Yeni Bir Masal: "Evo-Devo"
Darwinciler, kurdukları makroevrim senaryosunun çıkmazları karşısında insanları ikna etmede âciz kalınca, yeni bir teklif olarak "evo-devo" şeklinde formülleştirdikleri bir kavram etrafında bazı fikirlerle çıkış yolları aramaya başladılar. 1990'larda kullanılmaya başlanan bu tâbir, Evrimsel gelişme biyolojisi (evolutionary developmental biology) mânâsına gelmektedir. Tamamen peşin hükümlü ve ideolojik bir bakış acısıyla, biyolojinin iki alt disiplini (evrim+gelişme biyolojisi) birleştirilmeye çalışılmaktadır. Canlı topluluklarının nesiller boyunca evrimleşerek geliştikleri(!) iddiasıyla, bir türe ait fertlerin döllenmiş yumurta hâlinden, tam gelişmiş bir vücuda sahip oluncaya kadar doku ve organlarında olan değişiklikleri incelemeyi, birbirini tamamlayacak bir anlayışla ele alma düşüncesinden doğmuştur. Böylece mücerret 'evrim' ile müşahhas 'gelişme biyolojisi', hayalî ile gerçek, teori ile hakikat, zorlanarak birleştirilmeye çalışılmıştır.
Evo-devo kavramında, başlangıç noktası olarak bilinen genetik mekanizmaların, hem evrim hem de gelişme biyolojisi için anahtar konumundaki durumundan hareket edilmiştir. Bir türe ait fertlerin hayat süreleri içinde (deney ve gözlemle sabit) geçirdikleri değişiklikler ile, türlere ait nesillerin geçmişten günümüze (deneyden uzak, kısmî gözlemlere ait hayalî) ne gibi değişiklikler geçirebileceğine ait yorumlar birleştirilmek istenmiştir. Evrim ideolojini güçlendirme gibi bir anlayıştan doğan bu kavrama, giydirilmek istenen mânâlardan birincisi, embriyolojik gelişmeye tesir eden genlerin, makroevrime de sebep olabilecek, anahtar rolleri olabileceğidir.
Meselâ; embriyolojik gelişmenin kontrolünde kendisine rol verilen bir gen, eğer gelişmenin erken bir safhasında herhangi bir sebeple bir değişikliğe uğrarsa (mutasyon v.s.) ne olur? Gelişmenin erken dönemlerinde genomdaki küçük bir değişme bile, organizmanın anatomisinde ve fizyolojisinde büyük neticelere sebep olabilir. Bunu şöyle bir misâlle akla yakınlaştırabiliriz: Hedefe atılan bir ok, kendi hâlinde uçmasına izin verildiğinde, hedefi tam on ikiden vuracaktır. Ancak, henüz uçuşunun başındayken küçük bir dokunma ile ok yörüngesinden saptırılırsa, okun vurduğu nokta, hedeften çok ayrı bir yer olacaktır. İşte evo-devo düşüncesi de, gelişmenin başında meydana gelen küçük değişmelerin, kolayca ortaya çıkabilecek bir mahiyette olmasına rağmen, neticede makroevrim biçiminde, büyük değişmelere sebep olabileceğini iddia eder. Böylece Neo-Darwincilerin, 'devamlı ve küçük (mikro evrim seviyesinde) değişmelerin birikerek, makroevrimi meydana getireceği' şeklindeki geleneksel yaklaşımlarındaki problemlerine çözüm yolu aranmaktadır. Neo-Darwinizm'in aksine olan bu evo-devo anlayışı, gelişmenin erken safhalarını kontrol eden az sayıda genlerin mutasyona uğraması gibi, küçük bedelleri olan, fakat evrim için önemli olabilecek hızlı değişmelerin, makroevrim seviyesinde neticeler ortaya çıkaracağını iddia etmektedir.
Bütün evrimci düşünceler gibi başlangıçta cazip gelen bu iddialarına rağmen, evo-devo anlayışı da şu ân bir kriz içerisindedir. Embriyolojik gelişmeyi kontrol eden genler üzerindeki çalışmalar ve bunlara dair genetik mekanizmaların mikro değişmelere nasıl yardımcı olduğu konusunda gayretler hızla devam etmekte ve bunların evrimle bir alâkasının olmadığı görülmektedir. Maryland Üniversitesi'nde çalışan evo-devo biyoloğu William Jeffery'in itirafıyla, embriyolojik gelişmeye ait genlerin nasıl makroevrimci değişiklikler meydana getirdiğini anlama yolundaki evo-devo gayreti "çıkmaz bir sokaktadır."1 Problemin asıl kaynağı, makroevrim olarak değerlendirilecek değişikliklerin nasıl meydana geldiğini açıklamak için, korunan genler (çok çeşitli organizmalarda, hattâ farklı filumlarda bile temelde aynı şekilde mevcut olan genler) üzerinde durulmasıdır. Bu sıkıntıyı çok iyi bir şekilde gören Elizabeth Pennisi, Science dergisinde, evo-devo hakkında 2002'de yayımladığı bir raporda problemi şu şekilde açıklamıştır: "[korunan genlerin] listeleri neticede, aynı gene sahip olan organizmaların, nasıl bu kadar farklı olduklarına dair ciddi bir bilgi ve kavrama derinliği kazandırmamaktadır."1
Yüzyıldan fazla bir zaman önce, biyologlar bazı hayvanların ara sıra, normalde organizmanın belirli bir yerinde bulunan vücut parçalarının, olması gereken yerden başka yerlerde ortaya çıktığını müşahede etmişlerdir. Meselâ; böceklerin başında antenlerinin bulunduğu yerlerden bazen bacaklar çıkmaktadır (Şekil-1). Bozulan vücut kısımlarının, organizmanın başka kısımlarına benzediğini ifade etmek için, bu tarz transformasyonlara, 1894'te, "homeotik" denilmiştir.2 Modern genetiğin ilerlemesi ile bu tip anomalilere, embriyonik gelişme sırasında, belirli grup hücrelerin kimliğini belirlemekten sorumlu olan "homeotik genlerdeki" mutasyonların sebep olduğu anlaşılmıştır.
Bu durumda homeotik genler, makroevrimi destekleyen anahtar konumunda bir delil olmaktan otomatik olarak çıkmaktadır. Çünkü burada trajikomik bir durum söz konusudur. Homeotik genler "evrensel" olmalarından dolayı, organizmalardaki makroevrim sayılabilecek değişikliklere ait farklılıkları açıklayamaz. Eğer Neo-Darwinizm'in öne sürdüğü gibi, biyolojik yapılar kendilerine ait genler tarafından açıklanıyorsa, o zaman, farklı yapılar, farklı genler tarafından belirlenmelidir. Şayet aynı gen, meselâ, bir meyve sineğinin bacağı ve bir farenin beyni ile veya bir böcek gözü ile insan veya mürekkep balığı gözü gibi, çok farklı yapılarla alâkalı ise, o zaman, aslında bu gen gerçek mânâda bir şey belirlemiyor demektir!
Bir televizyon, bir teyp ve bir klima gibi üç elektrikli cihazda bulunan kontrol anahtarının, birbirinden oldukça farklı âletlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum bize, sadece âletlerin kontrol anahtarının açılmasıyla çalışmaya başladığını bildirir. Bunun dışında, kontrol anahtarlarının benzer olması bu âletlerin yapıları ve fonksiyonları hakkında herhangi bir bilgi vermez. Aynı şekilde, homeotik genler de embriyonun, hücrelerinin çok sayıda inşa edici gelişme yollarından birine ait olduğunu bildirir; fakat bunun dışında, gerçekte bu sürecin neticesinde nasıl bir yapı ortaya çıkacağı hakkında bir bilgi vermez. Homeotik genlerin çok daha fazla nispetlerde "evrensel" olduğu ortaya çıktıkça, bunlara yüklenmiş "kontrol" işi giderek daha az hususi bir yerde ve konumda kalacaktır.
Gelişme açısından en önemli genlerin, dikkat çekici şekilde, solucanlardan, meyve sineklerine ve memelilere kadar birçok farklı tip hayvanda benzer olduğu bulunmuştur. Bu durum önceleri, gelişmeyi kontrol eden genetik program için bir delil olarak görülmüşse de, bugün biyologlar aslında bunun bir paradoks olduğunun farkına varmışlardır. Eğer genler gelişmeyi kontrol ediyorsa, o zaman niçin aynı genler, bu kadar farklı hayvan üretmektedir? Bir tırtıl niçin, sardalye balığı veya kertenkele yerine, bir kelebeğe dönüşmektedir?Bu durumda şunu açıkça söyleyebiliriz ki: Makroevrimi kolaylaştırmak için embriyonik gelişmede ihtiyaç duyulan değişmeler meydana gelmemekte ve evo-devo iddiaları geçersiz kalmaktadır. Yolun başında hedefinden saptırılan bir ok benzetmesine dönersek; merkezden ilk çıkışta ok hedefe doğru olan yörüngesinden ne kadar erken saptırılırsa, istenen hedeften o kadar daha uzağa düşecektir. Merkezdeki çok küçük bir sapmanın, çevrede çok büyük bir açı meydana getirmesi gibi, gelişme hâlindeki bir embriyoya, herhangi bir şekilde bilemediğimiz bir sebepten mutasyona maruz kaldığında, kendisine verilmiş İlâhî programın ve sevkin yönlendirmesiyle, aslî gelişme çizgisine döndürülmek için bazı düzeltme hamleleri yaptırılır. Ancak İlâhî hikmetin ve imtihanın gereği bu tamir mekanizmalarına, bazen dur denir ve embriyo ne kadar erken safhada bozucu tesire maruz kalmışsa, o kadar ciddi ve ağır derecede kusurlu olur. Diğer bir tabirle o embriyonun gelişme oku tam hedefini vuramamış olur. Çok şükür ki embriyonik gelişme yörüngeleri, okların hedefe giderken sapması gibi olmayıp, çoğu zaman Rahmeti Sonsuz'un takdiriyle gelişmenin devamı sırasında, başka gelişme süreçlerinin sebep olarak devreye sokulmasıyla düzeltilmektedir.
Gelişme biyologları lâboratuvar deneylerinde çoğunlukla, embriyonik gelişmeyi bozacak şekilde cenin üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Gelişen bir embriyonun en dikkat çekici özelliği, gösterdiği esneklik ve dirençle, zorlukları yenme gücüdür. Deney için çok yoğun müdahaleye maruz kalsa bile, çok sayıda embriyonun hayretengiz bir şekilde gelişmesini tamamladığı görülür. Yaratıcı'nın (celle celâlühü) koyduğu esas gelişme hedefinin cebrî süreci, dış müdahalelerin meydana getireceği mutasyonlara direnir ve neticede deformasyonlar meydana gelse de, gelişmenin temel son noktası asla değişmez. Embriyolar eğer hayatta kalırlarsa, meyve sineği yumurtaları her zaman meyve sineği olur, kurbağa yumurtaları kurbağa, tavşan yumurtaları da her zaman tavşan olur. Türleri bile değişmez. Her embriyo gelişip, belirli bir tür hayvan olmak için, sonsuz bir ilim ve kudretle programlanmıştır.
Gelişmeye ait süreçlerin her safhasının genetik programlarla kontrol edilmediği hususunda çok sayıda delil ve çalışma vardır. Elbette, sebepler açısından genlere gelişmede belirli roller verilmiştir. Ancak, genlerin bütün gelişmeyi kontrol ettiğini veya belirlediğini söylemek oldukça mübalağalı bir ifadedir. Genlerin gelişmeyi tek başlarına kontrol etmediğine dâir delillerin en başında, şu deneyi gösterebiliriz: Bir yumurtanın genleri yumurtadan çıkarılıp, başka gruptan farklı bir hayvanın genleri o yumurtanın içerisine konulduğunda, gelişme orijinal yumurtanın yolunu takip etmekte, tabiî ki bu gelişme doğru proteinlerin yokluğundan dolayı, ancak embriyo ölünceye kadar sürmektedir. Bu kaidenin çok nadir istisnaları vardır, meselâ; melez üretmek için, normal olarak çiftleşebilen hayvanların genomu birbirine nakledildiğinde kendi özelliklerini sergileyebilir. Bilim kurgu senaryosunda, dinozor üretmek için fosilden elde edilen DNA'ları devekuşu yumurtalarının içerisine koymak, "Jurasik Park" filmini seyrederken heyecan verse de, ilmî gerçeklerle uyuşmamaktadır.
DNA'nın tamamen yer değiştirmesi yerine, DNA'yı mutasyona uğratsak ne olur? "Doygunluk mutagenezi"nin (doyuncaya kadar genetik mutasyona yol açma hâdisesi) çoğunlukla ölüme veya deformasyona sebep olduğu görülmüş; fakat organizmaya fayda sağlayacak bir anatomik değişiklik asla üretilememiştir. DNA mutasyonları embriyonik gelişmedeki hedefin son noktasını değiştiremediğinden, türler de başka bir türe değiştirilememektedir. Bir embriyonun, yeni proteinler yapması için doğru genlere ihtiyacı vardır ve onlar olmadan embriyonun gelişme süreci zarar görür. Fakat genlere bağlı olmak ile genler tarafından yönetilmek aynı şey değildir. Biraz açarsak; bir ev inşa ederken, uygun yapı malzemelerine ihtiyaç duyarız; ancak bu malzemeler ve âletler, yapacağımız binanın plânını belirlemez.
Genetik Program Bütün Gelişmeyi Kontrol Ediyor mu?
Evrimcilerin pek dikkat etmedikleri ve gözden uzak tuttukları diğer bir husus da genetik programın mutlak cebrîliği konusudur. Bütün temel biyolojik yapılar genetik kodlama programına bağlı gibi görülse de, gerçek tam böyle değildir. Bu durumda "Genetik program bütün bir gelişme sürecini tam olarak mevcut genomun mutlak bilgisiyle sürdürmektedir." denemez. Diğer bir tâbirle, "biyolojik bir kaderleri" vardır ve bu süreç tamamen deterministik değildir. Bu hususu biraz daha akla yakınlaştırmak için yine biyolojik varlıklara ait bazı misâller verebiliriz. Eğer, DNA gelişmeyi tek başına kontrol ediyor olsaydı, o zaman, kendi DNA'nızı, DNA'sı çıkartılmış bir yumurtanın içerisine koyarak, kendinizin bir kopyasını yapabilirdiniz. On sene kadar önce yaşadığımız "klonlama" mübalağasının arkasındaki bu mantıktır. Ancak böyle bir "klon", sizin tamamen aynı olan bir kopyanız olmayacaktır. Sizden daha genç olsa da, bu klonun neye benzeyeceği, büyük ölçüde, içine DNA'nızı koyduğunuz, çekirdeği çıkarılmış yumurtadaki bilgiye bağlıdır.
"Tek yumurta" ikizleri bile tamamen birbirlerinin aynısı olan kopyalar değildir. Ekseriya fizikî kabiliyetlerinde farklıdırlar ve her zaman bu ikizlerin mizaç ve kabiliyetleri de değişiklik gösterir. "Tek yumurta" ikizleri sadece aynı DNA'ya sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda aynı yumurta hücresinden ve aynı rahmin içinde meydana gelmişlerdir. "Tek yumurta" ikizlerinde görünen mükemmel olmayan benzerlik bile, aynı DNA'dan daha fazla unsurların hesaba katılması gerektiğini göstermektedir.
DNA'nın gelişmeyi tamamen kontrol ettiği iddiasına karşı diğer delil de, yetişkin fertteki hücrelerin, döllenmiş yumurta ile aynı DNA'yı taşıması gerçeğinden kaynaklanan, fakat yetişkin bir hayvanın hücrelerinin, hem sahip oldukları formlar hem de fonksiyonlar açısından birbirlerinden önemli bir şekilde farklılık göstermeleridir. Eğer hepsi aynı DNA'ya sahip ise, neden bu kadar farklıdırlar? Bu hâdise "Gelişme Biyologları"nı en çok meşgul eden hususların başında gelir. İnsanın bütün hücrelerinde aynı DNA zinciri olduğu hâlde, farklı biyokimyevî mekanizmalara, fonksiyonlara ve hususiyetlere sahip, 210 çeşit farklı fabrika gibi, farklı hücreler ortaya çıkmaktadır. Demek ki, DNA dışında bazı faktörler, bazı genlerin çalışmasını durdurmakta ve neticede her hücre tipi, sahip olduğu genetik bilginin sadece bir kısmını kullanmaktadır. Emriyonik gelişme, DNA'nın dışındaki faktörler tarafından kontrol edilmeyi gerektiriyorsa, o zaman, DNA bütün gelişmeyi kontrol etmiyor demektir.
Diğer bir açıdan da, solucanlar, sinekler ve memeliler gibi çok farklı hayvanlarda benzer gelişme genleri bulunduğu hâlde, bu genler ait oldukları organizmanın bütünlüğü içinde, farklı ürünler (organ kısımları) meydana getirebilmektedir. Bütün bunların dışında, yumurta içinde, DNA'dan bağımsız olarak gelişmeye tesir ettiği bilinen, mikrotübül dizileri ve zar yapıları gibi çok sayıda organel kısımları veya moleküllerin bulunması, gelişme sürecindeki kompleksliğin, sadece DNA programıyla ve bu molekül dizisinde tesadüfen ortaya çıkabilecek mutasyonlarla izah edilemeyecek kadar müthiş olduğunu göstermektedir.
Peki, o zaman, genetik programların gelişmeyi kontrol ettiği görüşünün bu kadar câzip olmaya devam etmesinin sebebi nedir? Çünkü büyük ölçüde bu görüşün mantığı ile Neo-Darwinci evrim mantığı arasında bağlantı vardır. Neo-Darwinizm'e göre, "Genetik mutasyonlar evrim için hammadde sağlarlar ve tabiî seleksiyon da organizmaları, gen frekanslarındaki değişmeye göre ayarlar. Gelişme, tek bir hücreyi, fare yerine solucana dönüştüren şeydir." Böylece, eğer evrim solucanların genlerini ayarlayıp düzenleyerek, bir fareye dönüştürebilir ise, o zaman bunu, gelişmeyi kontrol eden genleri değiştirerek yapmak zorundadır. Tersinden söylersek, eğer gelişme genler dışında başka bir şey ile kontrol ediliyor ise, o zaman, evrim, genetik mutasyonlar ve gen frekanslarındaki değişikliklerden farklı bir şey yapmak zorundadır. Netice olarak, genetik programların bütün gelişmeyi kontrol ettiği ifadesi eğer yanlış ise, o zaman, Neo-Darwinizm de yanlıştır. Çünkü Neo-Darwinizm mantıkî olarak, gelişmenin bütünüyle genetik programlar tarafından kontrol edilmesini gerektirmektedir.
Neo-Darwinizm'i diğer sahalarda destekleyen deliller çok güçlü olsa idi, belki genetik programın evrim düşüncesindeki merkezî yeri, yukarıda anlatılan karşı delillere rağmen yine de savunulabilirdi. Ancak, Neo-Darwinizm'i desteklediği iddia edilen delillerin, şaşırtıcı bir şekilde zayıf oldukları ortaya çıkmaktadır. Neo-Darwinci evrim için hammadde sağladığı öne sürülen mutasyonlar, bunu ancak organizma için faydalı iseler yapabilirler; fakat gelişmeye ait veya homeotik genlerde meydana gelen mutasyonlar, her zaman zarar vericidir. Aslında, faydalı olduğu bilinen tek mutasyon, mutasyona uğramış bir proteinin diğer moleküller ile doğrudan bağlantılarına tesir eden mutasyonlardır. Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olarak canlı neslinin korunmasına müteveccih DNA'daki bu tarz mutasyonlar antibiyotiklere ve böcek ilâçlarına karşı canlıya direnç kazandırmakta, böylece aynı türe ait bu dirençli fertler sâyesinde nesilleri yok olmaktan korunmaktadır. Fakat asla Darwinizm'e uygun bir evrim için gerekli olan yapıya ait büyük değişmelere sebep olmamaktadır. Mutasyonlar yeni bir tür dahi üretemezken, nasıl olacak da bir balığı sürüngene veya bir dinozoru bir kuşa dönüştürebilecektir.
Gelişmede rol verilen homeotik genlerin ortak bir atada mevcut olması düşünüldüğünden evrensel olduğu öne sürülmüştür. Ancak eldeki delillerin çoğunluğu, homeotik genlerin hâlen kontrol ettiği düşünülen özelliklerin, hayalî ortak atada bulunmadığı yönündedir. Darwinci bir perspektiften bakıldığında bu ciddi bir problemdir. Neo-Darwinizm'e göre, kompleks gen dizileri, onlara sahip olan organizmalara sağladıkları seçici avantaja göre kademeli olarak evrimleşmiştir. Ancak, seçici avantaj sağlayan gen dizileri, eğer faydalı adaptasyonların gelişmesini programlıyorsa, bunu yapabilir. Fakat pratikte durum böyle değildir. Homeotik genlere sahip ortak ata konumundaki bir hayvanın, sahip olduğu genler, bugün alâkalı olan adaptasyonların hiçbirini taşımıyorsa, o zaman bu genlerin, sanki karşılaşacağı ortam şartlarını bilip, akıllı gibi davranması, her şeyi hesaplayıp tahmin ederek, bu adaptasyonlardan önce meydana getirilmiş olması gerekir ki, böyle bir durum muhaldir. Bu takdirde homeotik genler nasıl ortaya çıkıp, evrimleşmiştir?
Neo-Darwinizm, bu tarz genlerin, keşfedilmeyi bekleyen ilkel adaptasyonları kodlayarak evrimleştiği fikrini sürdürmektedir. Ancak bu özel ve geçici olarak, baştan kurgulanmış bir gâye için, keyfi bir biçimde ve hiçbir temeli olmadan meydana getirilmiş (ad hoc) bir spekülasyondur. Çok büyük farklılıklar gösteren organizmalarda, aynı homeotik genlerin bulunmasına, mühendislerin çalışmalarından örnek verebiliriz. Mühendisler tekerleği yeniden icat etmek yerine, mevcut tekerlekle ilgili bilgi birikimlerini yeniden kullanırlar. Bir mühendis, benzer veya kısmen aynı olan bir elektrik motorunun hem çamaşır makinesinde, hem bulaşık makinesinde, hem bir otomobilin marş dinamosunda kullanılmasına şaşırmaz. Aynı benzer homeotik genlerin de farklı cins hayvanlarda bulunmasına şaşırmamalıyız. Bu tarz gen dizilerinin, canlılar âleminde farklı organizmalar içinde yaygın olması, ortak yeryüzü ortamının şartlarına uygun yaratılış süreçlerini gösterir. Oksijen almak mecburiyetindeki hayvanların büyük bir çoğunluğunda hemoglobin ve hemocyanin moleküllerinin yaygın olması, bunların benzer gen gruplarıyla kodlanmasını gerektirebilir. Ancak oksijen taşıyıcı farklı pigmentler de vardır. Dolayısıyla birçok organizmadaki bazı yapıların veya temel süreçlerin, kısmî benzerliklere sahip olmaları, Yaratıcı'nın benzer programlar kullanmasının hikmetini mükemmel bir şekilde açıklar.
1. Pennisi, E. (2002): Evo-Devo Enthusiasts Get Down to Details. Science 298:953.
2. Bateson, W. (1894): Materials fort he Study of Variation Treated with Especial Regard to Discontinuity in the Origin of Species (London: MacMillan).
Makroevrimin İmkânsızlığı
Mutasyonlar ve tabiî seleksiyon, yeni adaptasyonlara ve orijinal organlara sahip bir canlı üretilmesine dâir herhangi bir güçlü delil ortaya koymamasına rağmen yine de; "Makroevrimle bir yeniliğin ortaya çıkması acaba mümkün müdür?" şeklinde bir soru sorabilir ve böyle bir değişme olması için, kaç genin değişmesi gerektiğini merak edebiliriz. Hücre biyologu, E. J. Ambrose: "Bir organizmada daha önce bilinmeyen en basit bir yapının ortaya çıkmasında bile, en az ihtimal ile beşten daha az sayıda genin rol alması pek mümkün değildir."1 tahmininde bulunmaktadır. Nitekim daha sonra, sadece beş genle kodlanabilen yeni ve nispeten basit bir yapı için gerekli olan fonksiyonel bilginin bile, şans eseri olarak mutasyonlarla meydana gelmesinin akıl almaz derecede imkân dışı olduğu Ambrose tarafından gösterilmiştir.
Ambrose, işe sadece zararlı olmayan mutasyonların (faydalı veya nötr olan mutasyonlar) meydana gelme oranları ile başlamıştır. İhtiyatlı bir tahmin ile 1.000 kişilik bir toplulukta, her nesilde birden daha fazla yeni, zararsız mutasyon olmamaktadır (çoğu gen 100.000'de 1'den daha düşük, mutasyona uğrama/olma sıklığına sahiptir ve bu mutasyonların çoğu da zararlıdır).
Bu takdirde, aynı organizmada iki zararsız mutasyonun olma ihtimali 1.000.000'da 1 olacaktır (birbirinden bağımsız iki hâdisenin birlikte olma ihtimali, bu hâdiselerin müstakil olarak görülme ihtimallerinin çarpımıdır; böylece 1/1000 x 1/1000 = 1/1.000.000 olur). Beş adet zararsız mutasyonun bir organizmada olma ihtimali bu hesaba göre, bin milyon kere milyonda birdir! (Bu ihtimali hesaplamak için, 1/1.000'i kendisiyle beş kere çarpmak gerekir; netice 1/1.000.000.000.000.000'dir.) Böyle korkunç bir rakamın bize birinci olarak söylediği şudur: "Bu beş mutasyonun tek bir organizmanın hayat süreci içerisinde meydana gelme şansı yoktur." İkinci olarak da şöyle söylenebilir: "Nispeten basit bir biyolojik yapının bile tesadüfî mutasyonlarla meydana gelme şansı 'sıfırken' ve ortada hiçbir model yokken, meselâ; bir akciğerin, bir bacağın veya kanadın ortaya çıkma şansı olabilir mi?"
Genetik prensipler evrime karşı çıkıyor!
Evrimcilerin tatlı hayallerinin hatırı için, bu beş zararsız mutasyonun tek bir organizma yerine, organizma topluluklarının teşkil ettiği, türün gen havuzu içerisindeki farklı fertlerinde meydana geldiğini farz edelim. Hattâ daha fazla taviz vererek, her şeye rağmen bu mutasyonların zaman içerisinde meydana geldiğini ve heterozigot şekilde korunduğunu da kabul edelim. Hardy-Weinberg Genetik Prensibi'ne göre; "Seleksiyon veya başka dış faktörler olmadan meydana gelen tesadüfî çiftleşmelerle, bir populasyonun içerisindeki gen nispetleri nesilden nesile aynı kalmaktadır." Bu durumda, bu beş mutasyona uğramış genin yüzdelerinin, populasyonun geri kalanındaki mutasyona uğramamış eşlerine olan oranı sabit kalacağından, sadece daha fazla yavru üretiminin, bu genlerin yeniden dizilip yerleşerek (rekombinasyon) bir araya gelme nispetlerini artırmaz. Bu oran ancak, bu mutasyona uğramış genleri taşıyan fertlerin çiftleşmesinin özel olarak seçilmesi veya bu mutasyonların daha küçük bir topluluk içerisinde meydan gelmesi olarak tarif edebileceğimiz, genetik sürüklenme ile artabilir. Genetik sürüklenme ile ayrılmış küçük bir topluluk zaman içinde sadece alttür veya ırk dediğimiz, aynı türe dâhil, küçük farklılıklara sahip fertler meydana getirebilir. Başta insan ırkları olmak üzere çeşitli, koyun, köpek, sığır ve güvercin ırklarının ortaya çıkışı genetik sürüklenmeye örnek verilebilir; fakat bunlar hiçbir zaman makromutasyon değildir.
Mutasyonlar, genomun kodlama yapmayan bir kısmında meydana gelmiş ise, herhangi bir özellik kodlamayan bir gen, hayvana herhangi bir avantaj veya dezavantaj sağlamayacağı için seçilemez ve bu yüzden de tabiî seleksiyon, böyle bir mutasyonu eleyemez. Ancak bu durumda yine de, ihtimale dayanan büyük engeller vardır.
Tesadüf üstüne, mutlu tesadüfler(!)
Bu birbirinden ayrı genleri taşıyan organizma fertlerinin, diyelim ki, bir milyon nüfusa sahip bir toplulukta birbirlerini bulma ihtimali nedir? Bu beş genin hepsinin bir organizmada bir araya gelmesi için, doğru zamanda ve doğru bir sıra ile çiftleşmelerine ihtiyaç vardır. Buna ek olarak, neticede meydana gelen yeni beş gen takımı, organizmanın komplekslik seviyesini, ait olduğu türün özelliklerinden daha yukarıya çıkarmak için (makroevrimin gerektirdiği gibi) gerçek mânâda yeni bir yapıyı kodlamak zorundadır. Ancak, böyle bir senaryo tamamıyla inanılmaz ve imkânsız görünmekte, tesadüf üstüne tesadüflerin ardı ardına tam hedefine varmasını gerektirmektedir.
Böyle bir senaryoyla makromutasyon olduğunu açıklamak evrimcilere makûl gelse bile, hâlâ izaha muhtaç çok şey vardır. Beş yeni genden meydana gelen özellikler toplamının aynı fertte tesadüfen(!) bir araya geldiğini ve yine taviz olarak, homozigot seviyede (iki eş kromozomdan her ikisinin de mutant) olduğunu da farz edelim. Şayet heterozigot olursa (iki eş kromozomdan birisinin sağlam olduğu), diğer sağlam kromozomdaki mutasyonlu genlere karşılık gelen genler, dominant (baskın) olacağı için, mutasyonlu beş geni perdeleyecek ve onların kendini göstermesini (ekspresyonunu) engelleyecektir. Bunlara ilâve olarak, beş genin hepsinin kromozomun aynı bölgesinde bir araya geldiğini de farz edelim ki bu, kromozomları kırıp yeniden bir araya getiren mekanizma açısından düşünüldüğünde, imkânsız olmasa da, akla son derece uzak bir durumdur. Eğer bu genler gerçekten bir tek sahada toplanmış olsalardı, bir başka gende meydana gelecek ek bir mutasyon (bu gen topluluğu için anahtar/açma kapama düğmesi geni gibi çalışarak), o alanı çekinik hâlden baskın hâle dönüştürebilirdi.
Renk ve desen değişikliği türün mahiyetini değiştirmez
Bir kromozom üzerindeki genlerdeki böyle bir dönüşüm, bir organizmada gerçekten yeni bir yapının ortaya çıkmasına sebep olabilir mi? Bu tarz beş-altı genin teşkil ettiği bir gen kümesinin Afrika'daki Papilio dardanus gibi taklitçi kelebeklerin renklenmesinin kontrolüne vesile olduğu bilinmektedir.2 Ancak, renk ve desen gibi sadece pigment hücrelerinin faaliyetine ait değişikliklerin kontrol edilmesi, alttür seviyesinde bir değişikliktir ve organlar gibi kompleks yeni yapıların türetilmesi yanında çok küçük kalmaktadır. Çünkü yeni özellikler kazanmış, daha farklı plânda ve kompleks yapıların ortaya çıkmasını açıklayan, beş-altı genden ibaret kümelere ait herhangi bir örnek gösterilmemiştir.
Sistemler "koordinasyon" ve "entegrasyona" muhtaçtır
Ambrose, zararsız mutasyonlara uğramış beş birimlik bir gen kümesinin tesadüfen oluşmasının mümkün olmamasının dışında, makromutasyonların ortaya çıkamayacağına dâir çok daha gayrimümkün yönlere de dikkati çekmektedir. Her şeyden önce, en basit bir biyolojik yapı için bile, örnek olarak verdiğimiz beş genden çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ayrıca "Gen kümelerinin içerisindeki genlerin her birinin fonksiyonlarının birbiri ile ve aynı ânda, organizmanın bütününün gelişmesi ile sıkı bir münasebet (koordinasyon ve entegrasyon) içerisinde olmak mecburiyetinde olduğunu düşündüğümüzde, doğru genleri bir küme hâline getirmenin muhtemel olmaması zaten önemini kaybetmektedir."1 Ambrose bu düşüncelerinin devamında şu neticeye varmıştır: "Bir topluluktan ayrılıp izole olan yeni çiftler, üremeleri sırasında yoğun bir yeni bilgi girişini kabul etmedikleri sürece, türlerin menşei ile alâkalı hipotezler, geçerliliklerini kaybedeceklerdir."1
Ambrose'un otuz yıl önce evrimciler için çizdiği bu soğuk ve ümitsiz resim, aradan geçen zaman içerisinde de daha parlak bir netice vermemiştir. Evrimci biyologlar, Ambrose'un işaret ettiği soruları çözmek için gittikçe artan bir şekilde ko-opsiyon ve koevrim ismini verdikleri yeni kavramlara başvurmaktadırlar. Bu yeni hayalî hipotezlere göre, evrim, beş genin (veya çok sayıda genin) hepsinin, istenen bir yapının ortaya çıkması için bir ânda var olmasına gerek duymayabilir. Bunun yerine, bir gen, kendisinin evrimleştiği genden farklı bir fonksiyona ve bazı yapılar için de seçilmek için yeni bir avantaja sahip olarak oluşabilir. Daha sonra bu ilk geni farklı bir fonksiyona sahip bir başka yapıyı oluşturması açısından kuvvetlendiren bir başka gen ortaya çıkabilir(!) Bütün bu tesadüflerden sonra, yeni genler kademeli olarak ortaya çıkabilir ve belli bir fonksiyon için yerleşebilir, daha sonra yine evrimcilerin geniş hayallerine uyarak(!) başka bir fonksiyon için yeniden başka bir yere kayabilir (ko-opsiyon) ki, böylece bir organizmanın yapıları ve fonksiyonları zaman içerisinde kademeli olarak evrimleşir (buna da ko-evrimleşme diyorlar!).
Masal çok, ama delil yok!
Bu masaldaki ana problem, iddiaları destekleyen hiçbir delilin olmamasıdır. Sadece hayalî kavramlara dayanan bir ihtimal olarak, başlangıçta bir inandırıcılığı vardır. Ancak, herhangi yeni bir kompleks biyolojik yapı (bir organ, özel bir doku veya yeni bir sistem) üreten, ko-opsiyon ve ko-evrimleşme ile adım adım delillendirilmiş hiçbir yol bilinmemektedir. Aslında belli bir gâye için hikmetlerle donatılarak çalıştırılan biyolojik yapıların, bazen hikmetli bir şekilde başka gâyeler için de çalıştırılması (ko-opted olması) sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olan yaratılışa ait neticelerdir.3 Çok sayıda gen gerektiren kompleks bir yapı için gereken ise, bu genlerin kademeli olarak eklenmesi, fonksiyonlar ve yapılar kademeli olarak değiştikçe, yani inşa hâlinde olan bir yapı veya fonksiyon üzerinde birleşmesi ve işleyen sisteme ters düşmeden, âhenkli bütünlüğü devam ettirecek plânlanmış bir yeniden düzenlenme sürecidir. Birbirine ardına uyumlu, dengeli, sıralı, sistem bütünlüğüne entegre ve kademeli şekilde, yeni bir düzenleme sürecine ait hiçbir delil yoktur.
Buradaki zorluk, sadece bazı yeni biyolojik yapıların evrimleşmesinin de ötesinde her canlı sisteminin kendi bütünlüğü içindeki mükemmelliğinin bozulmamasının teminidir. Biyolojik organizmaların sistem kompleksliğinin derecesi, akıl almayacak kadar müthiş olup, genlerin bir araya gelerek teşkil ettikleri kümelerin ve sebep oldukları yapıların kompleksliğinin çok ötesindedir. Bizler bu kompleksliği ve sistemlerdeki çoklu hikmetlerle irtibatlı gâyeli yaratılışı, bugünkü ilmimizin ve teknolojik imkânlarımızın sağladığı kolaylıklarla, bilgisayarlarla kısmen anlayabiliyoruz. Hiçbir model, örnek ve bilgi birikimi yokken, bütün bu kompleks organları ve süper kompleks sistemleri, akılsız ve şuursuz "evrimin makro mutasyonlarına" vermek, insan zekâsıyla alay etmektir.
Sistem biyolojisi evrimi reddeder.
Her bir "biyolojik varlık" çok sayıda birbirinden bağımsız yapılardan meydana gelmiş sistemlerin, hiyerarşik bir şekilde iç içe geçmesi şeklinde organize bir yaratılışa sahiptir. Bir organizmanın düzgün şekilde çalışabilmesi için, sahip olduğu hassas sanatlı yapıların mutlaka birbiriyle uyumlu olması ve her bir yapının, yüksek seviyedeki diğer bir sistemin parçası olan sistemler manzumesinin içerisine, arızasız bir şekilde oturtulması ve burada çalıştırılması gerekir. Böyle iç içe kompleks yapı sistemlerini kodlayan DNA, yüzlerce, hattâ binlerce genin işbirliğine ihtiyaç duyacaktır. Yaratılışın mahiyeti gereği aynı sisteme dâhil biyolojik yapılar asla birbirinden habersiz ve âlâkasız (izole olmuş hâlde) olmadıkları gibi, aksine organizmanın mevcut şartlarla optimum derecede uyumlu yaşamasına yardım eden daha geniş sistemler içerisinde koordine edilmişler ve bir arada çalıştırılmaktadırlar. Akılsız ve şuursuz Darwinci mekanizmaların ise böyle bir koordinasyon icra ettirme güçleri ve ilimleri yoktur.
Dipnotlar
1. Ambrose, E. J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.120.
2. Ford, E. B. (1975): Ecological Genetics. 4 th. Ed. (London: Chapman and Hall)
3. True, J. R. and Carroll, S. B. (2002): Gene Co-option in Physiological and Morphological Evolution. Annual Review of Cell and Developmental Biology 18: 53-80.
Bilim 'Yaratılış' Diyor -7
Hayvan şubeleri (phylumlar) birbirinden çok farklı temel plânlara göre inşa edilmeleriyle ayrılır. Benzer şekilde, bir phylum içindeki sınıflar arasında da çok bariz bir mahiyet farkı görülür. Halkalı solu-canlarla, eklembacaklılar, derisidikenliler veya yumuşakçalar şubeleri arasındaki farklar temel inşa plânlarında hemen göze çarpar. Omurgalılara dâhil olan balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler sınıfları arasındaki farklar ise, organlar seviyesinde hemen kendini belli eder. Balıkların yüzgeciyle, sürüngenlerin bacakları, kuşların kanatları ve atların toynakları arasındaki farklar; solun-gaçlar ile akciğerler arasındaki, kalblerin odacıkları ve ana kan damarları şebekesindeki hususi vazifeler, yumurtlayarak veya doğurarak üreme gibi temel embriyolojik farklar, vücut boşlukları, böbrekler, deri türevlerinin (kıl, pul, tüy) farklı yapılarındaki hususi gâyeler gözetilerek inşa edilen hikmetli icraatlar, modern evrimcilere göre mutasyonlarla ve makroevrimle meydana gelmektedir. Yüksek derecede kompleks ve sanatlı yapılar olan ve farklı vazifeler için yapılmış organların kaynağının mutasyon olup olmadığı konusu, biyologların büyük çoğunluğu için ciddi şüpheler taşımaktadır.
ADAPTASYON PAKETİNİ KİM HAZIRLIYOR
Makroevrim dedikleri büyük çaplı farklılaşmalar için ne çeşit genetik değişmeler gerekmektedir? Evrimcilerin bunu söyleyebilmeleri için şunu bilmeleri gerekir ki, biyolojik bir organizma, kendisine verilmiş ferdî yapılarının toplamından daha fazlasıdır. Biyolojik evrim tartışmalarında, bu nokta sıklıkla unutulur, sanki evrim akıllı ve şuurlu bir mahiyete sahipmiş gibi, tesadüfen meydana gelen avantajları biriktirerek işlediği düşünülür. Ancak, organizmalar, sadece birikmiş avantajlardan yapılmış bir demet değildir. Bir organizmanın hayatta kalması ve verimli şekilde çalışabilmesi, onun bütün vücut anatomisinin ve fizyolojisinin en ince detaylarına kadar bilinmesine ve ona göre çok sayıda birbiriyle çelişmeyen tedbirlerin alınmasına bağlıdır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Müdebbir-i Hakiki'nin yaratabileceği onlarca, belki yüzlerce hikmetli yapı dikkatli bir şekilde birbirleri ile koordine olmuş bir sistem hâlinde işleyebilen bütün bir adaptasyon paketinin, eksiksiz hazır olması gerekir. Yaşanılan ortamda yabancı ve uyumsuz kalıp ölmemek için, orada geçerli bütün iklim ve beslenme şartlarının bilinip ona göre bir uyum paketinin hazırlanmasında, makroevrim denilen ve tesadüfen ortaya çıkması beklenen bir süreç, nasıl iş görebilir?
Adaptasyon paketinin en mükemmel bir örneği zürafalardır. Bir zürafanın insanlara en çok tesir eden yönü onların sahip olduğu uzun boyunlardır. Darwin kendisi de zürafaların boynuna dikkat çekmiş, Türlerin Orijini'ninde şöyle yazmıştır:
Azametli boyları, uzun boyunları, ön bacakları, başı ve dili ile bir zürafa ağaçların yüksek dallarından otlanmak üzere çok güzel bir şekilde adapte olmuş bir bedene sahiptir. Böylece, zürafalar, diğer Ungulat'ların veya aynı ülkede yaşayan diğer toynaklı hayvanların çok ötesinde yiyeceklerini elde edebilir ve bu onun için büyük bir avantaj olmalıdır.1
Zürafaların uzun boyunlarının "ağaçların yüksek dallarından otlama" noktasında sağladığı avantaj, aslında Darwin'in düşündüğü kadar açık değildir. Dişi zürafaların boyunlarını düşünelim, ortalama olarak, erkek zürafalarınkinden 60 cm. kadar daha kısadır. Eğer, daha uzun bir boyun, var olan otlanma çizgisinin üzerine geçmek için cidden gerekli olsaydı, o zaman, dişiler bir müddet sonra açlıktan ölür ve zürafaların da soyu tükenirdi.
Darwin, zürafalar "Güzel bir şekilde adapte olmuşlar." derken haklıdır; ancak Darwin'in, zürafaların yaratılışındaki hikmetleri görecek, onu her yönü ile takdir edecek yeterli bilgisi yoktu. Hayvanat bahçesinde bazı zürafaların yemek yemesini ve su içmesini müşahede ederseniz, sadece boyunlarını ağaçların tepelerindeki yaprakları yemek için yukarı kaldırmadıklarını, aynı zamanda, yerdeki otları yemek ve su içmek için, boyunlarını yere doğru da eğdiklerini fark edeceksiniz. Uzun bacaklarını hesaba kattığımızda, zürafaların ağaçların tepelerine yetişmekten çok, yerden su içmek için uzun bir boyna ihtiyaçları vardır. Çoğu bölgelerde zürafaların beslenme kaynağı sadece ağaçlar değildir. Onlar yerden ot da yemektedir.
Beyin kanaması için alınan tedbir
Bu açılardan baktığımızda zürafayı, bütün vücut parçaları birbiri ile ölçülü ve hassas şekilde koordine edilmiş, komple bir uyum paketi olarak tahayyül edebiliriz. Böyle bütün kısımlarıyla paket hâlde hikmetlerle yüklü bir organizmanın, bütün hücreleri, dokuları ve organları ancak küllî bir ilim ve iradenin tecellisi olarak hayat bulabilir. Deneme-yanılma yoluyla her bir parçanın tesadüfen en uyumlu hâlini bulması mümkün müdür? Yaşayacağı çevreyle kusursuz bir uyum gösterebilmesi için, ihtiyaç duyacağı uzun bacaklar verilmiştir; ancak uzun bacaklara sahip olmak, uzun bir boyna sahip olmayı da ihtiyaç hâline getirir. Ayrıca uzun bir boynu kullanmak için de, daha başka adaptasyonlara ihtiyaç vardır. Bir zürafa normal ayakta duruş pozisyonunda iken, boyun arterlerindeki kan basıncı, boynun en alt kısmında en yüksek, başın beyin kısmında ise en azdır. Bu yüzden kanı zürafanın kafasına kadar pompalayabilmek için zürafa kalbinin aşırı derecede yüksek bir basınçla pompalama yapması gerekir. Ancak bu takdirde, başını yere eğdiği zaman, zürafa potansiyel olarak tehlikeli bir durumla karşılaşır. Başını ön bacaklarının arasına doğru eğmekle, boynundaki ve başındaki kan damarlarında büyük bir basınç meydana gelir. Boynun içerisindeki kanın ağırlığı, kan basıncı ile birleştiğinde öyle bir basınç meydana gelir ki, eğer bir koruyucu olmazsa bu basınç, kafatası içindeki kan damarlarını patlatabilir (Resim-1).
Allah'tan ki, bütün canlılar gibi zürafa da böyle koruyucu tedbirler alınarak yaratılmıştır. Zürafanın dolaşım sistemine, kan basıncını kontrol edecek mükemmel bir koordinasyon sistemi ihsan edilmiştir. Boyun arteri boyunca yerleştirilmiş olan basınç alıcıları vasıtasıyla kan basıncı otomatik olarak ölçülür ve zürafanın su içmesi veya yerden otlaması gibi, kan basıncını artıracak bir durumla karşılaşıldığı zaman, diğer mekanizmalar harekete geçirilir. Kan damarlarının duvarlarındaki kasılmalar, atardamardaki kanın yönünün beyni kestirmeden geçecek şekilde değiştirilmesi ve arterler ile beyin arasında bulunan küçük kan damarlarından yapılmış bir damar ağı (rete mirabilis) gibi, hususi sistemler bütünü vasıtasıyla zürafanın başındaki kan basıncı kontrol edilir. Zürafaların yaşayacağı hayat şartlarına uygun yapıların (adaptasyonlar) her birinin tesadüfen kendi başına meydana gelmesi mümkün müdür? Her bir hususi yapının meydana getireceği biyolojik tesirin diğerleriyle çakışmadan veya terslik meydana getirmeden birbirleriyle konuşup anlaşmaları(!) düşünülebilir mi? Bu gibi sorular saçma gibi gelse bile, evrimciler aslında bu sorulara gizli olarak müspet cevap vermiş olmaktadırlar.
Kısacası, zürafalar sadece, tek başına var olan özelliklerin bir toplamı olmayıp, birbirleri ile uyumlu ve rabıtalı çok sayıda özelliklerin toplanmasıyla inşa edilmiş hususi bir pakettir. Bütün parçaların tek bir gaye için birleştirildiği, yekpâre bir sanat eseri sergilenmektedir. Pekiyi, böyle mükemmel uyumlu parçalardan plânlanmış bir sanat eseri nasıl ortaya çıkmıştır? Neo-Darwinizm'e göre, tek tek meydana gelen tesadüfî genetik değişikliklerin tabiî seleksiyon tarafından parça parça korunup, birikmesi ile zürafalar şu anki formlarına evrimleşmiştir(!) Bunun için mutasyonların ve seleksiyonun çok akıllı ve şuurlu olarak organizmaya gelecekte sağlanacak faydaları bilmeleri gerekir. Evrimcilerin ifadesine göre, bu iki kavram anlık olarak işlemektedir. Hâlbuki böyle bir sanat eseri tamamlanıncaya kadar, bütün parçalar lüzumsuz ve hattâ zararlı olacak hiçbir tesir ortaya çıkarmadan, uyumlu şekilde birleşerek böyle bir evrimi nasıl gerçekleştirebilir? Bu şekilde bütün kısımlarıyla bütünleşmiş biyolojik bir sanat, tamamlanıncaya kadar parçalarının faydalı-faydasız şeklinde nasıl ayıklandığı tam bir muammadır. Bu problem "indirgenemez komplekslik" kavramı olarak evrimin aşamadığı çok büyük bir problem olarak durmaktadır. Kısaca özetlersek, kompleks ve fonksiyonel bir bütün hâlindeki bir sistemi teşkil eden bütün parçalar birlikte ve uyumlu olarak bulunmalıdır. Bu durum da her parçanın hususiyetini ve yerini bilen sınırsız bir İlim ve Kudret Sahibi'ni gerektirir.
Bir zürafanın, kısa bacaklı ve kısa boyunlu bir hayvandan evrimleşmesi, koordineli adaptasyonların çok geniş çerçeveli bir bütünlüğünü gerektirir. Zürafaların kompleks dolaşım sistemleri, onların uzun bacakları ve boyunları ile aynı anda ortaya çıkmak zorundadır, yoksa hayvan ölür. Bu parçaların birbirine bağlılığı kuvvetli bir şekilde, önceden zürafa gibi bir organizmanın yapısına ait mühendislik hesaplarını tepeden tırnağa bilen sınırsız ilim sahibi bir Yaratıcı'yı düşündürmelidir.
Biyoloji literatürü bu tarz mükemmel hazırlanmış, her parçasıyla uyumlu ve ahenkli örneklerle doludur. Bazı organizmalar, meselâ, eklembacaklıların (yengeç ve ıstakozların dahil olduğu grup) en küçük parçalarına kadar birbiriyle uyumlu ve hususi yapıdaki organları Kambriyen patlaması sırasında bile görünmektedir. Kambriyen patlaması, fosil kayıtlarında âniden çeşitli vücut plânları ile çok sayıda çokhücreli organizmaların yaratıldığını göstermektedir. Bu hayvanların bir iki istisna dışında çoğunluğu için, ata olabilecek herhangi bir fosil delil yoktur. (Prekambriyen öncüleri olarak bilinen birkaç form vardır; fakat onların da ata olduğuna ait bir delil bilinmemektedir). Bu organizmalar, fosil kayıtlarında nihaî formlarına sahip olarak, bütün organları birbiriyle uyumlu yaratılmış bir şekilde bulunmaktadır.
Abartarak mikroyu makro gösterme
Buradaki problem, mikrodeğişme değildir. Nesiller boyunca renkleri, açıktan koyuya değişen gece kelebeği populasyonları veya DDT'ye karşı direnç gösteren böcekler, çok sık olarak tabiî seleksiyonla meydana gelen evrime örnek gösterilir. Hâlbuki bu tarz örnekler, sadece aynı türe ait populasyonun gen frekansı içerisindeki küçük değişmeleri gösterir. Gece kelebeklerinin dominant rengindeki bir değişme yeni bir genetik bilgi gerektirmez; çünkü bu genin alelleri (varyant genler) zaten yaratılışlarında populasyon içerisinde bulunmaktadır. Evrimciler ise bunun aksine, büyük değişmeler, düzenli ve plânlı büyük adaptasyonlarla yeni ortaya çıkmış organlar beklemektedir ki, bunlar da çarpıcı miktarda yeni fonksiyonel ve genetik bilgi gerektirir. Büyük çapta uyumlu ve bütün hâlde adaptasyonlar taşıyan bir organizma şöyle dursun, çok küçük ve gösterişsiz yeni bir özelliğin menşei için lazım olan bilgileri bile tam olarak anlamaya çalıştığımızda, bunun mutasyon ve tabiî seleksiyon gibi kör mekanizmalar tarafından açıklanmasının, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını görebiliriz.
E. J. Ambrose göre, çevreden kaynaklanan seleksiyon baskısı, evrimin istekleri için çok fazla zayıf ve yetersizdir.2 Herhangi bir davranışı yerine getirmek ve hayatta kalmak için gerekli basit bilgiler muhal farz, zaman içerisinde birikse bile, yeni kompleks biyolojik yapılar veya vücut formları inşa etmek için mutlaka gerekli olan sayısız plânlı, düzenli ve uyumlu değişmeler için çok sıkı bir şekilde bütünleşmiş bir bilgi oluşturamazlar. Yeni mimarî plânlara sahip orijinal organlarla teçhiz edilmiş canlıların evrimleşmesi için, bu akılsız ve şuursuz evrimin, önce bilgi probleminin üstesinden gelmesi gerekir.
Filogenetik durgunluk, olarak isimlendirebileceğimiz bir tespite göre, populasyonlar ortalama bir morfolojide kalma eğilimine sahiptir. Bu aynı zamanda bir populasyonun ortalama kabul edebileceğimiz umumî bir tip etrafında sınırlı bir derecede çeşitlilik gösterme mânâsına da gelir. Yeni plânlara ve hususi organ sistemlerine sahip canlı şubelerinin ortaya çıkabilmesi için mutasyonlar, bu filogenetik durgunluğu nasıl aşabilir? Henüz böyle bir durum gözlenmemiştir, evrimcilerin bunun olacağını tahmin etmeleri, bunun kesinlikle olacağı demek değildir. Kromozom mutasyonları gen dizilmelerinde bazı parçaları değiştirebilir. Fakat, böyle meydana gelmiş 'yeni' genlerin, evrimde müessir olabilmesi için tabiî seleksiyonun ihtiyaç duyduğu yeni özellikleri ortaya çıkarmak üzere belli bir sıra ve düzen içinde sürekli biriktiğine dair bir delil de yoktur. Kromozom mutasyonları sadece yaratılıştan mevcut genlerin yerlerini/vazifelerini kısmen değiştirebilir.
Gerçekten yeni bir genetik bilgiyi, gen havuzuna sokmanın bilinen tek yolu, tek tek genlerin nükleotid bazlarını değiştirmektir. Bu, DNA'nın bir kısmının duplike olduğu, ters döndüğü, kaybolduğu veya DNA içerisinde bir başka yere taşındığı kromozom mutasyonlarından farklıdır. Nokta mutasyonları var olan genleri sadece yeniden düzenlememekte aynı zamanda temel olarak onların yapılarını değiştirmektedir. Bu tarz mutasyonlar, genel olarak DNA kopyalamasında meydana gelen zahiren tesadüfî kopyalama hatalardır, hastalıklara ve ölüme perde olması için yaratıcı irade tarafından ortaya çıkarılan bu mutasyonların oluş sıklığı, sıcaklık, kimyevî maddeler veya radyasyon ile artmaktadır.
Makroevrim için delil var mı?
Kromozom ve nokta mutasyonlarının makroevrim seviyesinde değişimler için gerekli olan imkânı sağlayıp sağlayamayacağı hususundaki çalışmalar geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca sürdürülmüştür. Genomları ile kolaylıkla oynanabilen ve kısa hayat süreleri ve üreme süreçleri ile çok sayıda nesli gözlemlemeye izin veren meyve sinekleri bu noktada iyi bir örnektir. Sayısız deneye tâbi tutulan meyve sineklerinde mutasyon oranlarını artırmak için bu sinekler radyasyona maruz bırakılmıştır. Bunların arasında yeni yapıları meydana getiren bir mutasyona dâir hiçbir delil yoktur. Mutasyonlarla buruşuk, normalden büyük veya küçük kanatlar, iki çift kanata sahip, bozuk bacaklara ve antenlere sahip mutantlar üretilmiş; ancak mutasyonlar uçmak için daha uygun yeni bir kanat türü ortaya çıkarmamış, aksine ucubeler meydana gelmesine sebep olmuştur. Meselâ, Antennapedia olarak bilinen, antenlerinin çıkması gereken yerden bacakları çıkan meyve sinekleri gibi hilkat garibeleri oluşmuştur (Resim-2). Aslında bu ucubeler bile var olan yapıların, değişik bir tarzda olsa da, sadece yeni bir düzenlemesidir. Mutasyonlar bir meyve sineğini başka bir cins sineğe dönüştürmemiştir. Deneyler sadece meyve sineklerinin varyasyonlarını (çeşitliliğini) üretmektedir.
Asıl olan malzeme değil, bilgidir!
Netice olarak, evrimle yeni plâna ve özelliklere sahip bir canlı meydana getirmek için, parça parça bir değişme değil, entegre olmuş sistematik bir değişme gereklidir. Ayrıca, böyle bir değişmenin kaynağı, organizmaya büyük miktarda yeni fonksiyonel bilgiler sağlamalıdır. Bu tarz kompleks bilgilerin ise, mutasyonlar ve seleksiyonun beraber çalışmasıyla ortaya çıktığına dâir hiçbir delil yoktur. Daha doğrusu bilginin madde veya enerjiye indirgendiğine dâir bir delil yoktur. Bilgi teorisinin kurucularından biri olan Norbert Wiener şuna dikkat çekmiştir: "Bilgi, bilgidir, enerji yahut madde değildir. Bunu kabul etmeyen hiçbir materyalist fikir bugün ayakta kalamaz."3 Bu sayfa üzerinde basılan bilgi, mürekkep ve kâğıttan farklı olduğu gibi, biyolojik sistemlerdeki bilgi de canlıyı teşkil eden materyalden farklıdır. İşte, yaratmak için gerekli olan bilginin kaynağı, sınırsız ve küllî ilim sahibi bir Yaratıcı'dan başkası olamaz!
Dipnotlar:
1. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964.
2. Ambrose, E.J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.140-141.
3. Wiener, N. (1961): Cybernetics; or Control and Communication in the Animal and the Machine, 2nd er. (Cambridge, Mass.; MIT Press, p.132.
Bilim 'Yaratılış' Diyor -6
GENLER DE EVRİME KARŞI
Evrimcilere göre, bir canlıda yeni bir özelliğin kendi kendine ortaya çıkması için, tabiî seleksiyondan önce fertte faydalı bir değişiklik ortaya çıkmalıdır ki, bu fert, türler arasında rekabet için bazı avantajlara sahip olabilsin. Bu yüzden, makroevrimle çok büyük değişiklikler geçireceğine inandıkları canlılarda bir değişmenin ortaya çıkmasına imkân verecek bir şeye ihtiyaç duymaktadırlar. Peki, organizmalarda değişmeye sebep olabilecek şey tam olarak nedir? Mendel'den sonra, biyologlar canlı organizmalarda bu biyolojik değişikliği işletecek temel sebep olarak genlerin üzerinde durmaktadırlar. Peki, genler tam olarak nedir?
Mendel modern genetik anlayışımıza zemin hazırlamış olmasına rağmen, kalıtımın moleküler temelinin keşfedilmesi bir yüzyıl kadar daha sürmüştür. 1940'larda bazı bilim adamları, genetik kalıtımın sebebi olarak DNA'yı fark etmişlerdir; fakat, ancak 1953 yılında Fransis Crick ve James Watson, bu molekülün, meşhur çift spiral yapısını keşfetmiştir. DNA molekülü, alfabedeki harflerin görevini yapan azotlu bazlardan yapılmış dört nükleotid vasıtasıyla genetik bilgiyi kodlamaktadır. Bu dört baz iki gruba ayrılır: pürinler; guanin-G ve adenin–A ve pirimidinler; timin -T ve sitozin-C (Şekil–1). DNA molekülü şeker-fosfat omurgasının üzerine azotlu bazların yerleştiği iki zincirli bir yapıdan meydana gelir. İki zincir birbirine ters yönde durup birbirleri etrafında dönmüştür. Zayıf hidrojen bağları birbirini tamamlayıcı baz çiftlerini, A ile Tyi, G ile Cyi birbirine bağlar.
DNA dizilerine proteinleri kodlama kabiliyeti verildiğinden, DNA'nın bu şifreleri aslında mesajdır. DNA'nın bu baz dizilerinin proteinleri kodlamasını, harfler kullanılarak mânâlı bir metin yazmaya benzetebiliriz (Şekil–2). Biz nasıl mânâsı olmayan harflerden oluşmuş bir metin ile mânâsı olan bir metin arasındaki farkı anlayabilirsek, hücre de, akılsız ve şuursuz görülmesine rağmen rastgele dizilmiş bir DNA ile gerçek bilgi taşıyan bir mesaj arasındaki farkı küllî iradenin biyolojik prensipler şeklindeki tecellisiyle anlayabilir. Londra Former Üniversitesi'nden hücre biyologu E. J. Ambrose, hücrenin içinde bu mesajlaşmayı şöyle vurgulamaktadır: "DNA'daki bazların sıralanmasında, eğer hücrenin yaşaması ve çoğalması için gerekli hayatî aktivitelere dönüştürülebilecek bir mesaj varsa hücre bu mesajı tam zamanında fark eder."1
Astronomik sayıda muhtemel DNA dizilerinden sadece aşırı derecede küçük bir kısım, verilen tipte fonksiyonel bir proteini kodlar. Cambridge'te paleontolog Simon Conway Morris: "Hücre içinde sanki bir okyanus içinde yüzen milyonlarca işe yaramaz şifre içinden işe yarayan ve gerekli olan şifrelerin 'hususi hazırlanmış adalar' şeklindeki kısımlarda seçilmesi çok açık olarak bir akıllı bir tercihi gösterir." 2 demektedir.
Bununla beraber, Neo-Darvinciler, DNA'nın, biyolojik açıdan önemli yapıları bu kadar küllî bir ilim ve kudreti, dolayısıyla bir Allah (celle celâlühü) inancını gerektirecek şekilde kodlamasını kabul edemezler. Bunun yerine tesadüfî gen mutasyonları üzerinde iş gören akılsız tabiî seleksiyonda gizli bir ilim, irade ve kudret vehmederler. Mutasyonlar, DNA molekülündeki değişmelerdir ve iki kısma ayrılır: Nokta mutasyonlarıyla DNA'nın küçük bir bölgesindeki nükleotid bazlarından birkaçının değişmesiyle meselâ; bir aminoasidin şifresi bozulabilir ve protein zincirindeki bu yere farklı bir aminoasit girebilir. Kromozom mutasyonlarında ise küçük nükleotid parçalarının değil, DNA parçasının bütününü içine alan bir değişikliğin ortaya çıkması söz konusudur. Kromozom mutasyonları, bir DNA parçasının bilemediğimiz bir sebeple iki misline çıkması, bir parçanın kaybolması, aynı veya farklı bölgedeki DNA molekülüyle başka bir yerdeki parçanın yer değiştirmesi veya tersine dönerek yerleşmesi şeklinde olabilir.
Nokta mutasyonları nadir olarak görülür. Ama ne kadar nadir? Bir genin ortalama olarak her 100.000 ila 1.000.000 replikasyonda (yeniden üretimde) bir kere değiştikleri bilinmektedir.3 Nokta mutasyonlarının çıkış nispetini ifade etmenin bir yolu da, en az bir tane mutant gene sahip olan üreme hücresi sayısının bulunmasıdır. Çalışmalar göstermiştir ki, mutant bir gen ortalama olarak, 10 ila 100 gamette (üreme hücresinde) bir görülmektedir. Nokta mutasyonunun bu ortaya çıkış nispetinin altında yatan sebepler tam olarak anlaşılmamıştır; ancak bu nispet ısı, kimyevî maddeler ve radyasyon gibi belirli çevre faktörleriyle daha da artmaktadır.
İlk bakışta, kodlama yapan bir gende meydana gelen bir nokta mutasyonu, hücrenin işleyiş bilgisinde bir değişme olarak düşünülebilir. Hücre içerisindeki işleyişle alâkalı bir bilgiyi kodlayan bir gen ile yazılmış bir kitapta bulunan mânâlı bir kelimenin durumu oldukça benzemektedir. Bu kitapta bulunan bazı kelimelerdeki harfler gelişigüzel değişse ne olur? Kitapta bir gelişme olur mu? Her bakımdan ölçülü ve plânlı bir şekilde bir ilimle yazılan bir kitaptaki bu tarz değişmeler, çok büyük ihtimalle sahip olduğu mânâlı bilginin artmasına değil, azalmasına sebep olur. Bu değişiklikler çok fazla olursa neticede kitap mânâsız bir saçmalıklar yığını hâline gelecektir.
Biyolojik dünyada da mutasyonlar aynı tesiri yapar. Birçoğu zararlı, bir çoğu da zararlı olmasa bile organizmaya ne yardım eden ne de engel olan, sadece nötr değişmelerdir. Aslında, sert çevre hasarlarının baskısının anormal derecede arttığı aşırı şartlar hâricinde (bakterilerin antibiyotiklere maruz kaldığında dirençli hâle gelmeleri gibi), hiçbir faydalı nokta mutasyonun ortaya çıktığı bilinmemektedir.
Bununla beraber bu tip faydalı mutasyonlar, sadece tek bir protein üzerinde küçük ölçekte bir değişmeye vesile olabilir ve bu da makroevrim için bir güç sağlamaz ve delil teşkil etmez. Ayrıca çevre baskısı azaldığında, ortaya çıkan fayda da kaybolma eğilimindedir. Meselâ, bakterilerde meydana gelen antibiyotik dirençliliği, üreme nispetlerini azaltma eğilimindedir bu yüzden, antibiyotikli ortamdan uzaklaştırıldığı zaman, daha yüksek üreme nispetine sahip fıtrî tipteki orijinal bakteriler yeniden ortaya çıkar ve populasyon içerisinde yeniden baskın hâle gelir. Bu durum ise bir evrim olmayıp, bir adım öne, bir adım geriye doğru olan bir harekettir.
Çok büyük bir çoğunlukta ise fonksiyonel genlerdeki nokta mutasyonları zararlı veya öldürücüdür. Diğer bir tabirle, genel yapıya ait bozukluklara ve genetik hastalıklara sebep olmakta veya daha kötüsü ölüme yol açmaktadır. Netice olarak, mutasyonların çoğu evrimcilerin kendi hayallerindeki akıllı tabiî seleksiyon tarafından elenmektedir. Bazı ileri derecede büyük tahribata sebep olabilen ölümcül mutasyonlar, organizmanın hayatının henüz zigot veya embriyo safhasında sona ermesine sebep olmaktadır.
Nokta mutasyonlardaki bu sınırlardan dolayı, bazı Neo-Darwinciler, makroevrime ait değişmelere kaynak olması için kromozom mutasyonlarına bakmaktadır. Bu bakış açısından bilhassa gen duplikasyonlarının (iki misline çıkmasının) mühim olduğunu düşünmektedirler. Bunun sebebi, bir gen bir kere çift hâle geldi mi, onun bazı yeni fonksiyonlar sergileme ihtimalinin olmasıdır. Normal olarak bir gen, sadece bir fonksiyon için yaratılmıştır (meselâ; bir protein sentezlemek veya proteinlerin üretimini düzenlemek gibi). Ancak, eğer bir gen duplike olursa (iki misline çıkarsa) çift hâle gelen gen fazladan olacağı için, zaten orijinal gen tarafından yeterli şekilde yerine getirilen bir fonksiyonu sergilemeyecektir. Bu yüzden, evrimcilere göre kendiliğinden başka genetik ihtimaller meydana getirebilir. Neo-Darwinistlerin iddiasına göre, duplike olmuş olan gen, "genetik hiperuzay" boyunca "başıboş hâlde gezinerek", daha sonra makroevrimde işe yarayacak değişmelere temel olabilecek, bazı yeni fonksiyonlar elde edebilir.
Böyle bir iddiayı dillendirmek, konuşurken insana kolay gelse de, incelendiği zaman makûliyetini çok çabuk kaybeder.4 İddia sahiplerine göre duplike olmuş genin seleksiyon baskısından kurtulduğunda, nasıl değişeceği tamamen şans ile belirlenmektedir. Fonksiyonel olarak kalan orijinal genin tersine, iki katına çıkan gen sadece bir yere oturur ve kendisinin, kromozoma ait diğer mutasyonlar (inversiyon/tersine dönme gibi) ve nokta mutasyonları vasıtası ile bazı yeni fonksiyonlara sahip bir gene dönüşmesini bekler. Ancak az yukarıda gördüğümüz gibi, nokta mutasyonları nadirin de ötesinde çok az meydana gelmektedir. Buna ek olarak, çift hâle gelmiş genin başına gelecek herhangi bir ek kromozom mutasyonu, sadece genin yeniden belli bir yerde konumlanması ve düzenlenmesi için şansa dayalı başka bir hareketten öte bir şey değildir.
Böyle başıboş bekleyen çok sayıda genin her birinin plânlı ve şuurlu bir iradeyle yönetilmeden kendi kendilerine uygun bir yer bulmaları ve burada komşu olduğu yeni genlerle nasıl mânâlı bir anlaşma yaparak yeni organlar oluşturabileceği, hayal bile edilemeyecek kadar mantıktan uzak bir beklentidir. Hâlbuki bütün genlerin yaratılışta sadece birer perde olduğu ve her birinin yapacağı fonksiyonların ve bulunacağı yerin, çok hassas bir şekilde, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından hazırlandığı düşünüldüğünde her şey çok kolay olmaktadır.
Dipnotlar
1. Ambrose, E.J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.26
2. Morris, S. C.(2003): Life's Solution: Inavitable Humans in a Lonely Universe. (Cambridge: Cambridge University Press, p.19-20.
3. Dobzhansky, T. (1951): Genetics and the Origin of Species. NewYork: Columbia University Press, p.59.
4. Behe, M.J. and Snoke, D.W. (2004): Simulating Evolution by Gene Duplication of Protein Features that Require Multiple Amino Acid Residues. Protein Science 13, p1-14.
Bilim 'Yaratılış' Diyor -5
Darwin'in teorisini oluşturduğu zamanlarda, Avusturyalı bir rahip olan Gregor Mendel özelliklerin anne-babadan yavrulara nasıl geçtiği üzerine deneyler yapmaktaydı. Mendel, türe ait özelliklerin, daha sonra yeniden görünmek üzere sadece bir nesilde kaybolabileceğini keşfetmiştir. Meselâ, buruşuk bezelyeler veren bezelye bitkisini, yuvarlak bezelyeler veren ile çaprazladığı zaman, ilk nesildeki bütün bezelyeler yuvarlak olmaktaydı. Peki, buruşukluk özelliği kaybolmuş muydu? Hayır. Bir sonraki bezelye neslinde bu özellik yeniden ortaya çıkmıştı.
Mendel, kalıtımın, anne-babadan yavrulara geçen (daha sonra genler olarak adlandırılan) "faktörlerin" veya "parçacıkların" kullanılmasıyla düzenlendiği neticesini çıkarmıştır. Bir özellik geçici olarak ortadan kaybolup görünmeyebilir; ancak bu özelliğe vesile olan genler, organizma içerisinde varlıklarını devam ettirirler ve belki de yeni nesillere geçerler. Meselâ, herhangi bir bitki veya hayvanı ıslah için yapılan çalışmada, bazı karakterlerin görünmesine veya görünmemesine sebep olunduğu zaman, bu ne bir gerçek kazancı, ne de gerçek bir kaybı gösterir. Bu, sadece dominant genler (baskın olduğu için sebep olduğu özelliği gösterir) ile resesif genler (çekinik veya zayıf olduğu için hususiyetini gösteremez ve gizli kalır) arasındaki karşılıklı münasebeti gösterir. Kaybedilmiş gibi görünen bir özellik, hâlâ vardır ve ileride tekrar ortaya çıkabilir. Diğer taraftan, hiçbir yerde görünmeyen bir özellik ortaya çıktığında, bu özellik tamamen yeni bir şey olamayabilir, belki sadece her zaman var olan çekinik genlerin basit bir açılımıdır. Islahçılar yeni bir süs köpeği veya daha etli bir sığır üretimine vesile olduklarında, aslında sadece önceden var olan çekinik genlerin açılımını sağlamak için genleri karmaktadırlar.
Farklı bezelye çeşitlerini çaprazlama ve neticeleri analiz etmeyle, Mendel kalıtıma ait yaratılışa ait önemli prensipler keşfetmiştir:
- Bir türe ait karakterlerin, gelecek nesillerine aktarımı (kalıtımı) o gün için henüz adı konulmamış olan genler tarafından belirlenmektedir ki, bu genler harmanlama yapılabilecek bir sıvı gibi olmayıp, Sonsuz Bir İlim ve Kudret'le kendilerine verilen kimliklerini koruyan, harfler mesabesindeki kompleks organik moleküllerden (nükleotidler) inşa edilmiş kelimeler gibidir.
- Her bir özellik için bir çift gen vardır. Bu genler birbirine benzeyebilir veya farklı olabilir. Bu genlerle bir canlının hayatına ait temel faaliyetlerin şifreleri yazılır.
- Belirli bir özelliğin sebepler açısından kontrolü için birer perde yazılmış genler farklı oldukları zaman, yavrularda genlerden birinin özellikleri gözlemlenirken (baskın olanın), diğerinin (çekinik olanın) özelliği gizlenir.
- Üreme hücrelerinde (yumurtalar ve spermlerde) her gen çiftinden sadece bir tane gen bulunur. Döllenme sırasında bunlar bize göre rastgele gibi (kaderin sırlı hikmetleriyle) birleşirler ve böylece yavru döllerde, tahmin edilebilen nispetlerde özellikler meydana çıkar.
- Belirli bir özelliğin kontrolünde sebep olarak görülen genler, üreme hücreleri olgunlaşırken birbirinden ayrılır; her bir üreme hücresi gen çiftlerinden sadece bir tane geni taşıyabilir.
- Vücut hücrelerinin her birinde çiftler hâlinde bulunan bu genlerin her biri, üreme hücrelerinde birbirlerinden bağımsız olarak ayrılmaktadır.
Mendel'in prensipleri o zamandan bu zamana genişletilmiş ve arıtılmış olmasına rağmen, bugün bile temelde aynı şekilde söylenmektedir. Darwin için en büyük şanssızlık, Mendel'in çalışmalarını yaşadığı zaman içerisinde öğrenememiş olmasıdır. Gülmeye değecek kadar enteresan olan husus ise Mendel'in, kendi kalıtım teorisinin ana hatlarını belirlediği can alıcı sayfalarının bir kopyası Darwin'in kütüphanesinde bulunmaktaydı. Ancak, Darwin, Mendel'in bu önemli kâğıtlarda bahsettiği bilgileri hiç okumamıştır: Darwin'in ölümünden sonra sayfaların incelenmesi göstermiştir ki, sayfalar birbirine bağlı ve kesilmemiş olarak durmaktadır. Eskiden kitaplar basıldıktan sonra sadece katlanıp, dikildiğinden sayfaların arası teker teker kesmeden açılmazdı. Buradan da kitapların hiç açılmadığı anlaşılmaktadır. "Darwin, bu bilgileri okusaydı harmanlayıcı kalıtım fikrinden vazgeçer miydi?" sorusu ise bugün için bir spekülasyondur.
Darwin'in, canlı bünyelerin geniş ölçekli değişme geçirdiğine dair teori geliştirmesine karşılık, Mendel, yaşayan şeylerin önemli ölçüde kararlı, değişmez olduğunu göstermekteydi. Muhtemelen, Darwin'in dikkatleri değişme üzerine çekmesinden dolayı, Mendel'in teorisi yirminci yüzyılın ilk on yıllarına kadar ciddi olarak ele alınmamıştır. Mendel'in teorisinde genler ferdî parçacıklar gibi davranmaktadır ve önemli bir değişme olmadan gelecek nesillere aynen aktarılabilmektedir. Mendel'in çalışmaları yirminci yüzyılın başlarında yeniden keşfedildiği zaman, Darwinciler tarafından büyük bir heyecanla karşılanmış ve hemen tabiî seleksiyonla uygun gösterme adına teviller yapılmaya başlanmıştır. Darwinizm'deki bu değişikliğe Neo-Darvinizm denilmiştir. Mendel'in genetik bilimine kazandırdığı bu yeni anlayış, bazı hususiyetler açısından bir bakıma Darwinizm'e canlılık kazandırıyor gibi görülmüştür. Meselâ, Mendel'in yeni keşfettiği prensiplerin bazısına dayanarak, avantajlı tek bir yeni özelliğin, nasıl hayatta kalabildiği ve populasyonda nasıl baskın olduğu açıklanabilir.
Ancak, Mendel genetiğinin, Darwin teorisi için çok kötü bir tarafı vardır. Mendel'in keşfettiği prensipler her şeyden önce, bir özelliğin bir populasyon içerisinde devamlı olarak var olması ve yerleşmesi için gerekli stabiliteyi (kararlılık devamlılık) sağlar. Hâlbuki evrimin iddia ettiği değişiklikler, tek hücreli bir organizmadan hayalî bir kompleks hayat ağacının bütününü üretebilecek kadar çok geniş hacimli ise, populasyondaki stabilite Darwinizm'in aleyhinedir. Genlerdeki bu güçlü kararlılık ve devamlılık, kalıtım faktörlerinde meydana gelecek değişiklik ile Darwin teorisinin gerektirdiği gibi yeterli ölçüde gerçekten yeni bir özellik üretilmesine engeldir.
Darwin, evrim için gerekli büyük değişmelerin olduğunu düşündüğü ve kendi tabiri ile "modifikasyonla türeme, bir soydan gelme" şeklindeki isimlendirmesiyle bütün organizmaların geçmişinin bir veya birkaç ortak ataya dayandığını kastetmekteydi. Ona göre, bütün organizmalar büyük bir hayat ağacında kendi yerlerini alırlar ve çok uzun zaman verildiğinde, direkt olarak gözlemlenebilenin çok ötesinde, büyük miktarda evrim değişmelerinin olması mümkündür.
Mendel'in kalıtımı ise, aksine, daha çok sınırları olan bir biyolojik değişmeyi teklif etmekteydi. Mendel'in kalıtımı, ıslahçıların, var olan genleri birbirine kararak, daha tatlı mısır veya daha şişman sığır üretmelerini açıklamaktadır. Aynı zamanda, genlerin kararlı ve değişmezliğinden (stabilitesinden) dolayı, ıslahçıların neden bir mısırı bir başka bitki türüne veya bir sığırı bir başka hayvan cinsine dönüştüremediklerini de açıklamaktadır. Islahçıların başardıkları şey, bir tür içerisinde zenginleşme ve sınırlı bazı özellikler bakımından farklılaştırmadır. Evrimcilerin büyük ümitlerle bekledikleri değişiklikleri makroevrim olarak isimlendirip, sanki yaşanmış ve pek çok delil varmış gibi sanal bir dünya oluşturmalarına karşılık söylendiği gibi bir makroevrim hayat tarihi boyunca hiç görülmemiştir. Bir solungacın akciğere, bir yüzgecin kola ve kanada dönüşmesi gibi bir makroevrim hâlâ hayaldir. Buna karşılık canlılarda her daim Sonsuz Bir İlim ve Kudret'le, hikmetli bir şekilde işletilen bir mikrodeğişim (mikroevrim tabirini ideolojik evrim tarafından kirletildiği için bilerek kullanmıyoruz) açıkça müşahede edilmektedir. Mendel'in kalıtıma ait prensipleri bu sınırlı olarak görülen mikrodeğişimin işleyişini izah eder.
İdeolojik bir kılığa bürünen ve ateizme hizmet eden Darwinizm'in ise organizmaların fizikî ve davranışlarına ait karakterlerinde büyük çapta bir değişmeye, biyolojik kompleksliliği artırmaya sebep olacak yeni bilgilere ve yeni tipte özel organlara sahip organizmaların menşeine ait delillere ihtiyacı vardır. Diğer bir tabirle Darwinizm, büyük çapta değişme olarak bilinen makroevrimi gerektirir. Mikrodeğişim ise gözlenmektedir ve bilim adamları mikrodeğişimi tartışmasız kabul ederler. Tartışma konusu olan makroevrimdir.
Darwin teorisi, yeterli uzun zaman dilimleri sonucunda mikrodeğişimin birikerek makroevrim olacağını iddia eder. Hâlbuki ne Mendel genetiği, ne çağdaş moleküler genetik, ne de gelişim biyolojisi üzerinde yapılan yeni çalışmalar, Neo-Darvinizm'in genetik değişimin bilinen kaynaklarının makroevrime imkân sağladığına dair görüşleri desteklememektedir.
Genetik çeşitlilik
Mendel'in bezelyeler ile yaptığı orijinal deneylerde, bir genin iki formu da (aleller) deneylerde mevcuttu; fakat bir özellik için sadece bir tanesi açılıp görünür oluyordu. Ancak, bütün özellikler, böyle sadece tek bir genle alâkalı değildir. Bazıları birden çok genle ilgilidir. Meselâ, insan derisinin renginin belirlenmesinde birçok gen vazifelidir; birtakım koyu renk genleri ve açık renk genleri birlikte uyum hâlinde çalışarak, bu özelliğin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Böylece, her biri tam takım açık ve koyu renk geni taşıyan iki melez fert, prensip olarak, mümkün olan bütün deri renklerine sahip yavrular üretebilir. Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın da deri renkleri gibi birçok özelliklerinin bu şekilde ırklara geçtiği düşünülebilir. Böyle bir dağılımda, açık ve koyu renklilerin en uçtaki örnekleri nadir görülür. Populasyonun çoğunluğu bu uç noktalarının ortasındaki renklere sahiptir. Bu deri renklerinin "harmanlanması, Darwin'in yanlış olan harmanlayıcı kalıtım fikrinden farklıdır. Deri renklerinin ortaya çıkmasına vesile olan genler harmanlanmakla kendi hususi yapılarını kaybetmemekte; özellikleri devam etmekte, ancak yeni bir terkip kombinasyonuyla farklı bir görünüm sergilemektedir. Aslî yapıları değişmediğinden, ileride gelecek bir nesilde tekrar yeni kombinasyonlar yapabilirler.
Deri rengi geninin bütün zenginliklerine sahip bir popülasyon, koyu rengin daha avantajlı olduğu bir coğrafik bölgeye taşınırsa, daha koyu renkli olan fertlerin hayatta kalma ihtimalleri yükselecektir. Böylece, en koyu renkleri üreten gen kombinasyonları, o coğrafik alanda yerleşecektir. Burada bir türden diğer bir türe bir değişme yoktur. Tek değişme, belirli gen kombinasyonlarının populasyon içerisindeki hâkimiyetindedir.
Uyum potansiyeli ve genler
İngiliz serçeleri ilk defa 1850'de Kuzey Amerika'ya getirilmişse de, önceleri serçeler Amerika'da yerleşememişler, çok sonraları, sınırlı birkaç noktada tutunabilmişlerdir. Bu yerlerde de serçelerin sayıları uzun yıllar boyunca oldukça az olarak devam etmiştir. En sonunda, yeni mekânlarına uyum göstermiş olan kuşların nüfusları, kontrolden çıkmış gibi bir büyüme sürecine girmiştir. Bunun sebebinin, bölgede yaygın olarak kullanılan atların dışkıları ve beslendikleri otların, kuşların beslenecekleri böcekler için besin kaynağı olduğu düşünülmektedir. Bugün artık İngiliz serçeleri Amerika kıtası boyunca çoğu yerde yaşamaktadır.
Amerika'daki çok sayıda yerden serçe örneği alındığında görünür ki, soğuk iklimi olan yerlerdeki serçeler sıcak yerdekilere göre ortalama olarak daha büyüktür ve daha küçük uzuvlara sahiptir. Böylece, ideal serçe vücut tipi coğrafik bölgeye göre değişim göstermektedir. Büyüklükteki ve uzuvlardaki farklılığın varlığı, farklı enlemlerde yaşayan farklı kuş türleri için uzun süreden beri bilinmektedir. Ancak, bu serçelerdeki farklılıklar tek bir tür içerisindedir. Yeni bir tür gelişmemiştir.
İngiliz serçelerinin, Amerika içerisindeki farklı coğrafik bölgelere uyum göstermelerinin genetik sebebi belirli genlerin kendi açılımlarında saklı olabilir. Nakledilen ilk kuşlar (kurucu fertler) büyük ihtimal ile günümüzde görünen bütün vücut tipleri ve büyüklükleri için gerekli olan genlerin hepsini taşıyorlardı. Ancak, kurucuların sahip olduğu genlerde, bugün Amerika'da gözlemlenen formlara ait özel gen kombinasyonlarına ait açılımlar henüz geliştirilmemişti. Bu yüzden ilk önceleri sadece küçük gruplar hâlinde kalmışlardır.
Neticede bu kombinasyonlar oluştuğu zaman, kendilerine sahip olan fertlere avantaj sağlar böylece, bu fertler o bölgenin çevre şartları tarafından seçilmiş gibi görülür. Ancak, avantaj sağlayan şey, zaten yaratılışlarında var olan genlerin yeni bir kombinasyonudur, yeni genlerin ortaya çıkması değildir. En önemlisi, çevre şartlarının da genlerin de aklı ve şuuru olmadığından, bu avantajlar ve uyum kolaylığı serçe neslinin devamı için Kudreti ve İlmi Sonsuz bir Yaratıcı'nın takdiriyle olmuştur. Populasyon içerisindeki genetik çeşitlilik İradî Seleksiyon ile bir popülasyona avantaj vermiştir. Meselâ, insan gen havuzundaki, geniş çaplı antikor çeşitliliği, hastalık yapıcı bakterilerin insan topluluklarında tamamen yerleşmesine engel olmaktadır.
Türlerin içerisinde gördüğümüz farklılıkların çoğunun, Neo-Darwinizm'in iddia ettiği gibi, genlerdeki küçük çaplı değişmelerle bir alâkası yoktur. Genlerin kendileri değişmemektedir. Değişen şey, zaten var olan genlerin kendilerini yeni kombinasyonlar ile ifade etmeleridir. Hem ifade edilen (açılımı olan) hem de edilmeyen genlerin kombinasyonları biyolojik popülasyonlara bir uyum potansiyeli sağlamaktadır. Oldukça küçük bir kurucu popülasyonunun içerisinde bile, başlangıçta göründüğünden çok daha fazla sayıda polimorfizm (potansiyel çok çeşitlilik) vardır.
Alaska'daki bir Eskimo ile Nil bölgesinden bir Afrikalı aynı türe mensupturlar. Ancak, birbirine zıt olan vücut şekilleri dikkat çekicidir. Afrikalının sıcak bir iklimde, fazla vücut ısısını etrafa dağıtmada avantaj sağlayan uzun kol ve bacakları, kuzey kutbunda, aşırı soğumaya ve Eskimoların kısa uzuvlarından daha çok donmaya yatkınlığa sebep olacağından bir dezavantaj olacaktır. İradî seleksiyon, Allah'ın, aynı türleri geniş bir iklim yelpazesine uyum göstermesi için, farklı vücut tipleri ile yaratmasıdır. Ancak bu, yeni genlerin ortaya çıkmasıyla, bir türün başka bir türe dönüşümü ile karıştırılmamalıdır. Bu durumda türün aslî özelliklerini kontrol eden genler değişmemekte, sadece uyumda faydası olacak genlerdeki gizli potansiyel kabiliyetler ortaya çıkmaktadır.
Herhangi bir canlı populasyonu, yeni bir ortama açılamazsa veya değişen şartlara adapte olamazsa, o popülasyonun küçük olarak kalması ve belki de neslinin tükenmesi muhtemeldir. Küçük popülasyon büyüklüğü her tür için bir tehlikedir. Bir organizma çiftleştiği zaman, yavrusuna bir sperm veya yumurta ile katkıda bulunmaktadır. Üreme hücreleri, organizmaların genlerinin sadece yarısını taşırlar. Böylece, çiftleşme olduğu zaman, çiftler kendi gen takımlarının sadece yarısını yavruya verirler (cinsiyet ile alâkalı aleller hâriç). Yüksek sayıda yavruya sahip olmak ile organizmalar, genlerinin çoğunun çiftleşme sonucunda ifade edilmesini temin etmiş olurlar (total genetik donanımlarının sadece yarısı her bir yavruya geçmesine rağmen, geçen yarı her seferinde farklıdır).
Daha fazla sayıda yavru, daha fazla sayıda gen kombinasyonu, gen havuzunun daha büyük bir nispette korunması demektir. Düşük üreme nispeti, genetik bilginin kaybolma ihtimalini artırır. Böyle bir bilgi kaybı populasyondaki çeşitliliği düşürür. Eğer bu devam ederse, türlerin değişen ortamlara uyum kabiliyeti kaybolur ve türler kendiliğinden yok olabilirler.
Yoğun ıslahçılık ve yetiştiricilik ilginç ve faydalı çeşitlilikler üretebilir. Ancak, bunun önemli bir dezavantajı nesillerin adaptasyona açık olan gen havuzlarının küçültme meyli göstermesidir. Bu durum ise türlerin hastalıklara ve çevre değişikliklerine olan hassasiyetlerini artırır. Belli bir özelliği dikkate alan yetiştiricilik ve ıslah çalışmaları aynı zamanda ırk içi çiftleştirme yolu ile hatalı kusurlu özellikleri yoğunlaştırma eğilimindedir. Türün tipik morfolojisinin farklılaşmasının ötesinde, gelişim bozuklukları, stres ve üreme kabiliyetinde azalmalar görülmektedir.
Netice olarak, iradî seleksiyon, bir türün yeni ve değişen şartlara uyum sağlamasına yarayan gen kombinasyonlarını destekleyerek bir türün zenginleşmesine yardımcı olur. Mevcut olan genlerin kombinasyonu ile sınırlandırıldığında, iradî seleksiyon, türleri değiştirmekten çok, koruyan bir güçtür. Ancak bir soru bu noktada ortaya çıkar: tabiî seleksiyon sadece var olan genleri mi korur; yoksa, (yeni türlerin ortaya çıkması için gerekli olan yeni bilgileri sağlayacak) yeni genlerin yaratılmasına da yardım eder mi? Bu sorunun cevabını gelecek sayıda, genlerin fizikî yapılarını incelediğimizde göreceğiz.
Bilim 'Yaratılış' Diyor -4
Darwin, 1859'da yayımlanan Türlerin Orijini adlı kitabında, var olan hiçbir türün, tek tek yaratılmadığını iddia etmiştir. Böyle bir yaratma yerine, bütün türlerin daha önceden var olan türlerden tabiî seleksiyon yolu ile türediği iddiasında bulunmuştur. Ayrıca, bütün türlerin, menşelerinin bir veya az sayıdaki orijinal ata formlara kadar gittiğine dâir izler taşıdığını da iddia etmiştir. Darwin'e göre, tabiî seleksiyon sayısız genetik çeşitler arasından birini seçtiğinde, o yeni özellik hâkim duruma geçer. Bu yeni özellik o ferde, rekabet açısından aynı topluluktaki diğer fertlerden bir üstünlük veya avantaj sağlıyorsa ve böylece daha çok yavru vermesini sağlıyorsa, bu özellikler gelecek nesillere geçecektir. Kurduğu hayale göre evrim işledikçe, avantajlı yeni özellikler yeni bir tür oluşuncaya kadar birikecek ve sonunda yeni bir tür ortaya çıkacaktır.
Darwin'in bu düşünceleri geliştirmesinde ıslah edilen hayvanlara dikkatinin önemli rolü vardır. Hayvanların, seçime bağlı ıslah ile oldukça ileri derecede değişebilmesi onun çok dikkatini çekmiştir. Belirli özellikleri olan hayvanlar seçilip, onların üremesine izin verilince diğerlerinin üremesine imkân verilmeyince aynı türün içerisinde, çok farklı özelliklere sahip fertler üretilmektedir. Bunlar birbirinden o kadar farklı olabilirler ki, yabanî ortamda mevcut olan farklı türlerin arasındaki farklılıkları aşacak boyutta olabilir. Meselâ, Resim-1'de görülen aynı türe (köpek) mensup iki köpek ırkı (Chihuahua ile Great Dane) arasındaki fark bir tilki ile bir çakal arasındaki farklılığı aşmış boyuttadır. Tilki ile çakal Canidae ailesinin üyeleri olmasına rağmen, her ikisi de tabiatta yaşayan farklı türlere aittir (Resim–2). Biri cüce gibi, diğeri ise dev gibi olan iki köpek ırkı insanların şuurlu tercihi ile seçmesine (seleksiyona) bağlı ıslahın birer sonucudur. Bugün gördüğümüz çok çeşitli sığır, at, kedi, güvercin gibi hayvanlara ait ırklar, insanların şuurlu tercihleriyle deneyerek ortaya koydukları yeniliklerdir. Darwin buradan hareketle, eğer tabiata da yeterli zaman verilirse sun'î seçime bağlı ıslahta gördüğümüz farklılıkları üretebileceğini yani yeni türlere geçilebileceğini iddia etmeye başladı. Fakat bu ırkların hiçbirinde yeni ve farklı bir organ yoktu. Kendi aralarında birleşerek melez yavrular meydana getirebiliyorlardı, dolayısıyla yeni birer tür olmayıp, aynı türe aittiler ve Darwin bunu izah edemiyordu.
Darwin, canlıların hayatta kalabilecek ve üreyebilecek miktarının çok üzerinde fazla sayıda yavru yaptıklarını da fark etmiştir. Yavrular kendi aralarında değişiklikler gösterdiğinden dolayı, bazıları topluluktaki diğer fertlerin ortalamasını geçecek derecede -meselâ, daha iri kulaklara veya daha uzun bacaklara- bir özelliğe sahip olabilir. Eğer bu özellik, yavruların içinde bulunduğu ekolojik ortama uyumunu artırırsa, o zaman bu yavrular hayatta kalma ve genlerini gelecek nesillere aktarma hususunda daha iyi bir şansa sahip olacaklardır. Eğer bu süreç uzun nesiller boyunca başarılı bir şekilde devam ederse, sonunda daha uzun kulağa veya bacağa sahip olan hayvanların sayısı, olmayanların sayısının üstüne çıkacaktır. Bu durum bir kere olduktan sonra da, sözkonusu özellik o tür içerisinde yerleşmeye başlayacaktır. Ancak bütün bunlar sadece, daha çok süt veren inek, daha fazla yumurta veren tavuk, daha renkli güvercinden başka bir şey değillerdi. Hattâ ıslah çalışmaları gevşetilir ve takip edilmezse, bu ırklar bir müddet sonra bozuluyor ve aslî yapılarına dönüyordu.
Darwin bu süreci, hayvan ıslahçılarının bir özelliği seçerken yaptıklarına olan benzerliğini vurgulamak açısından tabiî seleksiyon olarak adlandırmıştır. Maalesef, bu tabir, tabiatın şuurlu olarak organizmalar arasında bir seçim yapabildiği ve canlılara gelecekte hangi özelliğin faydalı olacağını önceden görebildiği ve evrim sürecini de bu özellikleri ortaya çıkarmak üzere yönlendirdiği fikrini vermektedir. Ancak Darwin'e göre evrim, tabiî seleksiyon gibi akılsız ve şuursuz, müşahhas veya mücerret bir varlığı olmayan, sanal bir güç tarafından kontrol edildiği için, teleolojik (bir gâyeye yönelik) olarak düzenleyici bir vasıta şeklinde çalışamayan, kör mekanik bir süreçtir. Darwin'in evrim sürecini kontrol ettiğini düşündüğü tabiî seleksiyon mekanizmasının, çevredeki zararlı özellikleri ayıklama ve faydalı özelliklere yer açma şeklinde çalışması için, tabiî seleksiyonun ya küllî bir ilme ve kudrete sahip olması gerekir(!) veya küllî bir ilim ve kudret sahibinin bu işleyişe her ân müdahale etmesi gerekir. Ayrıca, çevrenin zararlı veya faydalı olarak tanımlaması, organizmanın geçmişteki veya gelecekte olabilecek ihtiyaçlarına değil, o ânki ihtiyaçlarına bakar. Darwin'in mahiyeti meçhul tabiî seleksiyon teorisine bağladığımızda, canlılarda işleyen mükemmel anatomik, fizyolojik, biyokimyevî, embriyolojik ve moleküler hâdiseler, akılsız ve şuursuz evrimin herhangi bir plânı veya gâyesi olmaksızın, tabiî biyolojik süreçlerin ürünü olarak yürütülür.
Hâlbuki ister anatomist, ister fizyolog veya embriyolog olsun, hiçbir bilim dalına mensup ilim adamı, çalıştığı sahada en küçük bir tesadüfî işleyişin, kendi kendine oluşun, plânsız bir yapının, eksik ve kusurlu bir icraatın olduğunu söyleyemez. Tam aksine bütün varlıklarda Küllî Bir İlim ve Kudret'in her ân kendini gösteren icraatını okumaktayız. İşte bir Yaratıcı'nın eseri olan, bir gâyeye ve hedefe müteveccih bu işleyişe İradî Seçim (seleksiyon) diyebiliriz.
Darwin'in tabiî seleksiyona yüklediği veya onda vehmettiği kabiliyetlere bakınca, bu mahiyeti meçhul kavramı, Allah (celle celâlühü) yerine koyduğunu anlıyoruz. Türlerin Orijini isimli meşhur eserin farklı yerlerindeki ifadeler bunu göstermektedir: "Tabiî seleksiyon hatasız kabiliyetleri olan en iyi varyasyonları seçer." "Tabiî seleksiyon, bütün dünyada, bütün varyasyonların, en küçük olanlarının bile günlük ve saatlik olarak incelenmesi, kötü olanların reddedilmesi ve iyi olanların hepsinin toplanıp korunmasıdır. Sessizce ve hissedilmeyen bir çalışmadır, her zaman ve her yerde bir her bir organik varlığın, organik veya inorganik hayat şartlarının gelişmesi ve güzelleşmesi için fırsatlar sunar."1
Darwin bu cümleleri yazdığından beri, biyolojik literatür, tabiî seleksiyona sayısız nam ve şerefler yüklemiştir. Bu bağlamda, evrimci biyologlar, tabiî seleksiyona sanatkârlık ve kabiliyetler atfetmektedirler. Bir müzik besteleyicisi, orkestra şefi, bir şair ve bir heykeltıraş ile tabiî seleksiyonu karşılaştırmaktadırlar. Richard Dawkins, kör olmasına rağmen tabiî seleksiyonu bir saat tamircisi olarak tanımlamıştır.2 Steven Pinker tabiî seleksiyonu bir bilgisayar mühendisi ile karşılaştırır.3
Tabiî seleksiyonun bugüne kadar medya destekli ateizme âlet olan meşhurlaştırılmasına rağmen, giderek artan sayıda bilim adamı, onun "yaratıcı bir güç" olarak takdim edilmesini tartışmaktadır.4 Stuart Kauffman, Brain Goodwin5 ve Robert Laughlin6 gibi isimler ise tabiî seleksiyonu sorgulayıp tahtından indirirken, komplekslik ve organizasyonla ilgili prensipleri yücelterek "kendinden organize sistem kuran" bir görüşe saplanmış ve Yaratıcı bir Allah anlayışına maalesef gelememişlerdir. ABD'de William A. Dembski ve Jonathan Wells gibi isimler ise tabiî seleksiyona karşı çıkıp, canlı varlıkları "akıllı bir tasarımcının" (lâiklik kaygısından ve bilimi tabulaştıranların saldırılarından çekinerek, Allah diyemediklerinden) eseri olarak görmektedirler.
Aslında tabiî seleksiyon fikrini ilk olarak Darwin ortaya çıkarmamıştır. Daha önce yaşamış çok sayıda tabiat bilimci böyle bir sürecin tabiatta işlediğini gözlemlemişler; fakat Darwin gibi akılsız ve şuursuz bir prensibi ilâhlık mertebesine çıkarmamışlardır. Onlardan bazıları bu süreç hakkında Darwin'den daha ölçülü bir görüşe sahiptiler. Meselâ, Edward Blyth, Darwin'den önceki nesilde yaşamış ve biyolojide akıllı tasarımı savunan birisidir. Blyth, tabiî seleksiyonu, türlerin konulmuş sınırlar içerisinde kalması ve uyumsuz fertlerin ayıklanması ve böylece var olan türlerin devamına yardım eden koruyucu bir prensip olarak görmüştür. Ayrıca enteresan bir inceliği de hissetmiştir ki, eğer bütün organizmalar temel plânlara göre Yaratıcı Bir İlim ve Kudret'le hayat buldularsa, o zaman türlerin tasarlandıkları orijinal hâllerinin dışına çıkmamaları için bir kalite kontrol işlemi olmalıdır. Blyth, normalden çok fazla sapmış özelliklere sahip bu organizmaların elenmesi için tabiî seleksiyona çok hususi, ölçülü ve sınırlı bir rol verildiğine inanmaktaydı. Darwin'in tabiî seleksiyon kavramına yeni türler üretebilecek kapasiteye sahip sınırsız bir güç vermesine ve türleri başıboş bir şekilde değişken görmesine karşılık Blyth, tam tersine türleri sadece kendi sınırları içerisinde değişim gösterebilen ve tabiî seleksiyonu da sadece türleri bu sınırlar içerisinde tutmaya yarayan, düzenleyici bir prensip olarak görmektedir. Darwin'den önceki çoğu bilim adamı gibi sınıflandırmanın babası Carolus Linnaeus da türleri sabit görmekte ve bir tasarıma inanmaktaydı.
Antik Yunan'da Eflatun da o günkü bilgisiyle türlerin sabitliğine ve her bir organizmanın ayrı uygunlukta ideal bir plâna göre tasarlandığına inanıyordu. Bugün ilâve olarak, türlerin katı ve esnek olmayan bir sabitlik yerine belli sınırlar içinde önemli değişiklikler geçirebileceği daha makûl görülmektedir.
Darwin teorisinin temel taşı tabiî seleksiyon olmasına rağmen, hayali evrim süreçlerinin "yaratıcı potansiyelini" sadece tabiî seleksiyona bağlamanın mümkün olmadığı görülmüştü. Darwin de tabiî seleksiyonun, üzerinde iş görebileceği varyasyonların olması gerektiğini fark etmiştir. Zîrâ, tabiî seleksiyon hakiki mânâda yeni özellikler üretmemekte, sadece var olan özellikler üzerinde rol oynamaktadır. Darwin bunu şu şekilde ifade etmiştir: "Avantajlı varyasyonlar meydana gelmediği sürece, tabiî seleksiyon hiçbir şey yapamaz."7
Peki, o zaman tabiî seleksiyonun üzerinde işleyeceği, yeni özellikler ve yapıların meydana gelmesini sağlayan faydalı varyasyonların, -evrimci yeniliklerin- kaynağı nedir? Bu avantajlı varyasyonlar nasıl ortaya çıkacaktır? Tabii ki o gün henüz genetik diye bir bilim dalı olmadığından Darwin bunun farkında değildi. Zürafaları ele alalım. Böyle bir yaratık nasıl evrimleşebilmiştir? Çok uzun bacakları, alabildiğine uzun boynu ve sıra dışı duruşu, her şeyinin kendisini tehlikeye atacak şekilde, normalin dışında bir yaratık olduğunu düşündürür. Ancak zürafanın bütün organları, anatomisi ve fizyolojisiyle birbirleri ile fevkalâde uyumlu, ahenkli ve ölçülüdür. Büyük bir kolaylıkla hareket eder ve öyle güçlü bir tekme atar ki, çok az sayıda tabiî düşmanı vardır. Bu yüzden zürafaların garip vücut şekillerini evrim izah edemez.
Darwin'den önceki, bir evrimci olan Jean Baptiste de Lamarck (1744–1829), zürafaların uzun boyunlarının, ağaçların üst dallarında kalan yaprakları yemek için sürekli şekilde yukarıya uzanmalarının bir neticesi olduğunu düşünmüştür. Lamarck'ın evrim teorisinde, zürafaların boyunları, onların daha yükseğe ulaşma ihtiyaçlarının bir neticesi olarak görülmüş ve bu değişme gelecek nesillere aktarılmıştır, sonunda zürafaların boyunları gittikçe uzamıştır. Günümüzde ise bilim adamları, vücut yapılarının bir organizmanın ihtiyaçlarına ve hayat şartlarına karşılık olarak kalıtım yoluyla değişmediğini bildiklerinden Lamarck'ın teorisi kabul görmemektedir. Eğer öyle olsaydı, olimpiyat yarışmacılarının daha hızlı yarışmacılar doğurması ve dâhilerin çocuklarının ebeveynlerinden daha da zeki olmaları gerekirdi ki, karşılaşılan durum genellikle böyle değildir.
Darwin'in tabiî seleksiyon teorisi, başlangıçta Lamarck'ın açıklamasına olan merakı artırmıştı. Darwin, yeni ve gelişmiş özellikleri ortaya çıkaracak çevre yerine, organizmaların içerisinde var olan ve daha sonra çevre tarafından ya korunacak yahut ayıklanacak yeni özellikleri netice veren bir şeye inanıyordu. Lamarck bir organizmanın, hayatta kalabilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve bu faydasını gelecek nesillere aktarabilmek için daha uzun bir boyuna olan ihtiyaç üzerinde durmuştur. Darwin ise, çevrenin daha uzun boyunlu organizmalar lehindeki ve daha sonra da meydana gelen her ne ise –zürafanın ortaya çıkması gibi- onun korunması üzerindeki rolüne dikkat çekmiştir.
Böylece, çevreninin tabiî seleksiyondaki rolüne ek olarak, Darwin organizmaların içerisinde olup, yeni özellikler netice verecek bir şeye de ihtiyaç duymuştur. Organizmaların içerisindeki küçük değişikliklere sebep olma imkânı verilmiş varyasyonlar tabiî seleksiyon tarafından elendikçe, bunların o gün bilinmeyen genetik kaynağı, yeni özellikler üretecek, daha sonra da Darwin'e göre bu özellikler tamamen yeni organizmalar üretmek için birikecektir.
Ancak, canlılardaki zenginliğin kaynağının ne olduğunu Darwin bilmiyordu. Darwinizm'in modern formu olan Neo-Darwinizm, varyasyonların kaynağının DNA'daki tesadüfî değişmeler olduğunu düşünür. Ancak, varyasyonların kaynağının ne olduğunu bilmemesinin ve bunu önemsememesinin dışında, Darwin varyasyonların geçişine dâir yine de bir fikir üretmiştir. Darwin için veraset (kalıtım), anne babadan gelen özelliklerin bir karışımı veya harmanlamasıydı. Darwin'in kalıtıma ait harmanlama teorisine göre, yavrular özellikleri bakımından anne ve babalarının arasında olmalıdır, sadece fizikî görünüm açısından değil, aynı zamanda yavrular, aldıkları ve devam ettirecekleri kalıtım materyali açısından da anne babalarının arasında bulunmalıdır. Meselâ, harmanlama teorisine göre, eğer bir kırmızı gül ile beyaz gül çaprazlanırsa, elde edilen çiçeklerin hepsi harmanlanmış yani pembe renkte olmalıdır.
Peki, eğer bu pembe çiçekler yeniden birbirleri ile çaprazlanırsa o zaman ne meydana gelir? Darwin'in harmanlama teorisine göre, bu çaprazlamadan meydana gelecek yavrular yine pembe olmalıdır ve bu durum nesiller boyunca bu şekilde gitmelidir. Bu şekilde, kırmızı ve beyaz çiçekler bir müddet sonra ortadan kaybolacaklar ve sadece pembe güller kalacaktır. Peki bu, gerçekte olan bir şey midir? Böyle bir harmanlamanın gerçekte olup olmadığı deneyle test edilebilir. Kırmızı ve beyaz güller çaprazlandığında, ilk nesil pembe güllerden meydana gelir. Fakat, ilk nesildeki bu pembe güller, tekrar birbirleri ile çaprazlandığında, kırmızı ve beyaz güller ikinci nesilde geri dönerler. Kırmızı ve beyaz görünen güller, önce gizlenmiş sonra yeniden ortaya çıkmıştır. Bu göstermektedir ki, harmanlama veya karıştırma kalıtım teorisi yanlıştır. Bu teoriler (yanlış bir şekilde), pembe çiçeklerin çaprazlandığında hep pembe kalacaklarını tahmin eder.
Ayrıca, harmanlama kalıtımı farklılık değil, aynılık üretir. Yeni çeşitlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Bu yüzden, Darwin'in teorisi, kendisinin kalıtım görüşüyle uyuşmamaktadır. Tabiî seleksiyona göre, avantajlı yeni bir özellik hem korunmak, hem de saf ve yoğun olarak yeni nesillere iletilmek mecburiyetindedir. Ancak, harmanlayıcı kalıtım, özelliklerin bir nesilden bir nesle seyreltilmeden geçmesine izin vermemektedir. Darwin bu tutarsızlığı kabul etmese de, onun harmanlayıcı kalıtım teorisi, tabiî seleksiyon ile meydana gelecek bir evrimi imkânsız duruma getirmiştir.
Dipnotlar
1. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964.
2. Dawkins, R. (1986): The Blind Watchmaker. Norton Company. NewYork.
3. Pinker, S. (1997): How the Mind Works. Norton Company. NewYork.
4. Kauffman, S. (2000): Investigations. Oxford University Press, NewYork.
5. Goodwin, B. (1994): How the Leopard Changed Its Spots: The Evolution of Complexity. Scribner's, NewYork.
6. Laughlin, R.B. (2005): A Different Universe. Basic Books, New York, p168-169.
7. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species, s. 82.