6 Nisan 2012 Cuma

Evrim Bilim ve Mizah







Evrim Bilim ve Mizah




İnsanlık, düşünce tarihi boyunca, düşünebilme kabiliyetinin kendisi de bir mu'cize iken, cisminin de tâbi olduğu hayat mu'cizesini araştırmakla meşgul oldu. Bugün Batı'da bilimin kurucusu kabul edilen Aristoteles'e göre, kurumuş ve hayat belirtisini yitirmiş her organik cisim, nemlendirildikten sonra hayat oluşturmaya muktedirdi. Hayatın en gerekli maddesi su olduğuna göre, onun bulunduğu her yerde hayat oluşabilirdi. Çağımızın ilmî birikimine sahip olmayan Aristo, nemlendirilip orta yerde bırakılan kuru bir et parçasının belli bir süre sonra kurtçuk üretmesini, bu görüşün ispatı olarak görüyordu. Buradan yola çıkılarak hayatın ve organik olanın tamamına ezelî ilkah kabiliyeti isnat ediliyordu. Bunu 17. yüzyıl ünlü Alman filozofu ve astronomi bilimcisi Johannes Kepler daha da ileri taşıyacaktı. Kepler'e göre bit ve pire, köpeklerin ve kadınların kan ve terinden; böcek ve kurtlar çiyden; kurbağalar bataklık zemininden ve bütün bitkiler de, topraktan kendi kendine oluşuyordu. Böylesi hurafelerin ortadan kalkması, optik ve genetik biliminin gelişmesiyle oldu. Mikroskobun icadıyla mikroâlemlere açılan yeni pencereler, bu büyük yanılgıyı belgeliyordu.



1864 yılında Louise Pasteur'ün bakterilerin ısıtılarak öldürüldüğünde, kendilerini tekrar üretemediklerini ve böylece başta süt olmak üzere birçok gıda ürününün pastörize metoduyla muhafaza süresinin uzadığını ispat etmesiyle, hayatın kendi kendini ürettiği iddiası masallar diyarındaki yerini alıyordu. O tarihlerden itibaren canlıların oluşması için canlıya ihtiyaç olduğu gerçeği, değişmez bir kanun olarak bilim dünyasındaki yerini aldı. Hayat kendiliğinden kendini izah etme özelliğini yitirmişti. Dolayısıyla ilk canlıların oluşumunun izahı kaçınılmaz olmuştu.



Bu düşünce beraberinde birçok yeni sorular getirdi. Hayatın kaynağının ne olduğu, nasıl oluştuğu, hayat diye nitelendirilenin tarifinin nasıl yapılması gerektiği, o tarihlerde bilim adamlarını meşgul eden soruların başında geliyordu. Hayatın muhteşem ve çok özel olduğunun kabulü, aynı zamanda hayat denen mu'cizenin oluşumunun üstünü bir sır perdesiyle örtüyordu. Batı düşünce dünyası, o tarihlerde eskiyle hesaplaşma içindeydi ve Batı'da Aydınlanma diye adlandırılan dönem yaşanıyordu. Ve ne yazık ki söz konusu Aydınlanma döneminin kibirli düşünce yapısı içinde sır perdelerinin yeri yoktu. Nitzsche'nin deyişiyle "Tanrı ölmüştü." ve onu onlar, yani düşünürler öldürmüştü. Nitzsche'nin bu iddiası aslında bir vak'ayı değil, sadece sapık ve bâtıl bir arzuyu dile getiriyordu. Yani cinayet henüz gerçekleşmemişti. Bu işin altından kalkabilecek tetikçiler gerekmekteydi ve nihayetinde o tetikçileri bilim adamlarının sıralarından seçtiler.



Yaratılıştaki bu sır, her şeye isnat edilebilinirdi; fakat bu tarihlerde diyalektik materyalizmin hayat bulmasıyla tekrar keşfedilen pozitivizmin tesiriyle bir Yaratıcı'ya isnadı mümkün değildi. Bilimi kullanarak tali yollara başvurmaktan başka çare yoktu. Ne pahasına olursa olsun yolların bir Yaratıcı'ya çıkmasının engellenmesi gerekiyordu. Bu genel duruş, yani ilmî yolla elde edilen delillerin akla ve mantığa ters olarak yorumlanması, âdeta gelişmekte olan yeni düşüncenin belli bir süre sonra 'evrim' adı altında bir ideolojiye dönüşeceğinin ve oluşturulmakta olan yeni dünya düzeninin temelini teşkil edeceğinin en güçlü habercisiydi.




Son 150 yılda Batı'da biyoloji alanındaki ilmî çalışmaların ortak özelliği, canlıların evrim inanışı doğrultusunda nasıl oluşmuş olabileceğini gösterebilmek gayretinin neticesi sayılabilir. Günümüzde canlıların temel yapıtaşları olan element ve moleküller, birçok yönleriyle bilinmektedir. Bu yapıtaşlarının işleyişlerinin arkasındaki kimyevî reaksiyonların da büyük bir kısmı çözülmüştür. Bilim teknolojisinin sürekli gelişmesiyle canlılardaki mikroâlemlerle alâkalı ciddi bilgiler edinilmiştir. Fakat ne talihsizliktir ki, elde edilen bilgiler herhangi bir şekilde eğilip bükülerek evrim düşüncesine uygun hâle getirilmeye gayret edilmiştir. Bu eğme ve bükme gayretlerinin en meşhur misâli, 1953'te Kaliforniya Üniversitesi'nde henüz öğrenci olan Stanley Miller'e aittir. Miller, lâboratuvarda dünyayı üç milyar sene önce kapladığı varsayılan ilk okyanusu, bir cam küpün içine sığdırıp ilk aminoasitlerin kendi kendine oluştuğunu ispatladığını ileri sürmüştü. Bu küp içindeki minyatür okyanusun karışımını nitrojen, hidrojen, metan, amonyak ve asetilen oluşturmaktaydı. Miller, bu karışımı 50 dereceye kadar ısıtıp, içine mini şimşekler boşaltarak aminoasitler elde ettiğini iddia etmişti. Fevkalâde kompleks bir oluşumun aşırı derecede basite indirgenmesi ve birçok hata kaynağı barındıran deneyin oldukça dikkat çekmesi ve Miller'in hızla şöhret basamaklarını tırmanmasının sebebi, deneyinin mükemmelliğinden ziyade kimyevî evrimin nasıl gerçekleştiğini ortaya koymakta tıkanan evrimcilerin imdadına yetişmesinden başka bir şey değildi. Çünkü onların inanışına göre en sonunda bu deneyle, canlıların oluşumunu başlatan ve devam ettiren Yüce Yaratıcı'ya güya ihtiyaç kalmamıştı(!) Hayatın temel taşı olan aminoasitler onlara göre kendi kendilerini sentez etme kabiliyetine sahiptiler.



Bu düşünce aynı zamanda ilmî mânâda eskiye dönüşü temsil ediyordu; çünkü hayatın kendi kendini oluşturma kapasitesinin olmadığı daha önceden açık bir şekilde ispat edilmişti. O tarihlerde, nemlendirilen et parçasının kurtçuk üretmesinin, hayatın kendi kendini sentez etmesi olarak kabul edilmesine yeni bir kılıf giydiriliyordu. O karışımda oluştuğu ileri sürülen aminoasitler, hayatın sadece yapı taşlarıydı. Üstelik hiçbir tuğlanın kendi kendine ev oluşturma kapasitesinin olmadığı inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, sözü geçen deney akıl almaz bir yoruma tâbi tutuluyordu. İlk okyanusta meydana gelen ilk organik maddenin çoğalmasıyla, ilk canlılar sayılan 'moner'lerin (kendi kendini sentez etme kabiliyetine sahip olan en basit canlı) ortaya çıktığı hâlâ ilmî çevrelerde kabul gören bir hipotezdir. Böyle bir canlının oluşabilmesi için sözü geçen 'tarih öncesi' okyanusun aşırı derecede aminoasit üreterek, katılaşması gerektiği bu oluşumun ön şartı olarak kabul görmektedir. Yani bir okyanustan ziyade aminoasit çorbasına ihtiyaç olduğu evrimcilere göre kaçınılmazdır. Okyanusu çorba yaptıktan sonra, ona gerekli tuzu biberi de ekip, çağın idrakine daha doğrusu damak zevkine sundular. Yiyen yedi, yemeyen ise; "Sen hoşaftan anlamıyorsun!" ithamına maruz kaldı.



Akıl almaz yorumlara ve suçlamalara zamanla onlarcası eklendi; fakat hepsinin ortak özelliği evrim inanışını ispatlamak adına akıl ve mantıktan uzak yorumların ilmî gerçeklermiş gibi yansıtılması ve kabul etmeyenlerin dışlanmasıydı. Batı'daki okullarda temel eser olarak okutulan bütün biyoloji kitaplarında Miller'in deneyine rastlamak mümkündür. Bu ithamlar günümüzde de şiddetini korumaktadır; çünkü evrim inancı ileri sürüldüğü gibi bir teori değil artık bir ideoloji olmuştur. Hattâ Almanya'da bir eyalet eğitim bakanının biyoloji dersinde evrim hipoteziyle beraber, yaratılışın izahında kullanılan dinî görüşlere de yer verilmesi gerektiği fikri, aynı bakanın cebren görevinden uzaklaştırılmasına sebep olmuştu.



Yüzyıllarca "ölü maddeden spontan olarak canlının oluşumu kabulü" kısır döngüsü içerisinde bulunan Batı düşünce dünyası, pozitif bilimin gelişmesiyle her canlının sadece bir başka canlıdan oluşabileceği gerçeğini kabul etti. İşte bu safhadan itibaren mesele, ilk canlının nasıl oluştuğu sorusuna, yani Yaratıcı'ya gelmişti ki, asıl tıkanıklık bu noktada yaşandı. Çok rahat bir şekilde bütün canlı türlerini ayrı ayrı Allah yarattı demek aslında mevcut ilmî gerçeklerle örtüşüyordu ve günümüzde de tazeliğinden hiçbir şey kaybetmedi.



"Hayat, canlıdan oluşur." gerçeği her insanın lâboratuvara girmeden tespit edebileceği hakikat olmasına rağmen, burada istisna tutuldu. Böylece maddeye, kör tesadüflere ve mutasyonlara en imkânsız kabiliyetler isnat edildi. İstisnanın adı kimyevî evrimdi. Hiç kimsenin şahitlik yapabilmesinin mümkün olmadığı bu kimyevî evrim, yıllarca ilmî bir gerçekmiş gibi yansıtıldı ve hâlâ yansıtılmaktadır. Bu kadar akıl ve mantıktan uzak yorumlarla Allah'ı inkâr etmeye yeltenen bir kısır felsefeye karşı, sadece mantıklı cevaplarla ve ağır ilmî yazılarla değil, aynı zamanda mizahî olarak da yaklaşmak ve gülüp geçmek gerekir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder