Canlılardaki Değişme Potansiyeli
Evrimcilerin inandıkları şekliyle "türden türe geçme veya bir türden başka bir türe dönüşme" olarak ifade edilen bir hâdisenin tabiî seleksiyon ve mutasyonlar gibi akılsız, şuursuz kavramlarla izah edilemeyeceği çok açık delillerle ortaya konulmasına rağmen, evrimcilerin bu inançlarında neden direndiklerinin üzerinde durulması gerekir.
Bu problemin en temel faktörlerinden birisi, gerek Darwin'in ve gerekse takipçilerinin çok önemli bir biyolojik gerçeği doğru tespit etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu biyolojik gerçek, türlerin zaman içinde gerçekten değiştikleridir. Bu zâviyeden bakıldığında evrimin ilk tespiti olan "Her canlı değişmektedir." temel esası doğru olduğu için, bu bir doğrunun arkasından yüzlerce mübalağaya, yalana ve çarpıtmaya kapı açılmıştır. Aslında insanlar yüzyıllardan beri türlerin değiştiğini, sadece kendi aileleri içerisinde değil, aynı zamanda evcil bitki ve hayvanlarda da müşahede etmektedir. Bir tür içerisindeki varyasyonlar ve modifikasyonlar ile çeşitlenme çok açık olarak görülen bir vakıadır. Ancak tür -belki de cins- sınırları içinde kalması gereken bu çeşitlik ve zenginliği, tür sınırları dışına taşıyarak takım, sınıf ve hattâ şube seviyesinde tatbik etmek Darwinizm'in en büyük hatasıdır. Tabiatta müşahede ettiğimiz ise, canlılardaki değişikliğin sadece tür içinde sözkonusu olduğudur; böylece türün genetik zenginliği kapasitesine bağlı olarak çeşitlenme ile yeni varyeteler ve ırkların (alttürler) yaratılması şeklinde tezahür etmektedir.
Şayet Darwin Mevcut (yaratılmış) Türler Zaman İçerisinde Nasıl Değişmiştir başlıklı bir kitap yazmış olsaydı, bu fazla dikkat çekmeyecek ve dünyayı bu kadar meşgul eden bir hâdise olmayacaktı. Fakat Darwin, Tabiî Seleksiyondan kaynaklanan bir güçle türlerin hiç yoktan, kendi kendine ortaya çıkışına ait bir kitap yazmıştır. Darwin'in bütün teorisi, biyologların "türleşme/çeşitlenme" olarak adlandırdığı hâdisenin, yani yeni türlerin mevcut olan türlerden nasıl meydana geldiğini/menşe aldığını açıklama üzerine inşa edilmiştir. Hayvan sistematiğinin en alt birimi olan alttürlerin (veya ırkların) meydana gelmesi, mevcut genetik mekanizmalar, iklim ve coğrafik şartlar hesaba katıldığında hem ilmîn ve mantığın kaideleri açısından, hem de gözlemler ve gerçekler bakımından mevcut vakıaya mutabık düşmektedir. Ayrıca herhangi bir inanç problemi de teşkil etmemektedir. Fakat evrimciler değişmenin keyfiyetini türden türe geçiş seviyesine yükseltince birçok açıdan problem çıkmaktadır.
Darwin Türlerin Menşei Üzerine yazdığı eserinde, bir türün bir başka türe dönüşmesinin evrimin en temel problemi olduğu gerçeğinin farkındaydı.1 Ancak Darwin "esrarın esrarı" olarak adlandırdığı bu sırrı asla çözememiştir.2 Mayr'e göre; "Darwin'in, bu problemi çözmekte başarısız olmasının sebebi, türlerin zaman boyutundaki modifikasyonlarını göstermesine rağmen, asla, bir türün nasıl ikiye ayrıldığı ve çoğaldığı problemini çözmeye dâir detaylı bir analiz yapmaya ciddi olarak teşebbüs edememiş olmasıdır."3
Bu temel eksikliğin farkına varan evrimci biyolog Keith Stewart Thomson 1977'de, şöyle yazmıştır: "Biyologlar için bitirilmesi gereken, ama bitmemiş olan iş, evrimin tartışılmayacak derecede apaçık görünen, henüz dumanı üzerinde tütecek kadar taze delillerini tespit etmektir." ..."Evrimin en tartışmasız delili ise belli bir bölgedeki küçük adaptasyonlar ve populasyonların farklılaşması konusunda değil, türleşme hakkında olmalıdır."..."Darwin'den önce de insanlar sun'î seçimle yüzyıllar boyunca yaptıkları ıslah çalışmalarında, işlerine yarayan koyun, inek, köpek gibi türlerin belirli sınırlar içerisinde değişebileceğini göstermişlerdi. Darwin ise, bu sınırların kırılabileceğini göstermek zorundaydı ve biz de göstermek mecburiyetindeyiz."4 Darwin'in günümüzdeki temsilcileri, yaşayan varlıkların evrimi hakkındaki çok geniş muhtevalı ve bir dünya görüşüne temel olabilecek kadar büyük iddialarını haklı çıkarmak için, önce tamamen bilimin bir meselesi olarak, türlerin herhangi bir iradeye ve takdire bağlı olmadan, sadece başıboş, maddî sebeplerle nasıl vücuda geldiklerini izah etmeleri gerekir.
Ancak iş göründüğü kadar basit değildir; çünkü biyologlar şimdiye kadar asla "türün" bir tek tarifi üzerinde anlaşmaya varamamışlarıdır. Evrimci biyologlar Jerry A. Coyne ve H. Allen Orr 2004'te yayımladıkları Türleşme adlı kitaplarında, "türün" yirmiden fazla tarifi olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu durumda türün gerçek bir tarifini nasıl seçeceğiz? Adı geçen yazarlara göre; "Biyologlar, tür kavramının birçok gâye için kullanışlı olmasını istemektedirler; fakat bu gâyeler farklılık göstermektedirler." Biyolog Coyne ve Orr'a göre tür tarifinde şimdilik beş önemli hedef esas alınmıştır: Tür eğer "1- Biyologlara organizmaları sınıflandırmakta yardım ediyorsa; 2- Tabiattaki varlıklara gerçekten karşılık geliyorsa; 3- Bu varlıkların nasıl meydana çıktığını anlamamıza yardım ediyorsa; 4- Canlılar tarihini doğru yansıtıyorsa; 5- mümkün olabildiğince çok organizmaya tatbik edilebiliyorsa" faydalıdır. Coyne ve Orr, "hiçbir tür kavramının, bu hedeflerin tamamını hattâ çoğunluğunu bile başaramayacağını" kabul etmiştir. Ancak, şunu hissetmişlerdir: "Bir tür kavramı üzerinde karar verirken, öncelikle, bir kişi, kendisine ait 'tür probleminin' tabiatını iyice teşhis etmeli; daha sonra, bu problemi çözecek en iyi kavramı seçmelidir."5
Darwinist evrimcilerin büyük çoğunluğu gibi, Coyne ve Orr da, Ernst Mayr'in Biyolojik Tür Konseptini (BSC) tercih etmektedir ki, bu tarife göre tür; "Kendi aralarında çiftleşebilen ve benzer diğer gruplardan çoğalma açısından izole olmuş, tabiî populasyon gruplarıdır." Coyne ve Orr bu tür tarifini, neden diğer tariflere tercih etmektedir? Onlara göre; "Biyolojik Tür Konseptinin en önemli avantajı, kendi tanımladığı türlerin varlığını açıklamak üzere hemen bir araştırma programı fikrini vermesidir." Zîrâ istendiği takdirde herhangi iki farklı populasyona ait fertlerin bir araya geldiklerinde üreyip üreyemedikleri kontrol edilebilir, üreme açısından birbirlerinden tecrit olmuşlarsa (yani çiftleşemiyor veya çiftleşseler bile cinsî açıdan verimli -kısır olmayan- yavrular elde edemiyorlarsa) bunlar türleşme sürecini tamamlamış iki ayrı türdür.
Maalesef, Biyolojik Tür Konsepti sadece yaşayan ve cinsi (seksüel) olarak üreyebilen canlılara tatbik edilebilir. Bakteriler gibi cinsî olarak üremeyen (aseksüel, bölünerek üreyen) organizmalara uygulanamaz. Bu gibi türler birbirinden, morfolojik ve biyokimyevî temellere göre ayrılır. Biyolojik Tür Konsepti ölü organizmalara, meselâ fosillere de uygulanamaz. Fosiller arasındaki tür ayrımı da sadece morfolojik özelliklerine göre yapılır. Bu yüzden, Biyolojik Tür Konsepti evrimci biyologların ilgilendikleri birçok organizma için geçerli değildir ve kendini sadece canlıların, evrimin tartışmasız delilini sunma ihtimali en çok gibi görünen bir yönü ile sınırlandırır.
Biyolojik Tür Konseptinin şu anki eksiklikleri bir yana, Darwincilerin öncelikli olan tür tarifi hakkındaki görüşlerinin hayata geçirilmesi sırasında, temel bazı yanlışları vardır. Geçmişte başarısızlığa uğramış ve terk edilmiş birçok teori, Batlamyus'un Dünya merkezli kâinat anlayışı gibi gözlemlere ve deneylere imkân veren araştırma programı olarak değerlendirilmiştir. Ancak sonunda bunların ölü yanlışlar olduğu ispat edilmiştir. Bilimin ortaya koyduğu bir kavramın, kendi başına araştırmalara imkân sağlayabilme kabiliyeti, bu araştırmaların neticede tabiat hakkında doğru kavrayışlar sağlayıp sağlamayacağı hakkında kesin bir şey söylemez. Evrimcilerin bu tür tarifi çerçevesinde yaptıkları, "caddenin geri kalanı karanlık olduğu için, sokak lâmbasının altında bir şey arayan" adama benzer. Eğer adamın aradığı şey sokak lâmbasının altında yoksa onun bütün araştırması boşa gider. Hâlbuki caddenin aydınlatılmamış büyük bölümünde çok önemli hakikatler bulunmaktadır. Türleri tanımlamak için Biyolojik Tür Konseptini seçmekle, Coyne ve Odd da aynı hatayı yapmaktadırlar.
Çoğalma yönünden izole olmuş populasyonlar mânâsında türler
Mayr'in tür tarifine göre bir tür sadece "kendi arasında çiftleşebiliyorsa ve üreme bakımından diğer populasyonlardan izole olmuşlarsa" tür sayılır. Bu takdirde yeni türlerin ortaya çıkması için, başlangıçta bir arada yaşayan fertleri daha sonra birbiriyle çiftleşemez duruma getirecek engellerin durumu önem kazanır. Üremeye mâni engellerin en başında, bir türün iki populasyonunu birbirinden ayıran ve fizikî olarak üremelerini engelleyen sıra dağlar veya geniş su kaynağı gibi coğrafik engeller vardır (Şekil–1). Zaman geçtikçe, iki populasyon genetik olarak birbirinden uzaklaştığında, coğrafik bariyer ortadan kaldırılsa bile iki populasyon artık birbiri ile çiftleşemeyecek dereceye gelebilir. Bu teori allopatrik türleşmedir (allopatrik kelimesi Yunancada farklı anavatan mânâsındadır.)
Allopatrik türleşme teorisinin doğrudan bir ispatı yoktur. Bunu ispatlamak için birinci populasyonun ikinci populasyon ile çiftleşebildiği, ikincinin üçüncü ile üçüncünün dördüncü ile çiftleşebildiği fakat dördüncünün birinci ile çiftleşmesinin çok düşük ihtimalli olduğu veya mümkün olmadığı üreme zincirinin varlığını göstermek gerekir (Şekil–2). Bu durumlarda, ikinci ve üçüncü populasyonlar, birinci ve dördüncü populasyonlar arasındaki allopatrik türleşme sürecinin ara basamaklarını temsil eder. Bu teorik iddiayı ispatlamak için binlerce veya yüz binlerce yıl geriye giderek bugün ayrı tür kabul edilen ve dolayısıyla çiftleşemeyen canlıların geçmişte çiftleşebildiklerini göstermek gerekir. Bu ise mümkün değildir.
Allopatrik türleşme, son zamanlarda, evrimci biyologlar arasında en popüler olan teori olmakla beraber tek değildir. Simpatrik türleşme teorisine göre (simpatrik kelimesi Yunancada aynı anavatan mânâsındadır), iki populasyon, coğrafik bir engel olmadan da üreme açısından birbirinden izole olabilir. Bunun için de belli şartlara bağlı olarak bir delilden bahsedilebilir. Meselâ, iki yüzyıl önce, Kuzey Amerikan elma kurtçuk sineği Rhagoletis pomonella, sadece alıç ağacı üzerinde yaşayan fertlerden meydana gelirdi. Dişiler ağustosta alıç ağaçlarının üzerine yumurtalarını bırakır ve eylül sonunda yumurtadan çıkan lârvalar, kırmızı alıç meyveleri ile beslenirdi. Yıllar sonra elma ağaçları, Amerika'ya getirilince, bazı sinekler yumurtalarını bu ağaçların üzerine bıraktı ve lârvalar da elmalarla beslendi. Elmalar, alıçlardan önce olgunlaştığı için, şu anda elmada yetişen sinekler, alıçla beslenenlerden bir ay önce üremektedir. Çiftleşme takvimlerindeki bu bir aylık farklılıktan dolayı, bu iki çeşit sinek tabiatta birbirleriyle çiftleşmemektedir. Allopatrik türleşmenin tersine, bu durumda iki sinek çeşidinin bir araya gelmesini engelleyen mânia coğrafyaya bağlı değil, üreme zamanlarının çakışmamasına ve davranışlara bağlıdır.7
Fizikî şartlara veya zaman farklılığına dayanan bir mânianın, bir türü ikiye ayırması çok vakit alır. Teoriye göre, üreme açısından birbirinden tecrit edilmiş iki populasyon, farklı genetik değişmeler geçirir ve muhtemelen bir noktada genetik olarak artık birbirleriyle çiftleşemez duruma gelir. Çoğalma açısından tecrit olmuş populasyonların genetik açıdan nasıl farklılaşacağını açıklamak üzere çok sayıda mekanizma öne sürülmüştür. Tabiattaki ekolojik dengenin veya gıda zincirinin bir neticesi olarak bazı canlılar diğerlerini yakalayıp yerken, İlâhî seleksiyonla, populasyonların farklı çevre şartlarına uyum göstermesi için zemin hazırlanır; böylece sebepler açısından bazı genler desteklenir ve bazılarının hayat sahnesinden çekilmesi sağlanır. Bu sırada hayatta kalan ve izole olan populasyonlardan birisi çok küçük ise, gen frekansları İlâhî iradenin tercihi ile değiştirilmiş olur. Böylece bir populasyonda farklı karakterler (renk, büyüklük, hızlılık v.s) ağırlıklı iken, diğer gruptakilerde ayrı karakterler hâkim duruma geçer ve böylece iki ayrı alttür (veya ırk) meydana gelmiş olur ki, buna evrim veya türleşme değil, biyolojik değişim veya ırklaşma demek daha doğru olur.
Büyük ana gruptan kopan küçük populasyonlar sadece, farklı gen oranlarına sahip olma eğiliminde olmayıp (bu kurucu tesir olarak bilinir), aynı zamanda, başlangıçtaki genetik özellik dağılımlarının frekansı ne ise ondan da kolaylıkla "ayrı düşme" eğilimindedir (beklenen gen frekanslarındaki bu tarz değişme sapmaları "genetik sürüklenme" olarak bilinir). Ata kabul edilen ilk populasyonun gen frekanslarından bu ayrılma eğilimi, istatistikî olan genetik prensipler neticesinde çıkar; böylece, ihtimaliyet kaidelerine uyulur. Meselâ, bir siyah deney faresi beyaz bir deney faresi ile çiftleştiğinde, genetik prensiplere göre, kesin olarak beyaz yavru çıkma yüzdesi ile siyah yavru çıkma yüzdesi belirlenebilir. Ancak, herhangi bir çiftleşme neticesinde bütün yavrular siyah veya beyaz olabilir. Bunun sebebi nedir? İhtimaliyet kanunlarına göre, örnek sayısı ne kadar az olursa, beklenen neticelerde önemli sapmaların ortaya çıkma ihtimali o kadar daha fazla olur.
Bir parayı attığınızda, bu paranın ihtimal hesabına göre yazı veya tura gelme ihtimali eşittir. Bu sebepten, yazı tura attığınız zaman, aynı sayıda tura ve yazı gelmesini beklersiniz. Ancak, sadece dört kere para atsanız, netice ne olur? İhtimal hesabına göre beklenen netice iki yazı, iki tura gelmesidir. Fakat bu gibi az sayıdaki örnekle yapılan denemelerde ortaya çıkan neticenin, beklenenden farklı çıkma şansı yüksektir. Hattâ böyle bir örnekte, üst üste dört kere tura veya yazı atabilirsiniz. Beklenen neticeden bu kadar büyük ölçüde sapılmasının sebebi deneme sayınızın son derecede küçük olmasıdır. Fakat bin kez yazı tura atarak büyük bir deney yapsaydınız, o zaman attığınız turaların yazılara nispeti, beklenen % 50 - % 50 neticesine çok yakın olacaktı. Bu durumda daha büyük sayıda hâdise veya denemede neticeler ihtimal hesaplarına daha çok uyarken, az sayıdaki vaka veya denemede, ihtimal hesaplarından sapma ihtimali daha yüksektir diyebiliriz.
Yukarıda para atma misâli ile açıkladığımız prensip, büyük ana topluluktan kopan, küçük ve tecrit olmuş tâli veya küçük topluluklar için de geçerlidir. Bu küçük alt populasyonlar kendi içlerinde çiftleşmeye mecbur kalırlar. Bu yüzden böyle bir populasyon içerisinde nötr bir mutasyon (ne zararlı ne de faydalı olan bir mutasyon) bile çok yaygınlaşabilir. Buna alternatif olarak, büyük ana populasyon içerisinde zaten var olan ama çok yaygın olmayan bazı genler, bu populasyondan kopmuş küçük populasyonlarda tamamen baskın olarak görülebilir. Geçmişte ulaşım imkânlarının zor olduğu dönemlerde, Anadolu'nun belli bölgelerindeki dağ köylerinde hep kendi içlerindeki evlenmelerden dolayı, bir müddet mikro ırklaşma süreci yaşanmıştır. Belli morfolojik (burun, dudak şekli v.s. ) karakterler belli bölgelerde hâkim duruma geçince o bölge insanının tipik bir görüntüsü teşkil edilmiştir. Fakat daha sonraları ulaşım imkânları artınca her bölgenin insanı diğer bölgedekiler ile evlenebilir olmuş ve belli özelliklerin baskın olma durumu ortan kalkmaya başlamıştır. Böylece bu mikro ırklaşma süreci de bozulmuştur.
Meselâ, anne veya babalarından birisi albino (beyaz) olan biri dişi biri erkek, iki gri deney faresinden meydana gelen bir alt populasyon düşünelim. Genetik prensiplere göre bu hayvanlar heterozigotturlar (Gg). G, dominant gri renk özelliğine, g de resesif albino özelliğini belirlemektir. Bu gri deney farelerinin (Gg) çiftleştiğinde dört yavru meydana getirdiğini düşünelim. Mendel prensiplerine göre her bir anne veya baba deney faresi biri sadece G, diğeri sadece g genlerini taşıyan iki cins cinsiyet hücresi üretecektir. Mendel prensiplerine göre bu cinsiyet hücrelerinden (Şekil–3), üç tane gri yavru (GG, Gg ve gG), bir tane de beyaz yavru (gg) üretilmelidir. Fakat teorik olarak, olması gereken bu durum gerçek dünyada böyle olmayabilir ve bütün yavrular albino (gg) olarak doğabilir. Bu nesilden sonra, G alleli kaybolduğu için populasyonda sadece albino deney fareleri doğar.
Bir genin karşısındaki allelinin kaybolması ile diğer genin populasyon içerisinde yerleşmesi sürecine sabitleme denir. Sabitlemenin olması küçük populasyonlarda daha muhtemeldir; çünkü tesadüfî hâdiselerin tesiri küçük populasyonlarda daha büyük olmaktadır. Kurucu grubun dâhil olduğu bu küçük örnek, sadece şans ile kendilerinin geldikleri daha büyük gruptakinden farklı yeni bir gen frekansı elde eder. Kurucu tesirinin bir misâli olarak, Pensilvanya'daki Amish'leri verebiliriz. Menşeleri sadece 200 kişilik bir grup insandan geldiğinden ve kendi aralarında evlenmeye eğilimli olduklarından dolayı, Pensilvanyalı Amish'ler, kısa parmaklılık, kısa boyluluk, altıncı parmak ve belirli bazı hastalıkların genlerini taşıma açısından Amerika'daki bu genlerin ortalama bulunma nispetinden daha yüksek yüzdeye sahiptir.
Kurucu tesirine benzer olarak, darboğaz/şişe boynu tesiri de vardır. Darboğaz tesiri, bazı çetin çevre şartları populasyonun büyüklüğünü büyük ölçüde azalttığı zaman görülür. Bu tarz çetin hâdiseler, buzullaşma (muhtemelen Neanderthal'ler durumunda olduğu gibi), kuraklık veya çetin bir kış olabilir. Bu zorlu şartlarda hayatta kalmayı başaranlar yeni populasyonun kurucuları olur. Kurucu fertler az sayıda olduğu için, genetik sürüklenme, gen frekanslarını çabukça değiştirir. Ayrıca, hayatta kalanların gen frekansları zaten ilk safhada da ait oldukları orijinal populasyonun gen frekansından oldukça farklı olabilir (genel populasyonda nadir olarak bulunan bazı genetik faktörler, bu genleri taşıyan az sayıdaki fertte ise avantaj meydana getirerek, hayatta kalmalarına yardımcı olmuş olabilir). Bu yüzden, hayatta kalan küçük populasyonun gen frekansları, orijinal populasyonunkinden çok farklı olabilir. Böylece, hayatta kalanların sayısı artıkça ve yeni bir populasyon meydana getirdiklerinde, bazı karakterler bakımından kendilerinden ayrıldıkları orijinal populasyondan çok farklı olabilirler (Şekil–4). Fakat bu yeni bir tür meydana gelmesi demek değildir. Aynı türün farklı desenlerinin ortaya çıkması demektir. İlk atalarımız olan iki insandan; zenciden beyaza, Kızılderili'den sarı ırka ve Aborijinlere kadar bütün insan ırkları, sebep olarak yaratılan aynı genetik mekanizmaların işletilmesiyle çeşitlenmiş ve Allah'ın (celle celâlühü) güzel isimlerinin tecellisi olarak bütün dünyaya yayılmışlardır. Evrimcilerin teorik düşüncelerine göre ise bu ırklar henüz tam evrimleşmemiş olduklarından, belki birkaç yüz bin yıl sonra bu ırklar kendi aralarında evlenemeyecek ve çocuk meydana getiremeyecek kadar farklılaşacak ve yeni hayvan (primat) türleri hâline geleceklerdir.
Üreme açısından tecrit olma ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni türlerin meydana gelmesi, şu ân için spekülatif bir iddia olarak kalmaktadır. Çünkü bütün iddialar, türlerin menşeini açıklamayan Darwinci süreçlere dayandırılmıştır. Bu tarz teoriler tartışmalı olmaya devam edecektir; çünkü bu teorilerden herhangi birinin doğru olduğunu ispatlayan bir delil mevcut değildir. Türleşmenin nasıl olduğuna dâir evrimcilerin oluşturduğu senaryolar bildiğimiz gerçeklerle doğrulanmamıştır. Bilhassa, üreme açısından izolasyon ve genetik değişme mekanizmasının birlikteliği ile yeni bir türün meydana gelmesine dâir itibar edilecek bir rapor mevcut değildir.
Dipnotlar
- MAYR, E. (1982): The Growth of Biological Thought (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.403
- DARWIN, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Reprinted Cambridge, Mass.: Harward University Press, 1964, s.1
- MAYR, E. (1963): Animal Species of Evolution (Cambridge, Mass.: Harward University Press, s.12.
- THOMSON, K. S. (1997): Natural Selection and Evolution's Smoking Gun. American Scientist 85:516-518.
- COYNE, J.A. and ORR, H.A. (2004): Speciation. (Sunderland, Mass.: Sinauer Associates, p.25-26.