamış ve hatta günümüzde yaşayan diğer bazı kuşlarda da bulunduğu ortaya çıktı. Darwinizm yanlısı Science dergisi, bu gerçeği açıkça dile getirmişti:
Archaeopteryx muhtemelen ilk kuşlarla ilgili olarak tüylerin ve uçuşun en eski kökeni ile ilgili pek bir şey söyleyemez, çünkü Archaeopteryx, modern anlamda, bir kuştur. i
Archaeopteryx farklı canlı türlerinin özelliklerini taşıyan mozaik bir canlıdır. Mozaik canlılar, bilim adamları tarafından kompleks yapılarıyla dikkat çeken ve birkaç türün farklı özelliklerini barındıran canlılar olarak tanımlanmışlardır. Darwinistlerin Archaeopteryx üzerinde kullandıkları aldatmaca da, bu fosilin bir mozaik canlıya ait olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa mozaik canlılar da, tüm diğer günümüz canlıları gibi kompleks özellik gösteren yaratılış örnekleridir. Fransız biyofizikçi evrimci Pierre Lecomte du Nouy bu konuyla ilgili şu itirafı yapmaktadır:
İstisnai bir vaka olan Archaeopteryx’i gerçek bir ara form olarak değerlendirme yetkisine sahip değiliz. Ara form derken, sürüngenlerle kuşlar gibi sınıflar veya daha küçük gruplar arasındaki gerekli olan geçiş aşamalarını kastediyoruz. İki farklı gruba ait özellikler sergileyen bir hayvan, eğer üzerinde geçişe dair aşamalar bulunmamışsa ve geçişe dair mekanizmalar hala bilinmiyorsa, gerçek bir ara form olarak kabul edilemez. ii
Darwinist çevreler arasında bu itirafı yapanların sayısı aslında oldukça fazladır. Sıçramalı evrim aldatmacasını ortaya atarak gündeme gelen 20. yüzyılın en tanınmış Darwinistlerinden Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de Archaeopteryx’in bir ara form olarak kabul edilemeyeceğinde hemfikirdirler.iii Jonathan Wells, “Dünyanın en güzel fosili, Ernst Mayr’ın ‘sürüngenlerle kuşlar arasında neredeyse en mükemmel bağlantı’ dediği numune, sessizce rafa kaldırıldı. Ve kayıp halkaları araştırma, Archaeopteryx hiç bulunmamış gibi devam etmektedir.” iv diye belirtirken bu fosilin evrime delil teşkil etmediğini, bilim çevrelerinin açıkça kabul ettiklerini dile getirmektedir. Fakat ilginçtir ki, Darwinist bilim adamları tarafından açıkça itiraf edilmiş olmasına rağmen, Darwinist yayınlarda Arcaeopteryx fosili halen bir ara form olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. Jonathan Wells bu durumu şu şekilde izah eder:
Bazı biyoloji ders kitapları Archaeopteryx’i kayıp bağlantının klasik örneği olarak göstermeye devam etmektedir. Mader’in 1998 baskılı Biology adlı kitabı, onu “sürüngenlerle kuşlar arasındaki geçiş bağlantısı” diye nitelendirmektedir. William Schraer ve Herbert Stoltze’nin Biology: The Study of Life (Biyoloji: Hayatın İncelenmesi) adlı kitabının 1999 baskısı da öğrencilere “pek çok bilim adamının onun sürüngenlerle kuşlar arasındaki evrimsel bağlantıyı temsil ettiğine inandığını” söylemektedir. v
Kuşkusuz bu durum, bu büyük sahtekarlığın halen devam ettirilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Ellerinde herhangi bir ara form bulunmaması karşısında Darwinistler, teorilerinden vazgeçemeyeceklerinden, türettikleri sahte ara formları koruma çabası içine girmektedirler. Arcaeopteryx’in canla başla ve sahtekarca halen gündemde tutulmaya çalışılmasının sebebi de işte budur.
__________________________
i Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 19
ii Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 22
iii Hank Hanegraaff, Fatal Flaws “What Evolutionists Don’t Want You To Know”, W Publishing Group, 2003 s. 22
iv Jonathan Wells, Evrimin İkonları, Gelenek yayınları, Ocak 2003, s. 131
v Jonathan Wells, Evrimin İkonları, Gelenek yayınları, Ocak 2003, s. 130
Fosiller Evrimi Niçin Reddeder?
Fosiller Evrimi Niçin Reddeder?
(Canlı Türleri Fosil Kayıtlarında Bir Anda ve “Tamamen Şekillenmiş” Olarak Ortaya Çıkar)
Evrimciler, balıkların pikaia gibi omurgasız deniz canlılarından, amfibiyenlerin ve günümüz balıklarının "atasal" bir balıktan, sürüngenlerin amfibiyenlerden, kuşların ve memelilerin ayrı ayrı sürüngenlerden ve en son olarak insanların ve günümüz maymunlarının ortak bir atadan evrimleştiklerini iddia ederler.
Bu iddialarını bilimsel olarak ispatlayabilmeleri içinse, bu türler arasında dönüşüm olduğunu gösteren ara geçiş canlılarının fosillerini göstermeleri gerekir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu hayali canlılardan eser yoktur. Evrimciler, bu nedenle bazı canlıların fosillerini taraflı olarak yorumlar ve bu fosilleri ara geçiş formları olarak tanıtırlar. Ne var ki bu "zoraki ara geçiş formları" evrimcilerin kendi aralarında dahi ihtilaf konusudur ve bugüne kadar ihtilafsız olarak kabul edilmiş gerçek bir ara geçiş formu bulunmamıştır. Bunlar aslında geçiş formları değildirler. Ancak evrimciler böyle bir sıralama yapmak zorunda oldukları için, buldukları fosillerden bazılarını ara geçiş formu gibi yorumlarlar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Gareth Nelson evrimcilerin "keyfi" evrimsel ata seçimleri için şunları söyler:
Bazı atalar bulmamız gerekiyor. Şunları seçelim. Neden? Çünkü bu ataların olması gerektiğini biliyoruz ve bunlar en iyi adaylar. Genellikle işler böyle yürüyor. Abartmıyorum.26
Bu bölümde, canlı türlerinin birbirlerinden bağımsız olarak yeryüzünde ortaya çıktıklarını, evrimcilerin iddia ettikleri gibi birbirlerinden evrimleşmediklerini bilimsel delilleri ile inceleyeceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)